| 
            
			
			 
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			
			  
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Televizyonda haberleri izliyorum. 
			Başbakan Diyarbakır'a gitmiş ve Başbakan'ı Diyarbakır'da PKK 
			karşılamış! 
			
			  
			
			Evet, şaka değil, Başbakan'ı 
			Diyarbakır'da PKK karşıladı!  
			
			  
			
			Terör örgütünün tehdidiyle kapatılmış 
			dükkânlar, güvenlik güçlerine saldıran "gösterici" denilen 
			teröristler, yollarda kurulmuş barikatlar, yakılan lastikler ve her 
			tarafta toplanmamış süprüntüler, çöpler
 Herhalde Başbakan'ı en çok 
			bu çöpler rahatsız etmiş olacak ki, çöplerin yarattığı pisliği 
			eleştiriyor, "belediyenin çöp kamyonu yok mu?" diye soruyor Erdoğan? 
			
			  
			
			Türkiye'nin Başbakanı'nın yaşananlara 
			hangi kafa yapısı ile baktığının veciz ifadesi budur bu soru. Oysa 
			birkaç yıl önce ne diyordu Başbakan? 
			
			  
			
			"Diyarbakır'ı BOP'un yıldızı 
			yapacağız." 
			
			  
			
			İşte Recep Tayyip, al sana "yıldız"! 
			Artık o "yıldızı" nerene takarsın, o da senin bileceğin bir iş
 
			
			  
			
			Hükümet içeride PKK'nın yasal 
			uzantıları ile gayri resmi müzakerelere başlamış, Kuzey Irak'ta da 
			Barzani ile pazarlığa oturmuştur! Barzani, görüşme sonrasında 
			"duvarları yıktık" diyor. O yıkılan duvarlar altında kalan 
			Türkiye'nin bütünlüğüdür, bu milletin birliğidir! 
			
			  
			
			Bağdat'ta Barzani ile görüşen Türkiye 
			temsilcisi, "uzun bir süredir beklediğimiz bir buluşma idi bu
" 
			diyor görüşme öncesinde, basına poz verirlerken... İçinde biraz 
			yurtseverlik duygusu, bir parça ulusal hassasiyet olan insan, şu 
			sözler karşısında kahrolur! Barzani lütfetmiş ve Türkiye'nin "uzun 
			süredir beklediği görüşme" gerçekleşmiş sanki! Manzara bu
 
			
			  
			
			PKK'nın yasal uzantısı DTP'nin Genel 
			Başkanı Ahmet Türk ise, parti ileri gelenleri ile beraber 
			Diyarbakır'dan meydan okuyor Türkiye'ye
 "Sayın Öcalan'a İmralı'da 
			fiziksel şiddet" uygulanmasına tepki gösteriyorlarmış! Türkiye, 
			1980'de "Kürtlere sosyal siyasal, ekonomik soykırım uygulamış" da 
			PKK ondan ortaya çıkmışmış! 
			
			  
			
			Soykırım uygulandığı için mi, 
			Diyarbakır'da çıkıp konuşabiliyorsun şimdi? Bu toprakların gördüğü 
			soykırımcı tek bir örgüt vardır: PKK
 Kurulduğundan beri "ölüm 
			tarlaları" ile donattı Doğu'yu? Şimdi hangi soykırımdan 
			bahsediyorsunuz utanmadan? 
			
			  
			
			İşte Türkiye'de "demokrasi" böyle bir 
			şey
 Her türlü "özgürlük" var sözde "demokratik" rejimde
 Ülkeyi 
			bölme, milleti aşağılama, teröristi kutsama, yalan, dolan, soygun, 
			talan
 Ama yoksul çiftçi Başbakan'a derdini anlatmaya kalktı mı, 
			"ananı da al git, hadi oradan
" 
			
			  
			
			Bu ülkede hiç kimsenin bölücü terör 
			destekçileri kadar özgürlüğü yoktur! Böyle bir düzen de dünyanın 
			hiçbir yerinde yoktur! 
			
			  
			
			Ne yazık ki Türkiye bütün bunları 
			seyrediyor! Millet, akşam televizyonun karşısına geçiyor, ilgisizler 
			boş gözlerle seyrederken olanları; kahrolanlar, kızanlar ancak küfür 
			ediyor, isyan ediyor, kendini yiyip bitiriyor. Sonuç, sıfıra sıfır, 
			elde var sıfır.  
			
			Bu ülkenin Başbakan'ı bile, 
			Diyarbakır'a gittiğinde elini kolunu sallayarak rahat rahat 
			dolaşamıyor sokaklarda
 Ama terör örgütünün yasal uzantıları 
			Ankara'da, (sadece Ankara'da mı Türkiye'nin her yerinde) ellerini 
			kollarını sallayarak rahat bir şekilde dolaşıyor, milleti 
			kışkırtıyor. 
			
			  
			
			Bu mu demokrasi? 
			
			  
			
			Bugün hiçbir parti Şırnak'ta, 
			Silopi'de, Hakkâri'de ve benzer güneydoğu illerinde ve ilçelerinde 
			özgürce siyasal faaliyette bulunamaz. Ama terör örgütünün yasal 
			uzantıları, Cumhuriyet'in sağladığı bütün imkânlardan 
			yararlanıyorlar o cumhuriyeti yıkmak, ülkeyi bölmek için
 
			
			  
			
			Bu mu demokrasi? 
			
			  
			
			Bu şekilde teröre karşı başarı 
			sağlanır mı? Devlet, devlete yakışır şekilde davranmazsa onun 
			iktidarının ve saygınlığının bir ağırlığı olur mu? 
			
