Bela 
		
		Şimdi bu kadar yakınlıktan sonra, 
		Türkiye nasıl birden bire batıdan yana döndü ve Asyayı kendine düşman 
		gibi görmeye başladı ve Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisini kaybetti. 
		Bakın birazcık askerlikten anlayan şunu hemen anlar.  
		 
		 
		Kuzeyini Sovyetler Birliği ile dostluk sayesinde garantiye almıştır. 
		İran ile kurduğu dostluk sayesinde gerisini garantiye almıştır. 
		Balkanlardaki eski Osmanlı toprakları üzerine kurulmuş olan devletleri 
		bir araya getirerek Balkan Paktını kurarak Hitlere karşı garantiye 
		almıştır.  
		 
		 
		Güneyde, Sadabad Paktını kurarak ki orada Irak, İran ve Afganistan 
		vardır. İngiltereye karşı kendini garantiye almıştır. Açık bıraktığı 
		tek cihet batıdır. Neden? Çünkü belanın oradan geleceğini biliyor da 
		ondan. Gerçekten bela gelmekte hiç gecikmemiştir. Türkiyede 
		Cumhuriyetin ilanından sonra ortaya çıkan parti kavgalarının ardında 
		hep batı vardır. Herkes, Şeyh Sait İsyanını orada cahil bir Kürt 
		Müslümanlık adına isyan etti zanneder. Hayır öyle bir şey yok. İki 
		kelimeyle onu da anlatayım isterseniz.  
		 
		 
		Şeyh Sait İsyanı 
		Biliyorsunuz, Mustafa Kemal Paşa Süleymaniye, Kerkük ve Musulun Misak-ı 
		Milli sınırları içersinde olduğunda ısrarlıydı. Yani, vermiyorduk. 
		Lozanda bu tartışıldı. Kabul ettiremedik. Kabul edilmeyince, bir 
		konferans yapar orada anlaşırız dediler. İstanbulda Haliçde bir 
		konferans yapıldı. Orada da anlaşılamadı. Her iki tarafta burası bizim 
		diyor. İngilizler bizim diyorlar, biz burası bizim diyoruz. Bunun 
		üzerine, Birleşmiş Milletlerinin o zamanki varyasyonu olan Milletler 
		Cemiyetine gidildi. İngilizler, orada kulisleri sayesinde kendi 
		lehlerine bir karar çıkardılar. Ve Türkiyeye denildi ki Süleymaniye, 
		Musul ve Kerkükü terk edeceksiniz. Türkiye ne yaptı biliyor musunuz? 
		Türkiye bunu reddetti. Türkiye bunu reddedince ne oldu biliyor musunuz? 
		İngiltere devleti vehimhanesi Ankaraya bir ültimatom verdi. Eğer orayı 
		bize vermezsen savaş çıkar. Türkiyenin cevabı ne oldu biliyor musunuz? 
		Savaşırız! Oldu. Biz böyle bir devletin çocuklarıyız. Bir de şu halimize 
		bakın. İngiltere devlet vehimhanesine Süleymaniye, Musul ve Kerkük için 
		savaşırız diyoruz. Savaştan çıkalı henüz beş sene olmuş. Halbuki, 
		sonradan savaşsız, bir miktar para alarak her üçünü de onlara 
		devrettik.  
		 
