Türkiye ve Dünya Gerçekleri

TransAnatolie Welcomes You  to Turkey

 

Kim Bu Türkler


 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

 

 

[ Kim Bu Türkler ] Algilar ] Kültür Politikasi ]

 

 

Up
Türkler
Eski Türkler
Kimlikler
Türk olmak
Nüfus

Biz Kimiz: Kim Bu Türkler?

 

Biz Türkler
Asyalı mıyız, Avrupalı mı?
Şaman mı, Müslüman mı, Laik mi?
Yerleşik köylü müyüz, göçebe Türkmen mi?
Fatihin torunları mı, Ata’nın çocukları mı?
İslam'ın kılıcı mı, Hıristiyanlığın cezası mı?
Osmanlı yetimi mi, T.C. vatandaşı mı?
Savaşçı asker miyiz, barışçı siviller mi?
Ordu muyuz, millet miyiz, ulus mu?
Batılı mıyız, Batının koruyucusu mu?
Çağdaş toplum mu, tarihi bir köprü mü?
Doğulu mu, Anadolulu mu, Batılı mı?

Kimiz Biz?

“Türk Kimliği”, Prof.Dr. Bozkurt Güvenç, Türkiye Bilimler Akademisi Üyesi

   

Ben  bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bu günlerde Avrupa'da, Amerika'da adaylığımız yani çağdaş dünyaya katılıp katılamayacağımız tartışılıyor ve genel bir kanı olarak biz kendimizi iyi tanıtamıyoruz. Ama acaba iyi tanıyormuyuz? Tanıtmak için önce biraz kendimizi tanımamız gerekir. O bakımdan konuya şu sorularla girmeyi düşünüyorum:

Kim bu Türkler?

  • Biz Türkler Asyalı mıyız? Avrupalı mıyız? 
  • Şaman mı? Müslüman mı? Laik mi? 
  • Yerleşik köylüler miyiz? Yoksa göçebe Türkmenler miyiz?
  • Fatihin torunları mıyız? Atanın çocukları mıyız? 
  • İslamın kılıcı mıyız? Hıristiyanlığın kırbacı mıyız? 
  • Osmanlı yetimi miyiz? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mıyız? 
  • Fatih miyiz? Yoksa fethedilmiş kullar mıyız? 
  • Savaşçı askerler miyiz? Barışçı siviller miyiz? 
  • Ordu muyuz? Millet miyiz? Ulus muyuz? 
  • Batılı mıyız?  Batının bir koruyucusu veya jandarması mıyız? 

Bunu söyleme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü Amerikan Parlamentosunda Ermeni soykırımı karar tasarısı geri çekilirken, tasarıyı veren politikacı dedi ki "cumhurbaşkanı bu tasarının oylanmasının ulusal çıkarlarımıza aykırı olduğunu söyledi, bende geri çekiyorum!..".  Yani tasarı Türk tezi doğru olduğu için, haklı olduğu için geri çekilmedi. Niçin geri çekildi? "Tasarının oylanması Amerikanın ulusal çıkarlarına aykırı olduğu için" geri çekildi.

Bunu hemen söylemek ihtiyacını duyuyorum çünkü bu günlerde, bu yıllarda Türkiye bir soru karşısındadır:

-Siz hala bir ulus mu olmaya çalışıyorsunuz? Siz  bir ulus devlet mi olmaya çalışıyorsunuz?
-Evet öyle olmaya çalışıyoruz. Çünkü biz ulus olmakta biraz geciktik. 
-Ama ulus devletin modası geçti!

Hayır arkadaşlarım, ulus devletin modası geçmedi ve yakın bir gelecekte de geçecek gibi gözükmüyor. Ulus devlet çağımızın hala en güçlü gerçeklerinden, gerekçelerinden bir tanesidir. Alınan kararlar buna göre verilmektedir; ulusal çıkar neyi gerektiriyorsa... Onun için kendimiz aldatmayalım. Kimseden de özür dilemeyelim "biz bir ulus devletiz" diye. Biz bir ulus devleti kurmaya çalışan, ulus olmaya çalışan bir topluluğuz. Bunu söylemeye çalışacağım.

Çağdaş bir toplum muyuz? Yoksa tarihi bir köprü mü? Bu da siyasetçilerimizin dilinde bir tekerlemedir: "Türkiye doğu ile batı arasında bir köprüdür". Köprüler  teknolojiler gibi aletlerdir,  araçlardır. İnsanlar onu kullanır. Türkiye insanların kullanacağı bir alet veya bir köprü değildir ve olmayacaktır. Türkiye bir toplumdur. Coğrafyası itibariyle bugün Avrupa ile Asya arasında yer almaktadır, ama bir köprü değildir.

Türkiye Doğulu mu, Anadolulu mu, Batılı mıdır? Hem Doğuludur, hem Anadoluludur, hem de Batılıdır.

Son olarak hani eskiden bir söz vardı, "Ali kıran baş kesen" derlerdi. Acaba soy kıran bir milletmiyiz biz? Batının bizi bu günlerde kınadığı gibi...  Ermenileri kesen, Kürtleri kesen...

Şimdi biz bu olumsuz değerlendirmelerin çoğuna karşı çıkıyoruz ama bu sorular karşısında biz de bilmiyoruz ne olduğumuzu. İşte bir karışıklık örneği: Yakınlarda çıkmış olan İngilizce bir kitaptan.... Amerikalı bir araştırmacı, bir köy konukevinde kalmış geceleyin... Sabahleyin duvarda  bir resim görmüş,  fotoğrafını çekmiş... Maalesef şu an fotoğrafı gösteremiyorum.  Bir dünya, etrafında bir yol, karanlıklardan geliyor, aydınlıklara doğru gidiyor... Nereden gelip, nereye gittiği belli olmayan bir yolda bir insan; yol güzergahı üzerinde bir mezar var. Ve şöyle bir soru var köy evinin misafirhanesinde kalan yolcuya:

"Ey yolcu!" diyor, "Necisin? Nereden geliyor, nereye gidiyorsun?".