			  
			
			AB önerileri ve reform paketleriyle, 
			sözde "demokratikleşme" çerçevesinde yapılan açılımlarla işte 
			gelinen nokta budur. 
			
			  
			
			Terörle gerçekten mücadele etmek mi 
			istiyorsunuz? Ülkenin bütünlüğü, milletin birliği bozulmasın mı 
			istiyorsunuz? 
			
			  
			
			O zaman öncelikle terör örgütünün 
			yasal uzantılarına karşı gerekli önlemler ve tedbirleri ivedilikle 
			alacaksınız. Demokratik sistem içinde yasal imkânlardan yararlanarak 
			faaliyet gösteren, ama PKK terörü karşısında en azından bir kınamada 
			bile bulunmayanların yasal imkânlardan yararlanma hakları olamaz. 
			Zaten bu saatten sonra herhangi bir kınamanın da hiçbir anlamı, 
			önemi ve inandırıcılığı yoktur. Terörü meşru görenlerin, ne TBMM'de 
			ne de demokratik siyasal sistem içinde yeri olamaz. Yasal yollardan 
			bölücülük propagandası asla kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti'ne 
			meydan okunan yerde, OHAL'sa OHAL, Sıkıyönetim ise Sıkıyönetim
 
			
			  
			
			Barzani ile görüşmelere bir an evvel 
			son verilmelidir. Barzani ile PKK bir madalyonun iki yüzüdür. 
			Barzani ve Talabani'nin Kuzey Irak'taki kukla devletinin altyapısını 
			inşa eden Türk şirketleri en kısa zamanda geri çekilmelidir. Kuzey 
			Irak'a tüm giriş ve çıkışlar kapatılmalı, ekonomik ambargo 
			uygulanmalıdır. Kuzey Irak'ın Türkiye üzerinden dünyaya açılması 
			mutlak surette engellenmelidir. Kuzey Irak'taki Kürt gruplarının 
			Türkiye'deki temsilcileri de en kısa sürede sınır dışı edilmeli, 
			temsil büroları kapatılmalıdır. O zaman PKK'ya karşı mücadele için 
			aynı masanın başına oturup Barzani'yi ikna etmenize gerek 
			kalmayacaktır! 
			
			  
			
			PKK'ya çeşitli şekiller altında 
			destek veren ülkelere en sert şekilde uyarılarda bulunulmalı ve 
			gerekirse diplomatik ilişkiler bir alt düzeye indirilmelidir. 
			
			  
			
			İncirlik üssü en kısa sürede 
			kapatılmalıdır. 
			
			  
			
			Bütün bu girişimlerin bir adım daha 
			ötesinde, Kuzey Irak'tan ülkemize yönelik her terörist saldırıya 
			karşılık gerekirse Kuzey Irak'taki önemli yerleşim birimlerine 
			yönelik misillemede bulunulmalı, buradaki otorite sahiplerinin PKK 
			terörüne destek olmalarına bu şekilde yanıt verilmelidir. 
			
			  
			
			Kısacası şu veya bu şekilde PKK 
			terörünü destekleyen veya göz yumanlar, Türkiye ile PKK arasında bir 
			seçim yapmaları gerektiğini artık anlamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti 
			emperyalizmin kucağına oturarak kurulmuş bir kabile devleti 
			değildir. Binlerce yıllık devlet geleneğine sahip, antiemperyalist 
			bir ulusal bağımsızlık savaşı ile kurulmuş büyük bir devlettir. Bu 
			gerçek, unutan herkese eylemli olarak hatırlatılmalıdır. 
			
			  
			
			Cumhuriyetin varlığı, ülkenin 
			bütünlüğü, milletin birliği her şeyin üstündedir. Demokrasi, bu 
			değerlere hizmet için vardır, yok etmek için değil! 
			
			  
			
			Peki, bunları kim yapabilir? 
			
			  
			
			İngiliz Bakanlarla, Nakşibendi 
			müritleriyle, deliğe süpürülmeyip kullanılanlarla bu işin olmayacağı 
			artık ortaya çıkmıştır. Türkiye'nin eksiği bir milli hükümettir. 
			
			  
			
			Asıl sorun budur. 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			General Ray Odierno, Türkiye'ye 
			geldi. 
			
			  
			
			Şimdi, "kim bu kefere?" diye 
			soracaksınız. 
			
			  
			
			Vatan gazetesi (25.10.2008) "Çuvalcı 
			Paşa" diye başlık atmış, bilmem bu sorunuza yanıt olur mu? 
			
			  
			
			2003'te Süleymaniye'de Türk askerinin 
			kafasına çuval geçiren ABD Kuvvetleri'nin komutanı bu Odierno! İşte 
			bu general, şimdi Türkiye'ye teşrif ediyor ve Org. Hasan Iğsız ile 
			görüşüyor! 
			
			  
			
			Org. Iğsız, Genelkurmay İkinci 
			Başkanı olan komutanımız
 Hani, Aktütün baskınından sonra yapılan 
			basını bilgilendirme toplantısında sözde "Kuzey Irak Bölgesel 
			Yönetimi"nin terör örgütüne yol, hastane gibi imkânlarını sunduğunu 
			ve Türkiye'nin terörle mücadelesine de destek vermediğini söyleyen 
			komutanımız
 
			
			  
			
			Ne konuşmuşlar Çuvalcı Paşa ile Org. 
			Iğsız? 
			
			  
			
			Ben de gazetenin yalancısıyım, 
			görüşmenin konusu "terör örgütü ile mücadele" imiş! 
			
			  
			
			Bir yanda terör örgütüne sözde "Kuzey 
			Irak Bölgesel Yönetimi"nin destek verdiğini söyleyen komutanımız, 
			diğer yanda Kuzey Irak'taki bu maşalara her türlü desteği veren 
			"stratejik müttefikimiz" ABD'nin generali! 
			
