'Ekonomik Gelişmeyi 'Yeniden' 
		Düşünmek', Yakup Kepenek 
		
		
		
		Yaşanmakta olan ağır bunalım, çok sarsıcı ve uyarıcı bir etki yaptı. Küresel 
ekonomi yönetimleri, ister en gelişmiş sekiz ülkeyi (G8) isterseniz ülkemizin de 
içinde bulunduğu G20yi alın, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığını yaşıyor. 
Piyasa her derde devadır deniliyordu; şimdilerde ulus devletler piyasanın 
yarattığı yıkımı düzeltmek için kolları sıvıyor.  
 
Neoliberalizmin, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ekonomik gelişmeyi 
sağlaması bir tarafa, en gelişmiş ülkelerde de durma noktasına geldiği, 
gerilemeye ve giderek yıkıma yol açtığı görülüyor. Ülkeler çözüm arıyor.  
 
ABDde Obama yönetimi, iki yılda 2.5 milyon kişiye yeni iş alanı açacak bir 
tasarım üzerinde çalıştığını açıklıyor. İngilterede ise işbaşındaki İşçi 
Partisi; yönetim değişikliği, İngilterede de İşçi Partisinin hükümet olması, 
bu ülkeler için bir şans sayılıyor. Diğer ülkeler de başlarının çaresine 
bakıyor.  
 
Batı kapitalizminde yaşanan bu piyasanın bozduğunu düzeltme ya da sol sapma 
bir büyük dönüşüme işaret ediyor. Bu süreç, Türkiye gibi ülkelerde, yıllardır, 
unutulan ve unutturulan ekonomik gelişmeyi yeniden düşünmek ve gündeme 
getirmek için bir anlam ve öneme sahip olabilir mi?  
 
Bu soruya evet demek gerekiyor.  
 
***  
 
Son bunalımın öğretmesi gereken birkaç noktanın altı çizilmelidir. Birincisi, 
piyasa, kapitalizm ile eşanlamlı ve özdeş değildir. Piyasa kapitalizm öncesinde 
de vardı; kapitalizmin değişen nitelikleri içinde de varlığını sürdürüyor. 
İkincisi, ekonomik kaynakların etkin ve verimli kullanılması için bunların 
mülkiyetinin mutlaka özel ellerde olması zorunluluğu bulunmuyor. Kaldı ki özel 
mülkiyet, sermaye büyüklüğüne göre çok büyük niteliksel farklılıklar gösterir. 
Örneğin, bir milyondan fazla ortağı bulunan ABDnin otomotiv devi GM ile 
sokağımızın başındaki bakkalın mülkiyet ve yönetim uygulaması -söylemeye gerek 
yok ki- çok farklıdır. Üçüncüsü, Kamu mülkiyeti batırır, özel mülkiyet başarır 
diye bir kural olamaz. Her iki mülkiyet biçiminin de artıları ve eksileri vardır; 
son bunalım, özel mülkiyetin başarısızlığının kusursuz örneklerini her gün 
sergiliyor. Son bir nokta daha var; her ülke kendi bunalımına karşı yine kendi 
çözüm arıyor, küreyi göz ardı etmeden ulus devletine yeni işlevler yüklüyor.  
 
***  
 
Bu ortamda, Türkiye, rafa kaldırdığı ekonomik gelişme kavramını neden 
tartışmasın? Neden gelişme arayışlarına girilmesin?  
 
Tarihin kanıtladığı gerçek şudur: Bu tür özgün, ulusal gelişmeci atılımlar, 
gelişmiş kapitalizmin zayıf düştüğü dönemlerde, onlar kendi dertleriyle 
boğuşurken başarılabiliyor.  
 
Ekonomik bunalıma çözüm nasıl olsa ulusal düzeyde aranacak ve bulunacaktır. Bu 
çözüm programının, birkaç aylık, en çok bir yıllık önlemleri içermesi gerektiği 
biliniyor. Ancak kısa dönem çözüm önlemleriyle birlikte ya da bunlarla 
bütünleşik olarak, ülkenin üretim olanaklarını arttırıcı bazı girişimler 
olmalıdır. Örneğin, enerji, iletişim ve elektronik, tıp, özellikle de genetik 
gibi diğer kesimlerin harekete geçmesini sağlayacak kilit sektörlerde, kamu 
eliyle ve fakat siyasetten bağımsız çalışacak araştırma-geliştirme eksenli 
üretim birimleri kurulabilir. Böyle bir teknolojik açılım, diğer sektörleri 
ileriye taşıyacağı gibi, ülkenin bilim ve araştırma altyapısını geliştirir ve 
kurumlarını güçlendirir. Sayıları hızla çoğalan üniversitelerin gelişmesini ve 
bilimsel çalışma ile mal ve hizmet üretimini birleştirmelerinde itici güç işlevi 
görür.  
 
***  
 
Kuşkusuz çok daha ayrıntılı tartışma ve çalışmaları gerektiren bu tür bir 
gelişmeci açılım, en başta, siyasetin görevidir. Bunun için de yıllardır 
uygulanan ekonomik gelişmeyi tamamıyla serbest piyasaya bırakan anlayışın yanlış 
olduğu gerçeğinden yola çıkmak, gelişmeci devlet anlayışını, tüm toplum 
kesimlerinin desteğini de sağlayarak yaşama geçirmek gerekiyor.  
 
Eğer yaşanmakta olan küresel dönüşüm bu ülkenin ekonomik ve toplumsal gelişmesi 
için değerlendirilmezse, yarının kuşakları, haklı olarak bugünkü siyasetçiyi 
sorumlu tutarlar.  
 
Yıllardır, şiddetle esen liberalizmin güçlü rüzgarlarıyla gelişmeci kimliklerini 
iyice yitiren siyasal akımlar ve partiler, kendilerini yenileyip bir gelişmeci 
dönüşüme öncülük edebilirler mi? Yaşamsal soru budur.  
		
						
		
						
		
		
						
		
		
			  
		
						 
		
		
		
		 |