İşte kimlik sorunu böyle bir soruya cevap verme gereksinimidir. Ne diyoruz? Ne yapıyoruz? Çok zaman kendimizi öyle kaptırıyoruz ki bu tür soruları cevaplayacak zamanımız da yok,  paramız da yok; işte yuvarlanıp gidiyoruz!.. Ama bizi birileri beğenmeyince “yok canım, biz o kadar da kötü değiliz, biz aslında iyi insanlarız!” diyoruz ama...

Kimlik

Kimlik dediğimiz olay, insan gibi yaşayan, düşünen bir varlığın kendisine sorduğu veya ona sorulan soruya verdiği cevaptır. "Kimsin" sorusuna verdiğimiz cevap kimliktir. Kimliğin en işlevsel, en fonksiyonel, en basit tanımı bu.  Kimlik dediğimiz, tek boyutlu bir olay değil, çok boyutlu bir olay. En basiti Ningur hoca “biz konferansa gidiyoruz” dedi. Kapıdaki bekçi “geç” dedi. Eğer Ningur bey olmasaydı, o bey benden kimlik isteyecekti. Ben ona bir kimlik gösterecektim. 

Nasıl bir kimlik? İşte birisinin bana verdiği bir kimlik... Bu bize verilmiş olan bir kimliktir. Üzerinde benim adım var, resmim var, tarih var, veren kurum var. Ne kadar süre geçerli olduğu var. Ama bu benim kimliğim değil, bu bana verilmiş olan bir kimlik. Bugün geçerli, yarın geçmeyebilir. Bana kimsin dedikleri zaman hiç bunu göstermek aklıma gelmez. Bu benim kimliğim değildir. Bana verilmiş bir kimlik. Verildiği gibi alınabilir de. Bireysel kimlikler diyoruz. Doğum kağıdı bireysel bir kimlik olabilir. Sürücü ehliyeti, banka kredi kartı, pasaportlar veya bu şekilde verilmiş olanlar bireysel kimliklerdir. Daha çok bireyleri, insanları, kişileri birbirinden ayırmaya yarar. Kadın mı, erkek mi, öğrenci mi, öğretmen mi, çalışıyor mu, çalışmıyor mu? Güvenlik açısından bunlardan bir iki tanesi olduğu zaman kim olduğumuzu bulurlar.

Kişisel kimliklerimiz

Bir de kişisel kimliklerimiz var. Bunlar değişik bir kimlik türü. Bu bize verilmiş bir kimlik değil. Bunun kartı da yok. Ama birisi bize sorduğu zaman “sen nesin” diye, 

“ben bir öğretmenim” 
“nasıl bir öğretmenim?” 
“ben bir sosyal bilimler öğretmeniyim”....

Kimim, neyim, babayım, eşim, dindarım, dinsizim vs. gibi böyle kimliklerimiz var. Yani mesela tarikat kimliği, kilise kimliği, siyasal parti kimliği, demokratım, sosyal demokratım, kimse duymasın sosyalistim. Şu sanatı severim, şu zanaatı yaparım, şu mesleğe mensubum, şu kulübü tutarım. Pazar günü mesela ben Fenerbahçe’yi tutacağım, eğer çok sorarsanız Fenerbahçeli olduğumu da söylerim. Fenerbahçe kulübünün üyesi değilim. Bu benim kişisel kimliğim. Tercih benim. Bunu ispatlamak zorunda değilim. Bu benim özgürlüğümdür.

Verilen kimlik

Bir başka kimlik daha var. Bu da ilk bireysel kimlikler gibi doğmakla beraber, bize verilen bir kimlik. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyoruz. Annemizden dilimizi öğreniyoruz. Derken bizi okula veriyorlar. " Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam küçükleri sevmek, büyüklere saygı göstermektir"... derken kendimizi Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı, yurttaşı hissetmeye başlıyoruz. Devlet sonra diyor ki "eğer sen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı isen, askerlik görevini de yapacaksın, vergileri de vereceksin. Eğer bankalar iflas ederse onların yükünü taşıyacaksın".  "Sen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısın" diyorlar. "Bunları yaparsan ben seni vatandaş olarak kabul ederim, eğer yapmazsan alır başını gidersin. ben seni mahrum ederim, pasaport vermem, çalışmana mani olabilirim". Unutmayın 1980’lerde bazı arkadaşlarımızın işlerine son verdiler, ama suçlarının ne olduğunu söylemediler, sadece son verdiler... "Sizin hizmetinize ihtiyaç kalmamıştır !"

-Ben şimdi ne yapacağım?
-Ne yaparsan yap.
-Müsaade et yurt dışına gideyim.
-Hayır pasaport veremem.
-Müsaade et özel teşebbüste çalışayım.
-Hayır kamudan atılmış adam özel teşebbüste görevlendirilemez.

Ne kadar ağır bir ceza. Bu nereden kaynaklanıyor? Sen Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşısın veya  yurttaşısın. Eğer benim kişisel kimliğim, üyesi bulunduğum devletin veya toplumun bana verdiği kimlik ile uyuşuyorsa o toplumda bir kimlik sorunu yoktur. Ama  benim kendimi algılayışım ve kişisel kimliğim ile devletin bana verdiği ulusal ve tarihi kimlik birbirine uymuyorsa o zaman bir kimlik sorunu vardır. Türk müyüm? Müslüman mıyım? Elhamdülillah Müslüman’ım derseniz belki bazı çevrelerin hoşuna gider, ama bazı çevrelerin hoşuna gitmez. Ben laik bir vatandaşım diyorsanız eyvah bu müesseseyi dinsizler ele geçirmiş diyen de olabilir. Görüyor musunuz ne kadar önemli sorunların içerisinde boğuşup duruyoruz. Mesela ben Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde yaşıyorum ama etnik bir gruba mensubum. Kürdüm derse, hayır biz Türk’üz. Peki ama nereden biliyorsunuz? Ben Laz  ya da Gürcü asıllı da olabilirim. Evet yani böyle çatışma konuları var. Biz, sınırsız "tek bir ulusuz" dediğimiz zaman , bu konuları saklıyorduk. Ama demokrasi ile beraber vatandaşlar "Ben Karadenizliyim ama aslen Kafkaslıyım", " ben Gürcüyüm, aslen şuyum, buyum"... O zaman ne oluyor, bir kimlik sorunu ortaya çıkıyor. Eğer bu ülkede sadece farklı olup da birisi ötekini bastırıyorsa o zaman çatışma başlıyor.  Kimlik sorunu değil de, kimlik sorunundan öte bir kimlik çatışması başlıyor. İşte ülkemizin bugün karşılaştığı sorunlardan biri:

Türkiye Cumhuriyeti bir ulusun devleti olarak mı yaşayacak, yoksa onu oluşturan bu kişisel kimliklerle veya etnik kimliklerle, ulusal kimlik arasında bir yeni  uzlaşma yapılacak mı?

Buna alternatifler: ya bir cumhuriyet olarak varlığınızı sürdüreceksiniz veya bölünmeye razı olacaksınız. Çünkü niyetlerinin bu olduğu anlaşılıyor.

Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı’dan sonra bir bağımsız devlet olarak ortaya çıkması ve varlığını sürdürmesi kimseyi mutlu etmemiş gibi görünüyor ve tekrar bizi eski halimize getirmek istiyorlar. İşte karşılaştığımız sorunlar bu. Sadece benim veya benim gibi bireylerin, tek başımıza kim olduğumuzu bilmemiz değil, toplum olarak varlığımızı sürdürmemiz veya sürdürmememiz gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Şimdi buradan şu çıkıyor. Türkmen mi, Turan mı, Osmanlı mı, Atatürk köylüsü mü, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mı veya Anayasal bir vatandaş mı? Biz bunları böyle sıraladığımız zaman sanki bunların birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünüyoruz ve de bilmiyorum biliyor musunuz biri diyor ki "Müslüman bir Türkiye’den yanayım", Öbürü de diyor ki "ben laik bir cumhuriyetten yanayım". Birisi Türkiye’yi geriye çekiyor, "Osmanlı vatandaşı olalım". Diğeri "hayır !" diyor, " biz bir cumhuriyetin laik vatandaşı olalım". Böyle bir çekişmenin içindeyiz en azından 20 yıldan beri . Türk müyüz, Müslüman mıyız?

Şu ana kadar değindiğim konulardan ortaya çıkıyor ki ister bireysel, ister kişisel, ister tarihi veya ulusal diyelim, kimlik sorunu bir tarih sorunudur. Buradaki değerlerin , seçeneklerin büyük bir kısmı bize empoze edilmiştir, verilmiştir. Hatta kişisel kimliklerimizi seçmekte bile çok özgür değiliz. Belli bir ailenin içerisinde bir babanın, bir annenin eğitimi altında, belli bir görüşü benimsemek zorunda kalıyorsunuz.

Bütün bunlar bir tarih sorunu olduğuna göre, şöyle bir soru ortaya çıkıyor:

-Bizim tarihimiz ne zaman başladı?

Türkiye’deki seçeneklere bakarsanız, bu konuda konuşanlara, mesela Asyacılar var; diyorlar ki "bizim tarihimiz bu topraklarda 4-5 bin yıl önce başladı". Doğru, tarım devrimi 10 bin yıllık bir devrimdir. En azından 4-5 bin yıldan beri Anadolu’da yerleşik kültürler var. Biz onların çocuklarıyız. Biz biraz Hititliyiz, oradan geliyoruz.

Veya "orta Asya’danız", "Turanlıyız" veya "batı Asya’da bin yıl önce islamiyetle başladı" diyenler var. "Hayır islamiyetle de değil Alparslan Bizans'ı yenip Anadolu'ya girdiği zaman Malazgirtle başladı" diyenler var, "yedi yüzyıl önce Osmanlı Beyliği ile başladı" diyenler var. "Cumhuriyetle başladı" diyenler var.

Tarihi nereden başlatırsanız, öyle bir kimlik benimsiyorsunuz. Ama tarihçi şöyle der: "Eğer bunların hepsi tarih ise bunları birbirinden nasıl ayıracaksınız?"

Hepsi birbirine bağlı böyle zincirleme geliyor. Tabii diğer uluslarla karşılaştırdığımız zaman bir çıkmazımız var o da şudur: Dünyada tarihi bu kadar karmaşık olan bir başka toplum bulmak çok zordur. Ama biz onu büsbütün zorlaştırıyoruz; bu seçeneklerden bir kısmını seçip öbürünü reddederek.

Bu tarih nerede başladı biraz ona bakalım. Şu bölge garp bölgesi (Harita üzerinde gösteriliyor). Şu ay üzerinde başlıyor, kırmızılarla ve maviler bu bölgede doğal olarak bulunan buğday ve koyunları gösteriyor. İnsan oğlunun ilk evcilleştirdiği varlıklar bunlar. Tabii bunları evcilleştirince de göçer bir hayattan yerleşik bir hayata geçiyor. Köy hayatı mümkün oluyor. Ve aşağı yukarı bu 10 bin yıl önceki bir olay. Yeteri kadar üretim yapmaya başlayınca şehirlerde yaşamaya başlıyor. Alacahöyük bugün baktığımız zaman çamurla sıvanmış bir köye benziyor; o zamanki şehirler böyleymiş. İlk şehirleşme bu. 