			  
			
			Görüşme konusu da "terör örgütü ile 
			mücadele
" 
			
			  
			
			Peki, çuvallar nerede? 
			
			  
			
			Skeç gibi vallahi! 
			
			  
			
			Türkiye, bir "ilk"e daha tanık oldu 
			böylece! 
			
			  
			
			"İlk"ler sadece bundan ibaret değil 
			ama! Genelkurmay Başkanımız da pazartesi günü yine bir "ilk"i 
			gerçekleştirip Bakanlar Kurulu'na "terörle mücadele" konusunda bilgi 
			verecekmiş! 
			
			  
			
			Bildiğim kadarıyla terörle mücadele 
			konusu zaten Milli Güvenlik Kurulu'nun her toplantısında 
			konuşuluyor. Başbakan ve Başbakan Yardımcıları'ndan başka, 
			Dışişleri, İçişleri, Milli Savunma ve Adalet Bakanı da MGK üyesi
 
			Ayrıca Genelkurmay Başkanı da bağlı olduğu Başbakan ile istediği 
			zaman görüşebiliyor. 
			
			  
			
			O zaman pazartesi günü yapılacak 
			toplantının anlamı nedir? Milli Güvenlik Kurulu'nun zaten üyesi olan 
			bakanların dışındaki Bakanlar Kurulu üyelerini bilgilendirmek için 
			mi yapılıyor bu toplantı? Örneğin Tarım Bakanı, Sanayi Bakanı vb
 
			Yoksa bir anlamda görünüşü kurtarmaya, hükümet-asker ilişkisinin 
			ılımlılığını göstermeye mi hizmet ediyor? Terörle mücadele konusunda 
			asıl yapılması gerekenler yapılamadığı için, aslında bir anlamda 
			havanda su dövülerek oyalanılıyor! 
			
			  
			
			Kısacası, Çuvalcı Paşa ile yapılan 
			görüşmeler de kendini BOP eş başkanı ilan edenlere verilen 
			brifingler de "çok güzel hareketlerdir", o kadar! 
			
			  
			
			O zaman ortadaki tabloya bir de başka 
			boyuttan yaklaşalım. Madem Genelkurmay Başkanlığı "ilk"leri 
			gerçekleştirmek konusunda bu derece kararlıdır ve her fırsatta bir 
			"ilk"i daha gerçekleştiriyor, benim de naçizane bir talebim olacak 
			Sayın komutanlarımızdan
 Ordumuz yıllardan beri savaşıyor. Ülkemizi 
			bölmek isteyen hainlerle mücadele ediyor. Binlerce evladımız şehit 
			oldu bugüne kadar! 
			
			  
			
			Acaba Genelkurmay Başkanlığı bir 
			"ilk"e daha imza atıp, bu şehit olanlardan yüzde kaçının siyasetçi, 
			bakan, milletvekili, yüksek asker-sivil bürokrat ve işadamı çocuğu 
			olduğunu açıklayabilir mi? Hatta şehit olanlardan da vazgeçtim, doğu 
			ve güneydoğuda askerlik hizmetini yapanların acaba yüzde kaçını 
			oluşturmaktadır, bu siyasetçi, milletvekili, bakan, yüksek 
			asker-sivil bürokrat ya da işadamı çocukları? 
			
			  
			
			Eğer bunu hesaplamak zorsa, askeri 
			dinlenme tesislerinde, kamplarda, orduevlerinde ya da 
			büyükşehirlerdeki karargâhlarda askeriliğini yapanlar arasında, bu 
			saydığımız kesimlerin çocuklarının oranı nedir, bunun açıklanmasına 
			da razıyım. 
			
			  
			
			Asıl "çok güzel hareket" böyle bir 
			"ilk"e imza atmak olacaktır! 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Şimdi birileri çıkıp "TSK, terörle 
			mücadelede başarısızdır. Hem de 23 yıldır böyledir bu" dese, kim 
			bilir ona neler söylenir?  
			
			  
			
			"Başarılı olsaydık, bu mücadele 
			sürecinin bugünlere gelmemesi lazımdı. Başarısızlık tamam, ama son 
			bir yıl için söylemiyorum, 23 yıllık süreci kastediyorum. Bu alanda 
			adım atmamız gereken konu var." 
			
			  
			
			Bahsedilen veremle mücadele değil, 
			terörle mücadeledir.Bu sözleri söyleyen de, o zaman Kara Kuvvetleri 
			Komutanı olan şimdinin Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ
 
			
			  
			
			Tarih: 7.10.2007 
			
			  
			
			Yer: Diyarbakır... 
			
			  
			
			Şimdi birileri çıkıp "TSK, terörle 
			mücadelede başarısızdır. Hem de 23 yıldır böyledir bu" dese, kim 
			bilir ona neler söylenir, neler? 
			
			  
			
			Ne hainliği kalır, ne alçaklığı, ne 
			de yavşaklığı... 
			
			  
			
			Oysa 
			Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, "Bu mücadele sürecinin bugünlere 
			gelmemesi lazımdı. Başarısızlık tamam
" diyor ve ekliyor: "23 yıllık 
			süreci kastediyorum." 
			
			  
			
			Ne var ki daha ilginç olanı 
			Genelkurmay Başkanı'nın yaklaşık bir yıl önce yaptığı bu 
			değerlendirmede, "Bu alanda adım atmamız gereken konu var" demesidir. 
			
			  
			
			Acaba hangi 
			konudur o "adım atmamız gereken"? 
			