		 
		Batı Belası 
		Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiyenin başında bir batı belası vardır 
		ve bu bela hiç eksik olmamıştır. Bu nedenle, Mustafa Kemal ölünceye 
		kadar batıyla hiçbir anlaşma yapmamıştır. Kral 8. Edward, Dolmabahçe 
		Sarayına Mustafa Kemal Paşanın ayağına kadar geldi. Mustafa Kemal Paşa, 
		Dolmabahçe Sarayında, Kralın Edwardın isteklerinin hepsini reddetti. 
		İngilizlerle hiçbir anlaşma da yapmadı. Peki İngilizlerle ne zaman 
		anlaşma yaptık? Mustafa Kemal Paşanın ölümünden 144 gün sonra, çok da 
		değil. Ve hiç açık bir mecburiyet yokken İsmet Paşa gitti İngilizlerle 
		bir anlaşma imzaladı. Bugün içine düştüğümüz çıkmazın başlangıcı o 
		anlaşmadır. O anlaşma bizi, İkinci Cihan Harbinde sefil etti. Hatta 
		biraz da rezil etti. Herkesle dost olduk hiç birinin yanında harbe 
		girmedik. Bundan da biz sanki büyük bir başarı kazanmış gibi çıktık. 
		Tek başına ve yalnız kalmıştık. O günden bu güne Türkiye artık kendisini 
		ciddi ve önemli bir devlet sayamıyor. Bu utanç verici bir şeydir. 
		Sizin 70 kusur milyon nüfusunuz olacak ve dünya ekonomisinin ilk 20si 
		içinde ilk 16. sırada bulunacaksınız, dünya savunma örgütleri içersinde 
		ilk 10da 6. sırada olacaksınız ve küçük bir devlet gibi acaba beni 
		Avrupa Birliğine alırlar mı? acaba Amerika bana bunu verir mi? diye 
		Medine fukarası gibi yalvaracaksınız. Gazi kim bilir mezarında nasıl 
		dönüyor? Bu olacak bir iş değildir. Yapılacak bir iş değildir. Hele 
		bizim yapmamıza kimsenin tahammülü olmaması gereken bir şeydir.  
		 
		 
		Batı bizden korkuyor 
		Batı bizden korkuyor. Bu o kadar açık ortada. Fakat bir türlü devleti 
		yöneten adamlarımıza bunu anlatamıyoruz ama hiç olmazsa aydınlarımız 
		bunu anlamalı. Bizim amacımız, batılılaşmak değildir. Bizim amacımız çağdaşlaşmaktır. 
		İkisi birbirinden farklı şeylerdir. Batılılaşmak demek, batıda herhangi 
		bir devletin gelişmek için ne yaptıysa, hepsini alıp Türkiyede yapmak 
		demektir. Bu yaptığınıza, sömürgeleşmek denir. Çünkü batılı devletler 
		sömürgelerinde bunu yaparlar. Yani, mesela Cezayirli yazarlar Fransızca 
		yazarlar ve eserlerini Fransada yayınlarlar. Şimdi bizim delikanlıların 
		İngilizce yazıp Amerikada yayınlamak istemeleri gibi. Bu bir hacalettir. 
		Utanç verici bir şeydir. Sen kendi dilinde yazıp oraya kendini kabul 
		ettirebiliyor musun? Sen o zaman önemli bir devletsin. Ve sen bunu 
		yapacak güçtesin. Şimdi buraya nereden ve niçin geliyorum? Çünkü biz 
		buraya gelebilmek için başlangıçta anlattığım o dramatik sahneleri 
		yaşamış olan Egeyi özellikle İzmiri kurtarmayı hedef edinmiştik. Büyük 
		Taaruzun hesabı kitabı bunun üzerine yapılmıştı. 26 Ağustosta Büyük 
		Taaruz başladığı zaman, kıtalar hedeflerini biliyorlardı. Hedef 
		Akdenizdi. O da İzmir demekti. O savaşı çeşitli yabancılardan okumak 
		lazım. Ve gene şaşıracaksınız. En iyi Ruslar anlatıyorlar. Çünkü cepheye 
		en yakın sokulabilen Ruslar olmuşlar o zaman. Ve birisinin anlattığı bir 
		sahne vardır ki benim hiç gözümün önünden hiç gitmez. Askerler sıraya 
		girdiler. Bir yerde onlara avuçla arpa veriliyor. Buna bir anlam 
		veremedim. diyor bir Rus gazeteci. Gittim ve bunu bu işi yapanlara 
		sordum. Niçin bu arpayı veriyorsunuz? Bu onların tayını demişler. Bu 
		arpayı haşlayıp yiyeceklerdir. İşte, biz bununla İzmire geldik. 
		Bununla, Yunanlıları denize döktük.  
		 