Onu takip eden bakır devri vs. var. Bundan 4-5 bin yıl önce Anadolu-Diyarbakır- Kıbrıs arası... bunlar bakırın var olduğu yerler. O zamanlara kadar taş alet kullananlar, bu dönemle birlikte bakıra, sonra da bakıra kalay katarak tunca geçiyor. Fakat ilginç olan tarafı, tarım devriminden sonra bu olaylar da yine Anadolu merkezli olarak başlayıp, buralarda devam ediyor. Yani maden devrimine geçiş Anadolu'da, hatta demir devrine geçiş de Anadolu’da oluyor. Bu kadar eski bir tarihi var.

Dünyadaki en büyük imparatorluk Hitit İmparatorluğudur. Bir tür federasyondur. 7-8 dil konuşmaktadır. Tüm bu diller Anadolu'da konuşulan dillerin toplamıdır. Bakın şurda ilginç bir şey var (Harita üzerinde izahat): Şu sınır bronzun sınırlarıdır. Tabii burada başladığına göre, bakır devriminin kökeni yine Anadolu. Hitit İmparatorluğu bir bronz imparatorluğudur.

İlk yazı Hiyeroglif, Mezopotamya'dan ve Mısırdan geliyor. Fakat Hititlerin de kendilerine özgü bir Hitit Hiyeroglifi var. Yani Anadolu medeniyetle başlamakla beraber yazıya da geçiyor, milattan 1000 yıl önce. Resim yazısından alfabetik yazıya geçiyor, milattan 825 yıl önce; gunumuzden 2800 yıl önce. Bu Fonetik yazının kaynağı burada küçük bir kasabadır. Daha sonra alıp yazdıkları için fonetik denmiş yani seslerin yazı haline dönüştürülmesi, fakat o tarihte bile Anadolu'da yaygın bir yazı var. 825’lerde Anadolu karışık, fakat dikkat ederseniz bütün dünya Anadolu'yu Yunan medeniyetinin, Helen medeniyetinin beşiği olarak görür. Helenler denizci bir millet olarak Akdeniz'e, Karadeniz'e çıkmışlardır, ama Anadoluya girişleri sadece Ege sahili ile Akdeniz'den ibarettir: derinliğine işlememişler, derinliğine girememişlerdir. 

Milattan önce 480... Böyle önemli tarihleri vurgulamaya çalışıyorum. Anadolu bir 100-150 sene Pers imparatorluğu etkisinde kalmıştır. Hatta meşhur Moraton savaşı Persler Çanakkale'den geçip Moratonda Yunanlılarla şavaşıp kaybetmişlerdir. Ondan sonra geri çekilmişlerdir. Görüyorsunuz Pers imparatorluğu sırasında Helenler yine Anadolunun kıyılarında barınmaya çalışıyorlar. Denizci millet ve bir kara imparatorluğu. Arkasından Makedonyalı Helen Alexandre, İskender yine aynı yoldan geçiyor. Anadolunun yarısını işgal ediyor. Mısırı işgal ediyor. İskenderiye'yi kuruyor, bizim İskenderun'u kuruyor ve  dünyayı Helenleştirmeye çalışıyor. Ta Hindistan'a Himalaya'nın sınırlarına kadar... Bugünku Pakistan'da İskender döneminden kalma Yunan sanat eserleri var, el sanatları var, resimler, heykeller var. İskender'in hayat süresi çok kısa. 30 yaşında, 32 yaşında ölüyor ve arkasından imparatorluk dağılıyor. Fakat küçük küçük devletler, Helenistik tradisyonu, geleneği devam ettiriyorlar.

İskender'den sonra Anadolu'nun karmakarışık hali. Şimdi böyle B.C. B.C. giderken dikkat ederseniz hemen tarih değişti, A.D. oldu. Yani İsa öncesi değil de İsa sonrası, yani anna domini, yani Tanrımızdan sonraki yıllar, neden sonraki, yani İsadan sonraki yıllar oldu. Burada artık Yunan medeniyeti, Helenistik devletler gitmiş, Roma İmparatorluğu Bergama'dan başlayarak Anadolu'ya egemen olmaya başlıyor. Persler geri çekilmişler. Araplar, Mısırlılar geri çekilmişler, Akdeniz bir Roma gölü, bir Roma denizi haline gelmiş. Bu önemli bir tarih, çünkü bu tarihte Tarsus'lu Paul, Aziz Paul ya da Paulus, İsa’nın mitolojisini, antolojisini veya hayatını yazıyor. Şöyle bir peygamber geldi, şöyle oldu, böyle oldu...Ondan sonra Hıristiyanlık inancı Tarsus'da doğup, İskenderun’da, Hatay’da, o günkü Antiyok’da öğretiliyor ve Saint Paul hazretleri Efesus’da bu dinin mesajını dünyaya yayıyor ... Anadolu Hıristiyanlaşmaya, Hıristiyan dinine girmeye başlıyor. Bu ileriki yıllarda Roma İmparatorluğu'nun bölünmesine yol açıyor. Bu gelişme sonucunda Doğu Roma, yani bizim Bizans dediğimiz, Hıristiyanlığı kabul ediyor. Evet işte bu Hz. İsa'nın mesajını yayan St. Paul hazretleri. Bu dönemin eserleri Anadolu'da yaşamaktadır. St. Paul’ün vatanı olan Tarsus'ta Roma Yolu var. Biliyorsunuz bir söz vardır “Bütün yollar Roma’ya çıkar” diye, biz bunu gerçekleştirmişiz. Tarsus'tan kuzeye doğru gidiyor ama nereye kadar gittiğini bilemiyoruz ve işte 450 de Doğu Roma, Batı Roma görünüyor. Yukarda Hunlar var, aşağıda bizden önce batıya göç eden Moğollar; zafer kazanırlarsa Türk, kaybederlerse Moğol diyoruz onlara, burda İranlılar, güneyde Araplar var. Henüz daha yeni bir peygamber inmemiş, Doğu Roma ve Batı Roma.   