			  
			
			Gazeteci Fikret 
			Bilâ bu sözleri şöyle değerlendirmiş bir yıl önceki yazsısında: 
			
			  
			
			"Bu sözleri analiz edersek ortaya iki 
			sonuç çıkıyor: 
			
			  
			
			1.PKK ile sadece askeri mücadele, 
			sorunu çözmez. Bu mücadelede ne kadar başarılı olursanız olun, 
			örgüte katılım devam ettikçe sıfırlanması mümkün değildir. 
			
			  
			
			2. Katılımın engellenmesi için bunu 
			besleyen koşulların düzeltilmesi gerekir ki, o da ekonomik, sosyal, 
			kültürel, siyasi alanların konusudur. Bunu yapması gerekenler de 
			siyasilerdir. 
			
			  
			
			Org. Başbuğ'un 
			tüm devlet adına yaptığı özeleştirinin üzerinde durulması gerekir." 
			(Milliyet, 7.10.2007) 
			
			  
			
			  
			
			İşte 
			Genelkurmay Başkanı'nın "devlet adına yaptığı özeleştirinin" 
			üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra AKP Genel Başkan 
			Yardımcısı D.M.M. Fırat, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile buluşuyor 
			ve ona  
			
			  
			
			"PKK ile aranızdaki ilişki biçimi, 
			Başbakan'ın sorunun çözümüyle ilgili olarak açılım yapmasını 
			engelleyen bir etmen. Biz, sizin PKK'yı bir terör örgütü olarak 
			görmenizi istiyoruz. Ancak isteklerle, gerçekler farklı. Bunu da 
			biliyoruz. PKK'yı bir terör örgütü olarak tanımlamanın sizin için 
			imkânsız olduğunu biliyoruz. Bu noktada DTP'nin en azından bazı 
			konularda daha hassas davranmasını bekliyoruz."  (Vatan, 19.10.2008) 
			
			  
			
			diyor. 
			 
			
			  
			
			DTP Genel 
			Başkanı Ahmet Türk ise Fırat'a, sorunun çözümünde "Demokratik ve 
			kültürel hakların verilmesi" gerektiği uyarısında bulunuyor, "PKK'lıları 
			dağa çıkartan gerekçeler ortadan kaldırılmadığı müddetçe sorun 
			çözülmez." diyor. DTP'liler "Genel Af" seçeneğinin de düşünülmesi 
			gerektiğini" vurguluyorlar. 
			
			  
			
			  
			
			Bütün bu tablo 
			bize neyi gösteriyor? 
			
			  
			
			Türkiye Cumhuriyeti, PKK'nın yasal 
			temsilcileri ile müzakereleri başlatmıştır! Dahası, bu görüşme 
			yapılırken Dışişleri yetkilileri de Barzani ile masaya oturmuş, 
			Kuzey Irak'taki ABD'nin maşası kukla devleti fiilen tanımıştır! 
			
			  
			
			Kimse 
			söylenenlere kanmasın, kuru gürültüye pabuç bırakmasın
 Pazarlığın 
			konusu TÜRKİYE'dir! 
			
			  
			
			"Bilmeyen ahmak, bilip de söylemeyen 
			alçaktır." 
			
			  
			
			Şu pazarlıklar 
			karşısında susan ve tepkisiz kalan asker ya da sivil herkes, artık 
			ahmak değil ALÇAKTIR! 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Diyeceksiniz ki 
			"ne susması, işte konuştu ya Balıkesir'de
 Taraf gazetesine ve malum 
			medyaya hak ettiği yanıtı verdi, daha ne desin?" 
			
			  
			
			Oysa 
			Genelkurmay Başkanı'nın görevi Taraf ya da başka türden gazetelerle 
			laf yarıştırmak mıdır? Dahası gazeteci milletinin işi budur zaten. 
			Ertesi gün, Ahmet Altan'ın yaptığı gibi o da sana bir cevap verir, 
			hatta "haddini bil" gibi laflar ederek seni kışkırtan bir üslup 
			kullanır! Sonra? Genelkurmay Başkanı, Ahmet Altan'a yine yanıt mı 
			verecek? 
			
			  
			
			Verse bir türlü vermese bir türlü
 
			
			  
			
			Susarsa, haddini bilmiş mi olacak? 
			
			  
			
			Konuşur da yanıt verirse, Türk 
			ordusunun komutanı "ne idüğü" ortada olan bir gazeteci müsveddesi 
			ile böyle atışmaya nereye kadar devam edecek? 
			
			  
			
			Genelkurmay Başkanı konuşması gereken 
			konularda değil de muhatap almaması gereken kişilerle konuşuyor! 
			
			  
			
			"Bugün PKK ile Barzani bir madalyonun 
			iki yüzüdür" desem, bu görüşüme içinde biraz yurtseverlik olan kim 
			karşı çıkabilir? 
			
			  
			
			İşte Barzanicilerin yayınladığı 
			haritalar ortada, bu alçakların Türkiye hakkındaki düşünceleri de 
			ortada... 
			
			  
			
			Oysa Türkiye'yi sözde yöneten siyasi 
			iktidar bu adamlarla masaya oturdu, diplomatik görüşmeler başlattı. 
			Süreç, tıkır tıkır işliyor. Uluslararası İlişkilerden biraz anlayan 
			biri, bu alanda girilen yoldan öyle kolay kolay geri 
			dönülmeyeceğini, verilen tavizlerin yarın "ben oynamıyorum artık, 
			verin misketlerimi..." diyerek geri alınamayacağını çok iyi bilir. 
			Kısacası dış ilişkilerde atılan adımlar hükümetleri değil, devleti 
			bağlar! Bugün de devlet, Kuzey Irak'taki emperyalizmin maşası 
			kuklaları fiilen tanımıştır, resmi tanıma da yakındadır. Gül pek 
			yakın bir gelecekte, Ermenistan'dan sonra, Erbil'e de gidecektir! 
			Darısı Güney Kıbrıs'ın başına! 
			