		 
		Şeref ve Namus': İstiklal Savaşı 
		Sizler o Türkler misiniz, değil misiniz? Bunu bir düşünün. Onlar böyle 
		adamlardı. Sözü sonuna bağlamadan önce gene o günlere dönelim. Fahrettin 
		Paşanın Süvari Kolordusu Büyük Taaruzda çok faal rol oynamıştır. 8 
		Eylül günü yani bugün Manisaya girer. Manisa kurtulmuştur. Uzun süreden 
		beri savaşmaktadırlar ve henüz süvarilerin midesine sıcak yemek 
		girmemiştir. Manisanın kazanılması üzerine, bir yemek yenilmesi 
		emredilir. Seyyar mutfaklar kurulur. Yemek hazırlanmaya başlanır. Fakat 
		bir müddet sonra, bu taraftan (İzmirden) bir telgraf gelir. Yunanlılar 
		çekiliyor, yerli Rumlar şehri yakacak, acele yetişilmesi lazımdır. 
		Menemenden bir telgraf geliyor. Rumlar bizi yakacak derhal yetişmeniz 
		lazımdır. Derhal kazanlar dökülüyor ve süvariler atlara atlayıp bu gece 
		İzmir istikametinde ve Menemen istikametinde harekete geçiyorlar. Ve 
		aşağı yukarı sabah yaklaşırken bu civara gelmişlerdir. 9 Eylül sabahı, 
		Kumandanı Yüzbaşı Şerafettin Bey olan öndeki birliklerden bir tanesi 
		İzmire ilk giren birlik olmak hırsı ve hevesiyle şimdiki ismiyle Hilal 
		ve Alsancak dediğimiz bölgeden bir taaruz geliştiriyor. Neticede, dört 
		nala ilerlerken hiç beklemedikleri bir şekilde, bir yıkıntının arkasında 
		pusu kurmuş olan yerli Rumlar ani bir ateş açıyorlar. Ve bu ateş onları 
		durduruyor hatta içlerinden üçü orada şehit oluyor. Fakat Yüzbaşı 
		Şerafettin Beyin atlıları öyle kolay yılacak atlılar değillerdir. 
		Savaşarak, Alsancak istikametinden İzmire girerler. 9 Eylül sabahı, 
		saat 10.30da, Konakta Hükümet Konağının balkonunda asılı olan Yunan 
		bayrağını Yüzbaşı Şerafettin Bey bizzat indirir. Türk Bayrağını çeker. 
		Ve İzmir Türk olur. Çok geçmeden Sarıkışla ve Kadifekaleye de bayrak 
		çekilir. Böylece hedefe varılır. Varılır da beni düşündüren şudur. Neden 
		bu kadar sene geçtiği halde, hiç birimiz bu üç şehidin kim olduğunu hiç 
		araştırmadık. Onlar her şeyleriyle, İstiklal Savaşının gerçek 
		temsilcileridir. Sonuna kadar getiriyorlar ve şehre girerken şehit 
		düşüyorlar. Şu kadere bakın. Ben bunu ilk defa, burada (İzmirde) 
		gazetecilik yaparken Karşıyakaya geçtiğim yolda bir abide görünce fark 
		ettim. Sıradan küçük bir taş dikilmişti. Nedir diye merak ettim. Çünkü 
		öyle şatafatlı bir şey değildi. Bir gün arabadan indim ve baktım. 
		Üzerine yaldızla eski harflerle kısacak bir not düşülmüş. Ben Cumhuriyet 
		çocuğu olduğum için eski yazıyı bilmiyorum. Onu aynen kopya ettim. Sonra 
		götürdüm, o zaman sağ olan anneme gösterdim. Annem ona baktı ve iki 
		kelime okudu. Şeref ve Namus. Bu iki kelime, bütün bir İstiklal 
		Savaşının özetidir. Biz tarihte 20ye yakın devlet kurmuş bir kavimiz. 
		Biz öyle kolay kolay Yunanlıya, İngilize, Fransıza esir olacak bir 
		millet değiliz. Bunu her zaman isteyenler çıkacaktır. Ama görev 
		verilmiştir. Görevi biliyorsunuz. Birinci vazifemiz, Türk İstiklalini ve 
		Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdaafa etmektir. Bu, bizim en 
		büyük hazinemizdir. Ama bu hazineyi, istikbalde dahi elimizden bizim 
		almak isteyecek olan harici ve dahili bedhahlarımız olacaktır. O 
		bedhahlara karşı aynı mantıkla direnebilmeliyiz. O bedhahlar, Mustafa 
		Kemal Paşanın nutkun sonunda belirttiği bedhahlar ortada. İş o kadar 
		vahim.  
		 
		 
		Onun için ben diyorum ki Parola Vatan, İşareti Namus O halde dikkat. 
		Görev başına. Marş marş, marş!  
  
		Attila İlhan 
  
		  
		
		
						
						
		
		
			  
		
						 
						
						
		 |