Bu tarihlerde bizim atalarımızın yaşadığı Merkezi Asya veya Orta Asya'da Orhun Anıtları var. Türklerin yazıt olarak bıraktığı ilk Türk yazısı. Ve Türk imparatorluğunun kendi kavminin yazıları (Harita ve slayt üzerinde izahat). Bakıyorlar ki burda yaşamak zor, göç etmeye karar veriyorlar ve  batıya doğru gidiyorlar. İslamiyetle tanışıyorlar. Sonra onu koruyan askerler oluyorlar. Sonra o dini kabul ediyorlar. Fakat göç devam ediyor. Kuzeyden ve güneyden belli bir yere kadar geliyorlar. Bu da bizim dünyamızdaki "Turan", "büyük Türk vatanı".

Biraz önce adını andığım, bu günün Moğolistan sınırı içersinde  yazılı olarak bıraktığımız ilk tarih belgesi bu. Bu yol üzerinde bir de ipek yolu var. Ta Pekin’den başlayıp Anadolu’ya kadar gelen, sonra batıya bağlanan bir ipek yolu var. Türk göçebeleri, bu göç yolu arasında çalışarak doğu ve batı arasında gerçek bir köprü kuruyorlar. Bu münasebetle batıdaki kültürleri, Roma'yı tanıyorlar.  Batıyı çok merak ediyorlar. Nasıl bir yer diye?

Bugün ki Kırgızistan’da, Kazakistan’da dolaşırsanız böyle dağlık bölgelerde, ormanlık bölgelerde, insanlar, çok seyrek olarak biraz telefon- telgraf hatları var. Atlarla yaşadıklarını göreceksiniz. Bu da bir göçebe kültürünün görüntüsü. Atalarımızın yaşadığı çadırlar böyle çadırlardı. Burada biraz perişan duruyorlar ama müthiş bir mühendislik eseri. Bu çadır bir saatte kurulup, bir saatte dağıtılabiliyor. Atın üzerine yükleyip bütün kabile göçe başlıyorlar. Fakat sıcağa soğuya dayanabiliyor, üstten hava alabiliyor, müthiş bir mühendislik şaheseri (Slayt üzerinde izahat).

528’lerde Akdenizin en büyük kentleri, İstanbul, Konstantinapolis ve Mısır’da İskenderiye. Bunlar o zamanın büyük kültür merkezleridir. Batı Roma Hunlar'ın taarruzu sonucu yıkılınca bir ara Doğu Roma bütün imparatorluğunun yönetim merkezi haline geliyor. Yani Türklere karşı olan ve kendilerini Roma’nın çocuğu olarak gören batılıların bize "siz Romalı değilsiniz, biz Romalıyız" diyenlerin gerekçesi burada. Bunlar kendilerini Roma’dan gelmiş gibi görüyorlar ve bizi de Roma'yı yıkan bir varlık olarak görüyorlar. Evet burada ilk defa bu tarihlerde Batı Türk Hanlığı yani Orta Asya'dan batıya doğru göç eden Türk hanlıkları ortaya çıkıyor; Hazar'ın batısında veya kuzeyinde.

737... Peygamberimiz doğmuş ve İslamiyet gelişmiş, çok süratli olarak kuzeye doğru gelmiş, Anadolu’nun yarısını, İran'ı işgal etmişi ve taa Çin'e kadar yayılmış, hatta Mısır üzerinden İspanya’ya kadar gelmiş. Burada Frenklerle ve batı Hıristiyanlığıyla savaşıyor. Yani birden bire Bizans İmparatorluğu kendisini yükselen bir İslam devletiyle karşı karşıya buluyor, Emeviler dönemi...

Türkler bu arada biraz batıya doğru geliyorlar, biraz İran’ın içerisine doğru gidiyorlar. İslamiyet gelişimi başlıyor. Türkler o sınırda İslamiyetle tanışıyorlar.

771... Emeviler gitmiş, Abbasiler gelmiş ama durum pek fazla farketmiyor, burada Emeviler devam ediyor, burada Abbasiler hakim (Harita üzerinde izahat). Türkler Abbasilerin yönetimi altında ve Anadolu bölünmüş. Bakın doğu ve güneydoğu Anadolu İslamiyetin etkisi altında. Batı ve kuzey Anadolu hala Bizans İmparatorluğunun yönetimi altında. Yukarda Hazarlar, Macarlar filan var; bunlar ileride Macaristan, Bulgaristan falan olacak. Burada ilginç bir şey göstermek istiyorum. Bizans İmparatorluğu İslamiyetin kendisini tehdit eden  yayılması karşısında bir takım menzil bölgeleri kuruyor. Bu menzil bölgelerinden bir tanesi Anatalikondur. Batı Anadolu'dan başlayıp, Konya’dan Kapadokya'ya kadar uzanan askeri bir menzil bölgesi. Türkler, Anadolu'ya girdiği zaman biliyorsunuz merkez olarak Selçuklular Konya’yı seçtiler; Bizans terminolojisinde bu bölge Anatalikondu, Türk dilinde Anadolu oldu. Anadolu da, Anatolia kelimesi de "doğunun güneşi, doğudan yükselen güneş" anlamında. Bizim Anadolumuzun böyle bir tarihçesi var.

Bizans imparatorluğu küçülüyor ama varlığını sürdürüyor. İslamiyet burada biraz parçalanmış. İran’da, Mezopotamya’da Afrika’da dengeye varmaya çalışıyor. Bulgarlar Hıristiyanlığı kabul etmişler, dolayısıyla batılı olmuşlar. Ama Hıristiyanlığı kabul etmeyen Müslümanların başı "Guzlar" dır. İlk defa burada Oğuzlar gözüküyor.  Bugün Anadolu'da yaşayan veya dışardan gelen Türklerin ataları işte Oğuzlardır. Arapça'da Oğuz denemediği için Guz demişler. Guzlar geliyorlar. İleride Anadolu'yu Türkleştirecek olan Türk kabilesi onlar...