			  
			
			İyi de, asıl bu gelişmeler karşısında 
			konuşması gereken "Kıymetli Genelkurmay Başkanımız" neden hâlâ 
			susuyor! Çıkıp neden hâlâ bir tek kelime konuşmuyor? "Sükût ikrardan 
			gelir" diye mi? 
			
			  
			
			Oysa 1990'daki Birinci Körfez Savaşı 
			sırasında Org. Torumtay'ın istifa ederek ordunun ağırlığını Özal 
			üzerinde nasıl hissettirdiği ve Kuzey'den Irak'a bir cephe 
			açılmasına nasıl engel olduğu hâlâ hatırlardadır. Şimdi de en 
			azından benzer bir girişimde bulunamaz mı "Kıymetli Genelkurmay 
			Başkanımız"? Gerçi artık sadece konuşmak, karşı çıktığını beyan 
			etmek de yeterli değildir! Ama en azından çıkıp ordunun, teröre 
			destek veren bu kuklalarla kurulan diplomatik ilişkiye karşı 
			olduğunu söyleyip kamuoyu önünde hükümeti uyaramaz mı? Eğer böyle 
			yaparsa halktan olumlu yönde destek mi görür, yoksa karşı bir tepki 
			mi gelir, ne dersiniz? 
			
			  
			
			"Bugün küreselleşme demek, 
			emperyalizm demektir" desem, bu görüşüme de sanmam ki içinde biraz 
			yurtseverlik olanlar karşı çıksın. Oysa "kıymetli Genelkurmay 
			Başkanımız" Genelkurmay Başkanlığı'nı devir teslim töreninde bakın 
			neler demiş bu konuda: 
			
			  
			
			Yaşamakta olduğumuz küreselleşme 
			çağında, küreselleşmeye toptan karşı çıkarak, ülkeleri 
			küreselleşmenin dışında tutmaya çalışmak gerçekçi bir yaklaşım 
			değildir. Önemli olan, ulusal menfaatlere ve ulusal kültüre zarar 
			vermeden, küreselleşmenin içinde yer almaktır." 
			
			  
			
			Kısacası, "Emperyalizm ile işbirliği 
			içinde olalım" diyor "Kıymetli Genelkurmay Başkanımız"! 
			
			  
			
			Denilebilir ki, "evet öyle diyor, ama 
			ulusal menfaatler için diyor, ulusal kültüre zarar vermeden diyor
" 
			
			  
			
			İyi de emperyalizm ile işbirliğinin 
			Türkiye'nin ulusal menfaatlerinin korunmasına yıllardır nasıl katkı 
			yaptığı, ülkemizin bugün içinde bulunduğu durumundan gayet iyi 
			anlaşılmıyor mu? Emperyalizmin AB cephesinde yıllardır tam üyelik 
			hayalleri ile oyalanan Türkiye, Kıbrıs'tan Ege'ye, sözde soykırımı 
			kabulden Lozan anlaşmasının aşındırılmasına kadar ulusal çıkarlarını 
			yok eden tehdit ve dayatmalarla yüz yüze değil mi ? Öte yandan 
			Türkiye'nin; Afganistan'da, Lübnan'da, Kosova'da hangi ulusal 
			menfaatleri için asker bulundurduğu; Kafkaslarda alevlenen kriz 
			ortamında ABD ile beraber komşularına ve bölge ülkelerine karşı 
			cephe olmak zorunda kalmasının ulusal menfaatlerine, nasıl bir fayda 
			sağlayacağı ortada değil mi? 
			
			  
			
			Kısacası, küreselleşme ambalajıyla 
			gerçek niteliği gözlerden saklanmaya çalışılan emperyalizmdir. 
			Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden beri içinde yer aldığı 
			emperyalizmin askeri, siyasi, ekonomik kurumlarının dayatmaları, 
			yönlendirmeleri ve kendisini mecbur kılan yükümlülükleri nedeniyle 
			bugün siyasette, ekonomide, askerlikte mutlak bir bağımlılık 
			içindedir. İşte o bağımlılık bugün Türkiye'nin sınırları ile 
			oynanması aşamasına gelmiştir! 
			
			  
			
			"Kıymetli Genelkurmay Başkanımızın" 
			bu gidişat karşısında neden suskun kaldığı ortada değil mi? 
			
			  
			
			Dahası "kıymetli Genelkurmay 
			Başkanımız" birkaç yıl önce, Kara Kuvvetleri Komutanı iken 
			Genelkurmay Başkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAREM)'in 
			düzenlediği "Bilgi Çağı ve Teknolojik Gelişmeler Işığında Toplum, 
			Yönetim, Yönetici ve Lider Yaklaşımları" konulu uluslararası 
			Sempozyumun açılış konuşmasında şunları söylemişti BOP hakkında: 
			
			  
			
			"Bugün üzerinde yoğunlukla tartışılan 
			"Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi"nin ana 
			hedeflerinden birinin de, kadınların eğitim düzeyinin yükseltilmesi 
			olduğu dikkate alındığında, Atatürk'ün konuya 80 yıl kadar önce 
			vurgu yapması çarpıcı değil mi?" (Aydınlık,15Mayıs 2005) 
			
			  
			
			Ne dersiniz, BOP'un amacı kadınların 
			eğitim düzeyini yükseltmek mi gerçekten? Irak'ta ABD askerleri 
			tarafından ırzına geçilen kadınların eğitim düzeyinin nasıl 
			yükseldiğini açıklayacak biri yok mu şu koca Türkiye'de? Ya da bu 
			aşağılık emperyalist projeyi Türk milletinin gözünde meşru kılmak 
			için Atatürk'ün bu işe âlet edilmesi hakkında tepkisini ortaya 
			koyacak bir yurtsever bile kalmadı mı? 
			