1071... Türklerin İran’da kurduğu Selçuklu Devleti işte bu tarihte Bizans'ı yeniyor ve padişahlığa kadar geliyor. Bizim bildiğimiz sizin de okuduğunuz tarih şöyle diyor: "Alparslan yendi, Bizanslılar çekildi. Türkler ilerledi ve Anadolu Türk oldu". Böyle, bir ordunun yenilip çekilmesiyle, Anadolu gibi bir ülkenin Türk olması veya kimlik değiştirmesi zor. Anadolu’nun Türkleşmesi veya İslamlaşması 1071’den aşağı yukarı 1450-60’lara kadar 400 yıl süren savaşlar sonucunda olmuştur. Bizim tarih kitaplarında söylendiği gibi değil, bir ordunun ilerlemesiyle değil, 400 yıl süren savaşların sonucunda bu mümkün olmuştur.

Bu dönemde hemen herkes, herkesle savaşmaktadır. Bizans İmparatorluğu, zaman zaman, haçlılar geldiğinde biraz ilerliyor. Haçlılar yenildiği zaman Danişmentliler ve parçalanmakta olan Selçuklu İmparatorluğu biraz ilerliyor. Anadolu’da sürekli bir çatışma, savaş var.

Aynı tarihlerde Kaçkarlı Mahmut, Türk Dünyası adlı bir kitap yazıyor. Bu kitapta Asyadaki kabilelerin içerisinde Türk olanları tanımlamaya çalışıyor. “Divan-ı Lügat-üt Türk”, Arap dünyasına Türkçe öğretmek maksadıyla yazılmış. Çok ilginç bir şey, dünyayı yuvarlak olarak tasavvur ediyor ve bu şekilde yazılmış ve burada şu bölge batıdır ama bütün kabileler Türk kabilesi olarak gösteriliyor. Birçok dile sahip, çok farklı kültürlere sahip bütün bir Asya Türk yönetiminde gibi gösteriliyor (Slayt üzerinde izahat).

Türkler Anadolu’ya geldiği zaman Anadolu’da Hıristiyanlık hala yayılma dönemindedir. Bizim Anadolu’ya girmemizden sonra Trabzon’da inşaa edilen Santa Sofia (Slayt üzerinde izahat), bu da bir sofya. Türklerin Anadolu’da inşa ettikleri de böyle bir cami. Bakın şimdi şu caminin girişi ve burada 3 giriş, 3 portal, 3 kemer. Bununla neyi ispatlamaya çalışıyorum, bir ülkede 2 büyük din varsa bunların etkileşimi kaçınılmazdır. Türkler bir cami yaptıkları zaman, bakıyorlar etraflarına, mabetler nasıl yapılmış? Bu mimaride yapılmış. Hiç olmazsa girişi, kapısı benziyor ve benzemek zorunda, çünkü Orta Asya'dan getiremezsiniz; oradaki taş, oradaki ustayla çalışacaksınız.

1360... Artık Selçuklu Devleti ömrünü bitirmiş, 1240’da Rumlar gelmişler ve Selçuklu'yu yıkmışlar. İran’da başka bir devlet kurulmuş, parçalanmış bir halde. Konya’da ki Selçuklu Devleti gitmiş, onun yerine Karamanlar kurulmuş. Öyle, karmakarışık bir durum. İşte bu dönemde Anadolu bölgesinde bir Osmanlı beyliği, Selçuklu'nun yerini almaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu kurulmaya başlanıyor. Bu dönemde bakarsanız Bizans da küçülmüş, dağılmış, Balkanlar parçalanmış. Burda Sırp prensliği, Bulgar İmparatorluğu, işte Macaristan vs.. Şurda Bizans. Şurda Osmanlı imparatorluğu, Bizansın komşusu (Harita üzerinde izahat).

Biraz önce söyledim, bu 400 yıl boyunca herkes herkesle savaş halinde. Bakın kimler savaşıyor: Bizans'la Selçuklu, birisi imparatorluk, birisi İslam sultanlığı; köylülerle göçerler savaşıyorlar, bunlar yerleşikler, bunlar göçerler; fakat başkaları da, Bizans'la köylüler de savaşıyor; Selçuklu'yla göçerler de savaşıyor, çünkü Selçuklu bir devlet olarak onlardan vergi almak istiyor, alamıyor.  Yani olay sadece Bizanslı'larla Türkler arasındaki bir savaş değil. Burda gördüğünüz bütün topluluklar arasında 400 yıl süren savaş var. Bu savaşa dışardan katılan haçlılar var. Batıdan gelenler, bir de doğudan gelip, Selçuklu Devleti'ni yıkan, Osmanlı'yı tehdit eden Moğol istilaları var.

Osmanlı kurulmuş ve büyüyor ve dikkat ederseniz Osmanlı imparatorluğu önce Balkanlar'da gelişiyor , sonra batı Ege'yi ele geçiriyor. Bizans imparatorluğu İstanbul surları içinde varlığını sürdürüyor. Burada Akkoyunlu, Karakoyunlu devletleri var, fakat Bizans yok.  Bizansı ele geçirmek için önce Beyazıt  Anadolu Hisarı'nı yapıyor, sonra Fatih Rumeli Hisarı'nı. Tevatüre göre bu büyük eseri 3 ayda tamamlıyorlar. Büyük bir mühendislik şaheseri.  Osmanlı İmparatorluğu nihayet İstanbul'u alarak Bizans'ın yerine geçiyor. Bu Bizans'ın devamıdır, başka anlamda Roma'nın devamıdır. Ama dini Hıristiyan değildir. İstanbul'u ele geçiren Türkler, İstanbul’daki büyük eser Ayasofya’nın etrafına 4 tane minare dikerek bu Hıristiyan anıtını, camiye çeviriyorlar. Fakat dikkat ederseniz minarelerin hiçbiri birbirine benzemez; yabancı askerler gibi dururlar etrafında. Arkada Sultan Ahmet camii görünüyor ama o tarihte o cami yok. İstanbulun büyük anıtıdır (Harita ve slayt üzerinde izahat).