			  
			
			Yine o "Kıymetli Genelkurmay 
			Başkanımıza", Kara Kuvvetleri Komutanı iken 2006 yılı, 30 Ağustos 
			Resepsiyonunda, Gazi Orduevi'nde, ABD'nin sözde "terörle mücadele 
			koordinatörü" hakkında ne düşündüğü sorulmuştu. O da şöyle yanıt 
			vermişti: 
			
			  
			
			"Her adımı baştan öldürürseniz yanlış 
			olur. Değerlendirmek lazım. Ne gibi sorumlulukları olacak? Ne iş 
			yapacak? Bütün bunlar önümüzdeki günlerde netleşir" 
			
			  
			
			Biz de "kıymetli Genelkurmay 
			Başkanımıza" kulak verdik, her adımı baştan öldürmedik. PKK, ABD 
			yardımıyla gencecik fidanlarımızı öldürdü, öldürdü, öldürdü! Daha 
			sonraki günlerde netleşen ise şehit cenazeleri oldu! 
			
			  
			
			Neyse, daha fazla uzatmanın âlemi 
			yok! Yunus'un dizeleri ile bitirelim, artık gerisi sizlerin 
			vicdanına kalmış bir şey
 
			
			  
			
			Az söz erin yüküdür 
			
			Çok söz hayvan yüküdür 
			
			Bilene bu söz yeter 
			
			Sende güher var ise 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Barzani ve Kuzey Irak'taki kukla 
			devlet konusunda neden suskun kalıyorlar? Bu konuda da 
			söyleyecekleri bir şeyler yok mu? 
			
			  
			
			Bugün (15 Ekim) saat 11: 00 sularında 
			gazetelerin internet sayfalarında bir duyuru yayınlandı. Duyuruda 
			Genelkurmay Başkanı'nın 12: 40'ta bir basın toplantısı yapacağı ve 
			Aktütün sınır karakoluna yapılan baskın sonrasında yaşanan 
			gelişmelerle ilgili açıklamalarda bulunacağı söyleniyordu. 
			
			  
			
			"Tamam" dedim sevinçle, "işte, en 
			sonunda Genelkurmay Başkanı konuşacak. Herhalde Barzani ile 
			görüşmeler yapılması hakkında da açıklamalarda bulunacak. Ordunun bu 
			girişime karşı olduğunu en azından söyleyecek!" 
			
			  
			
			Çünkü Genelkurmay İkinci Başkanı Org. 
			Iğsız, Aktütün saldırısı sonrasında yapılan basını bilgilendirme 
			toplantısında, "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi'nin, terör örgütünün 
			hastane yol gibi imkânlarından yararlanmasına" göz yumduğunu ve 
			"terörle mücadelesinde Türkiye'ye destek vermediğini" söylemişti. 
			Oysa Aktütün saldırısından hemen sonra, Genelkurmay İkinci 
			Başkanı'nın yaptığı bu açıklamaya nazire yapar gibi, AKP hükümeti 
			Kuzey Irak'a ile diplomatik görüşmeler başlattı, bir anlamda Kuzey 
			Irak'ta kurulan emperyalizmin maşası "kukla devleti" tanıdı! Dahası 
			terör örgütü ile mücadelede Barzani'ye işbirliği teklifinde 
			bulunuldu! 
			
			  
			
			İşte bütün bu gelişmeler üzerine 
			Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ da, terör örgütüne karşı savaşan 
			Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanı olarak, "teröre destek 
			verenlerle diplomatik görüşmeler başlatılmasını eleştirecek" diye 
			düşünüyordum. 
			
			  
			
			Sonuç? 
			
			  
			
			Saat 12: 40'ta Genelkurmay Başkanı 
			mikrofonun arkasına geçti, esti gürledi, bağırdı çağırdı ve bütün o 
			sözleri arasında bir kez bile Kuzey Irak ya da Barzani konusuna 
			değinmeden, kukla devlet temsilcileri ile bu tür diplomatik temaslar 
			yapılmasını eleştirmek ne kelime, ağzına bile almadan çekti gitti! 
			
			  
			
			Peki, Org. Başbuğ kime kızmıştı bu 
			kadar? 
			
			  
			
			Soruyu evirip çevirmenin ve 
			kıvırtmanın hiç anlamı yok. Genelkurmay Başkanı'nın hedefinde olan 
			Taraf gazetesi ve malum medyadır. 
			
			  
			
			Oysa Barzani ile ilişkiye geçilmesi, 
			Kuzey Irak'taki kukla yapının tanınması konusunda Taraf gazetesi 
			Org. Başbuğ'dan farklı mı düşünüyor? 
			
			  
			
			Taraf ve taraftarları kukla devletin 
			tanınmasını ve Barzani ile temas kurulmasını açık açık talep 
			ediyorlar; Genelkurmay Başkanlığı ise, hükümetin bu yönde yaptığı 
			girişimleri suskun kalarak bir anlamda onaylıyor! 
			
			  
			
			Ha Ali-Veli, ha Veli-Ali
 
			
			  
			
			Şimdi Taraf ve onun başında olan ne 
			idüğü belli takıma kızmanın kime bir faydası var o zaman? 
			
			  
			
			Ahmet Altan ve Yasemin Çongar gibi 
			meşrebi belli olanlar, Kandil'e gidip PKK teröristlerini "Kemalist 
			bunlar" şeklinde tanımladıkları zaman sustuktan sonra, şimdi 
			istediğiniz kadar bağırıp çağırın, ne yazar! 
			