1571 İstanbul'un alınışından 100 küsür sene sonra atalarımız Kıbrıs’ta Magosa’daki bir Gotik kilisesini camiye çeviriyorlar. Fakat yaptıklarına bir bakalım: Aynı taşı kullanıyorlar, aynı işçiliği kullanıyorlar, daha ilginç olan bir taraf var, hristiyanlığın inancını teşkil eden tanrı-oğlu ve kutsal ruh simgesini aynen kullanıyorlar. Bakın şerefenin üzerinde de haç var (Slayt üzerinde izahat). Bu barbar denen Türklerin yaptığı birşeydir.

Tarihi bir belge. 1974 yılında bunu UNESCO genel direktörüne gösterdim, bana dedi ki "sayın müsteşar müsterih olun, Yunanlılar bu dönemde Kıbrıs meselesini UNESCO’ya getiremeyecekler". Bu slaytın sonucudur. Bunu Denktaş’a sordum "Magosadaki şerefenin üzerindeki haçı biliyormusunuz" diye. "Hiç dikkat etmedim" dedi. Kınamak için söylemiyorum. Bu, atalarımızın dini bakımdan ne kadar hoşgörülü olduğunu gösteriyor; o Allahın evi, bu da Allahın evi. Düşünebiliyormusunuz caminin üzerinde haç, yani hristiyanlığın simgesi. Biz öyle barbar, soykıran, kafa kesen bir toplum değilmişiz. Ama batılılar bunu söyleye söyleye bizi o hale getirdiler.

1683 imparatorluğun gelişmesinin en fazla olduğu dönem; Kafkaslar'dan taa Fas’a kadar, Viyana’dan körfeze kadar, güneyde Arabistan’a Hint Okyanusu'na kadar...Aşağı yukarı İtalya hariç bütün Akdeniz'e egemen bir imparatorluk... Adeta bir dünya imparatorluğu haline gelmiş. Ondan sonra yavaş yavaş gerilemeye başlıyor ve 1920’lerde Sevr anlaşmasının imzalanmasıyla imparatorluk tamamen dağılıyor, bitiyor ... 

Ve bir mucize; batının gömmeye hazırlandığı bir toplum ve bir medeniyet, bir mucizeyle diriliyor, bu cumhuriyeti kuruyor. Türkiye Cumhuriyeti, 1923. Dikkat ederseniz hepsi bitmiş. Misak-ı milli dedikleri, Anadolu’nun coğrafi veya kültürel sınırları içerisinde bir yeni cumhuriyet...

Osmanlı İmparatorluğu, bütün imparatorluklar gibi kendisinde pek çok çeşitli milleti, dini, dili barındıran bir imparatorluk. İmparatorluklar milliyetçi olamıyor; milliyetçi oldukları zaman kendi varlıklarını inkar ederler. Britanya İmparatorluğudur, İngiliz imparatorluğu değil, Rus imparatorluğunun adı Sovyet İmparatorluğudur. İmparatorluklar daima başka adları seçerler. Gerçi batılılar Osmanlı İmparatorluğuna Türk İmparatorluğu da derler. Fakat bunu iki anlamda kullanırlar. İşlerine geldiği zaman Osmanlı, işlerine geldiği zaman Türk İmparatorluğu derler. Hatta bugün bize diyorlar ki: "siz Osmanlının devamısınız Osmanlıyı ihya etmeye çalışıyorsunuz"... Bir dakika biz Osmanlı değiliz ki, biz yeni bir devletiz.

Osmanlı içerisinde Türk varlığının yeri yoktur. Osmanlı, milletleri sayarken hristiyan milletini, katolik milletini, protestan milletini, ortodoks milletini, yahudi milletini saymıştır: Türkü saymamıştır. Türk müslümandır ve Arapla beraberdir. Tüm müslümanları tek bir millet olarak saymıştır. Çünkü millet kelimesi zaten bir din birliği demektir. Milattan gelir, Arapça bir din grubu, bir din cemaati demektir.

Acaba Osmanlı'da hiç Türklük bilinci yokmuydu? Ziya Gökalp bey, yani bizim Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişimizde, Cumhuriyetin kuruluşunda, hatta  bugün bile bizi fikirleriyle etkilemiş olan Ziya Gökalp bey, 1910’larda 15’lerde şöyle bir şiir yazıyor:

“Vatan ne Türkiyedir Türklere, Ne Türkistan,
 Vatan büyük bir müebbettir, ülkedir Turan”

Yani burda bir ümit yoktur diyor ama çok sıkışırsak tekrar Asya'ya dönebiliriz, Turan orasıdır...

Aynı tarihlerde bir Osmanlı aydını olan Süleyman Nazif Bey kim olduğunu açıklıyor, içtihat dergisinde: "evvela müslüman, sonra Türküm. Hemşiremi Türk olmayan bir müslümana verebilirim, müslüman olmayan bir Türk'e asla veremem".

Türklük aşağı görülen, Avrupanın bugün gördüğünden de daha aşağı görülen, "devleti tehdit eden bir tehlike". İnanılmaz şekilde bir Türk düşmanlığı var, Osmanlı mentalitesinde. Batılılar Osmanlı'yı sevmiyorlar, ama Osmanlı'nın bu görüşünü Türklere karşı yaşatıyorlar.

Acaba şairlerimiz, aydınlarımız, -biraz önce Hocam sözünü etti- olaya nasıl bakıyorlar?

Hepinizin bu günlerde hatırladığınız Abdülhak Hamit Bey, Osmanlının islamcı zihniyetini bakın nasıl açıklıyor: "Hemen anlar halkımız, milliyetin diyanet olduğunu, yani din olduğunu, siyaset olduğunu.. şeriatta, hilafetteki islam güdümünü"… Nerede Türk? Şimdi ben bu dörtlüğü bu rubayiyi bugünki dile çevirdiğim zaman bakın ortaya ne çıkıyor.

Milliyet=siyaset=hilafet=islamiyet….