			  
			
			Barzani ile PKK bir madalyonun iki 
			yüzüdür! 
			
			  
			
			Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ ve 
			ordumuzun diğer komutanları PKK ve içimizdeki işbirlikçileri ile 
			sempatizanları konusunda haklı olarak bu derece duyarlı ve tepkili 
			iken, Barzani ve Kuzey Irak'taki kukla devlet konusunda neden suskun 
			kalıyorlar? Bu konuda da söyleyecekleri bir şeyler yok mu? 
			
			  
			
			Genelkurmay web sitesinden yapılacak 
			bir açıklamaya bile razıyım ben
 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Terör zirvesi sonuçlandı. 7 saatlik 
			zirvede çok önemli kararlara imza atıldı. Böylece askerlerle siyasi 
			iktidar uzlaşmış oldu! 
			
			  
			
			Başbakanlık Merkez Bina'da yapılan 
			toplantının ardından yazılı bir açıklama yapıldı. Açıklamada şöyle 
			denildi: 
			
			  
			
			"14 Ekim 2008 günü 14.00-20.20 
			saatleri arasında Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında 
			Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Toplantısı gerçekleştirilmiştir. 
			Toplantıda terörle mücadelede koordinasyonu sağlamak üzere İçişleri 
			Bakanlığı bünyesinde yeni bir kurumsal yapılanmaya gidilmesi 
			kararlaştırılmıştır. Terörle mücadelenin başta sosyo ekonomik, dış 
			politika ve hukuksal yönleri olmak üzere bütün boyutları ele alınmış 
			ve kapsamlı bir biçimde değerlendirilmiştir. Toplantılara devam 
			edilecektir." (www.gazetevatan.com) 
			
			  
			
			Bu zirvenin gerçekleştirildiği gün, 
			Dışişleri yetkilileri Bağdat'ta Barzani ile görüşüyordu! 
			Genelkurmay'ın ne bu görüşme öncesinde ne de sonrasında bir 
			açıklaması olmadı. Oysa Barzani PKK'ya hastane ve yol gibi 
			imkânlarından yararlandırmıyor muydu? Türkiye'nin terörle 
			mücadelesine destek vermiyor muydu? Ne oldu? 
			
			  
			
			Ne var ki, terör zirvesinden bu 
			konuda değil, "İçişleri Bakanlığı bünyesinde yeni bir kurumsal 
			yapılanmaya gidilmesi" kararı çıktı! Başbakanlıktan yapılan 
			açıklamada "terörle mücadelenin dış politika yönüne" de dikkat 
			çekildiğine göre sonuçta uzlaşılan konular arasında Barzani ile 
			görüşülmesi de var! 
			
			  
			
			"Kör olduk, duymuyoruz!" diyenler bu 
			gelişmeleri de görmüyorlardır doğal olarak
 Neçirvan Barzani 
			Ankara'ya geldiğinde, Genelkurmay Karargâhını beraber ziyaret 
			ederler artık
 Ne de olsa, "körler, sağırlar birbirini ağırlar"! 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Türkiye'de artık birileri söylemeden 
			ya da uyarmadan da görmezden gelinemeyecek gelişmeler yaşanmaya 
			başlandı. Bu gelişmeler konusunda duyarlı olmak hayati önemdedir, 
			gidişat ülkemizin varlığı ve bütünlüğü üzerinde doğrudan etki 
			yapacak bir niteliktedir.  
			  
			
			  
			
			11 Ekim tarihli Vatan gazetesinde yer 
			alan bir haber Türkiye'nin sözde "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi" ile 
			masaya oturacağını duyuruyordu! Haberde Dışişleri Bakanlığı'nın çok 
			kısa bir süre içinde Kuzey Irak yerel yönetimine bir dizi teklif 
			götüreceği, Barzani'ye, "PKK'ya karşı peşmerge ile birlikte askeri 
			operasyon" seçeneği dâhil bir dizi teklifte bulunacağı 
			duyuruluyordu. Dışişlerinde, "Iraklı Kürtlerin PKK'yı 
			desteklemediği, ancak PKK'nın bölgeden çıkarılması konusunda 
			kapasitesinin yetmediği" görüşü hâkim imiş. İşte bu yüzden Barzani 
			yönetimiyle masaya "Yeterli kapasiteniz yoksa birlikte hareket 
			edelim" teklifi yatırılacakmış ki bu teklifin içinde askeri 
			operasyon seçeneği de varmış! Dahası Dağlıca baskınından farklı 
			olarak Ankara'nın gündeminde Kuzey Irak bölgesel yönetimine karşı 
			"ekonomik yaptırım" bulunmuyormuş! 
			
			  
			
			13 Ekim tarihli Milliyet gazetesinde 
			yer alan başka bir haber ise bu gelişmeleri doğruluyor ve Dışişleri 
			Bakanlığı'nın Kürt yönetimiyle doğrudan görüşme için bir heyeti 
			Irak'a göndermeyi kararlaştırdığını, Türkiye'nin Irak Özel 
			Temsilcisi Murat Özçelik ve Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet 
			Davutoğlu'nun, Başbakan Neçirvan Barzani ile PKK sorununu masaya 
			yatıracağının öğrenildiğini duyuruyordu. Dahası aynı haberde Kürt 
			yönetiminin, Türkiye'yle iyi ilişkiler (!) kurmak amacıyla Erbil 
			Uluslararası Havaalanı'nın açılışını yapması için Cumhurbaşkanı 
			Abdullah Gül'e teklif götürdüğü ve Gül'ü beklediği bildiriliyordu. 
			Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Ahmet Sever, bu daveti doğrulayarak, 
			"Kesinleşmiş tarih yok, ama Gül Bağdat'a gidecek. Erbil teklifi ise 
			değerlendiriliyor" demiş. Bu arada, Türk heyetinin Irak'ta Kürt 
			yönetimiyle yapacağı görüşme öncesi, Neçirvan Barzani'nin "Kürdistan 
			Bölgesel Hükümeti Başbakanı" sıfatıyla iki güne kadar Türkiye'ye 
			gelmesi bekleniyor. 
			