Erbakan hocalar, refahçılar nerden çıktı derseniz, işte burdan çıkıyor. Böyle bir dünya görüşünde Türk varlığı, Türk diye bir millet yoktur. Sadece bir din vardır.

Türkçe konuşan Türklerin, halkın, yani Osmanlı devletini kuranların "bir millet olmaya hakkı yoktur"...En büyük şairimiz böyle söylüyor.  Mutsuz bir adam, birkaç defa intihar ediyor onun için... Diyor ki "mahalle halkımız Asya Şaman medeniyetinden", yani onların dini şamanlıktır; İslamiyet bile değildir...  "benim gibi mektepliler ise batı bilim medeniyetindendir".

Peki sen kimsin? "Ben Türk milletindenim, ben İslam ümmetindenim, batı medeniyetindenim" diyor... Bunu söyleyen sosyolog ve filozof. Atatürkün kafası adamakıllı karışıyor böyle 3 kimlik nasıl olabilir diye? Bunu söylüyor ama kendiside pek mutlu olmuyordur herhalde. 1915-16’da İttihat Terakkiye yazdığı bir eğitim raporunda diyor ki: "Sahaflardaki din kitaplarıyla mollalar, Beyoğlu kitaplarıyla lövanten tüccarlar, ikisini uzlaştırmaya çalışan Bab-ı ali kaynaklarıyla da tanzimatçı kafalar yetişmektedir". 

Bunların bazı kelimelerini Türkçeleştirirsem bugünkü eğitim tablosu ortaya çıkıyor. Yabancı dilde eğitim yapan kolejler, Arapça eğitim veren imamhatipler, birde bu ikisi arasında kalmış devlet okulları. Çocuğumuzu nereye göndereceğiz? Göndermiş iseniz veya göndermemiş iseniz... bu şartlarda çocuk sahibi olmak istermisiniz?

"Türklük bilinci bulunmadığı için" diyor Ziya Gökalp Bey yine aynı tarihlerde, "Osmanlı düşüncesinde Türk yoktur"... Peki hiç mi Türk milleti yoktur? Varmış...

1860’larda 70’lerde bir askeri mektepler nazırı Süleyman Paşa var. Bu adam ilginç bir adam. İlk defa Osmanlı'ya tarih bilinci getiriyor. Dünya tarihi diye bir kitap yazıyor. Arkadaşına bir mektup yazıyor, diyor ki: "Milletimizin adı Osman'dır, milletimizin adı Türktür. Buna göre dili ve edebiyatı da Türkçe olmalıdır". Ama bunu arkadaşına yazıyor, yayınlayamıyor; yayınladığı anda nazırlık falan gidebilir. Çünkü Osmanlı Türk varlığını kabul etmiyor. 

Atatürk bu dönemde kendini yetiştiren bir varlık ve Atatürk Amasya genelgesinde bir millet bilincini dile getiriyor. Millet Meclisi kurulmamış, Cumhuriyet ortada yok... Samsun’a çıkmış, ilk durak Amasya. “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir". Vatanı anladık da millet ne oluyor?.. Vatan, vatan şairi Namık Kemal'in düşündüğü gibi, böyle ne olduğu belli olmayan bir şey...Bu tehlikededir...

“Bağımsızlığımızı milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Nerde o millet? Henüz öyle bir millet yok. Şimdi geçen haftalarda cumhuriyeti kutladık ve arkasından da Atatürk'ün ölüm yıldönümünü andık.

Atatürk gerçekten evrensel bir devrimciydi. O, olmayan bir milleti yaratmıştır. "Bir yarı-sömürge haline gelmiş imparatorluk".. bu onun sözüdür. İzmir iktisat kongresinde diyor ki "Osmanlı devleti son 40 yılında batının yarı sömürgesiydi" ve "biz bir imparatorluktan bir cumhuriyete geçip, ancak çağdaş yaşarı".  Laik bir cumhuriyetin kurulması, tanrı egemenliği yerine halk egemenliğinin kurulması ki cumhuriyet kelimesinin anlamı budur, onun kurulması bağımsızlıktır. Bu  mucizeyi Atatürk tek kavrama bağlıyor; o da cumhuriyet.

Kimliğimizi dini bir kimlikten, bir inançtan alıp akla, inanca ve bilime bağlayan bir cumhuriyet kurdu, bu anlamda cumhuriyet tam bir kültür devrimi olmuştur. Atatürkün yaptığı bütün işler bu kültür devrimiyle mümkün olmuştur.

Bu cumhuriyetin yaratacağı kültür o insanı yaratacak, o insan da bu kültüre sahip çıkacak, onu geliştirecek. Atatürk'ü böyle anlamamız gerekiyor.

Ulus devlet ölmemiştir; yaşatmamız gerekiyor. Ama eğer bu bir cumhuriyetse...  Onu bizim yaşatmamız gerekiyor; devlet güçlerinin değil...

Atatürk'ün çok güzel bir sözü var, diyor ki: fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ... şair Tevfik Fikret'ten almış. "Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür koruyucular ister". Cumhuriyetin bizden istediği budur. Eli silahlı, cebi bıçaklı koruyucular değil. Yani siz bu cumhuriyete sahip çıkarsanız, bu cumhuriyet yaşar. Bu cumhuriyete asker amcalar sahip çıkıyor, çıksınlar; o zaman  cumhuriyet bizim cumhuriyetimiz olmaz, askerliğin cumhuriyeti olur. Askerler onu korumada görevlidir. Ama yalnız onlar değil, biz de görevliyiz.

1. Prof.Dr. Bozkurt Güvenç'in 23.Kasım.2000 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nde verdiği konferanstan derlenmiştir.
2. "Türk Kimliği", Prof.Dr. Bozkurt Güvenç, ISBN 975-17-1311-0, 1993.
   
   
   
 
 

 
   
   
   

 

 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

[ Kim Bu Türkler ] Algilar ] Kültür Politikasi ]