			  
			
			Gelişmeler göstermektedir ki Dağlıca 
			ve Aktütün baskınları ile Türkiye'ye gösterilen "sopa" işe yaramış 
			ve Türkiye yola getirilmiştir! ABD'nin bütün isteği, Türkiye'ye 
			Kuzey Irak'taki kukla devleti tanıtmaktı. Artık Türkiye'nin muhatabı 
			Barzani'dir ve koca Türk devleti bir aşiret reisinden medet umar 
			duruma sokulmuş, onun sözde "yardımına" muhtaç kılınmıştır! 
			
			  
			
			Barzani'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye 
			destek vermesi ise koca bir palavradır. Söz konusu olan "tavşana 
			kaç, tazıya tut" politikasıdır. Barzani, yıllardan beri Türkiye'nin 
			bu sorunu diyalog yoluyla çözmesi gerektiğini söyleyerek Kuzey 
			Irak'ta kendi otoritesinin, Türkiye'de de PKK'nın varlığının 
			tanınmasını sağlamaya çalışıyordu. Hatta Türkiye'yi bu konuda tehdit 
			ediyordu! Şimdi, Türkiye ile beraber PKK'ya karşı operasyon yapacak, 
			öyle mi? "PKK'dan biz de rahatsızız" türünden açıklamalar kimseyi 
			yanıltmamalıdır, Barzani ile ortak operasyon Türkiye'ye zaman 
			kaybından başka bir şey sağlamayacaktır. Bu süreç içinde muhtemelen 
			PKK unsurları önceden uyarılacak, Türkiye samanlıkta iğne aramaktan 
			öte bir etkinlik içinde olamayacak ve sonunda Kuzey Irak'ın aslında 
			ne kadar "temiz" ve teröre destek bakımından ne derece "masum" 
			olduğu sözde kanıtlanmış olacaktır! 
			
			  
			
			Oysa Genelkurmay İkinci Başkanı Org. 
			Iğsız, Aktütün baskınından sonra yapılan bilgilendirme toplantısında 
			Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi'nin terör örgütüne yol, hastane gibi 
			imkânlarını sunduğunu ve Türkiye'nin terörle mücadelesine de destek 
			vermediğini söylüyordu. Dahası bu açıklamayı 17 askerimizin şehit 
			olmasından hemen sonra yapılan bilgilendirme toplantısında tüm 
			Türkiye ve dünyaya karşı yapıyordu. Yani devlet, bu son olayın 
			nedenini en yetkili kişilerden birinin ağzından duyuruyordu. 
			
			  
			
			Ne var ki bu açıklamanın üzerinde bir 
			hafta, on gün bile geçmeden, şimdi "PKK'ya karşı Barzanili çözüm" 
			seçeneği yürürlüğe konuluyor! Türkiye 1995'ten beri "Barzanili 
			çözüm" ile oyalanıyor. Şimdi herkes şapkasını önüne koyup 
			düşünmelidir: Barzani ile neyi çözdünüz, ne kadar yol aldınız bugüne 
			kadar? Türkiye'nin güneydoğusundan "Kürdistan" diye bahseden bir 
			işbirlikçi Kürt ağası ile beraber hareket ederek PKK değil, ancak 
			Türkiye çözülür! 
			
			  
			
			Her fırsatta terörün Kuzey Irak'tan 
			destek gördüğünü söyleyen Genelkurmay yetkilileri, eğer bu plana 
			yeşil ışık yakar, Barzani'yi işbirliği yapılacak bir güç olarak 
			kabul eder ve Türk milletinin bu şekilde gözünün boyanmasına ve 
			oyalanmasına alet olurlarsa, dahası bu yolla Kuzey Irak'taki kukla 
			yapının meşruiyet kazanmasına katkı sağlarlarsa, tarih önünde 
			sorumlu olacaklardır. O zaman "orduyu yıpratıyorsunuz" yaygaraları 
			da kurtaramayacaktır kimseyi. 
			
			  
			
			Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Erbil'e 
			gidip havaalanını açacak olması ise başlı başına bir skandal 
			olacaktır. Bu davetin henüz Cumhurbaşkanlığı tarafından 
			değerlendirilmekte olduğu türünden açıklamaların bu aşamada zerre 
			kadar önemi yoktur. Zira Abdullah Gül, Ermenistan'a gitmeden önce de 
			günlerce "henüz karar vermediğini, değerlendirme aşamasında 
			olduğunu" söyleyerek kamuoyunu oyalamış, sonra da Türkiye'den toprak 
			talebinde bulunan, ülkemizle arasındaki sınırı bile tanımayan bu 
			ülkeye gitmiştir. Şimdi sırada Kuzey Irak vardır! (Darısı Güney 
			Kıbrıs Rum Yönetimi'nin başına!) 
			
			  
			
			Bütün bu gelişmeler karşısında ne 
			yapılabilir? 
			
			  
			
			Bir: kızılır, bağırılır, küfür 
			edilir. Sonuçta, kendi kendimizi yer bitiririz. Ama bu hiçbir işe 
			yaramaz.  
			
			  
			
			İki: bu girişimi destekler ve mandacı 
			vatan satıcılar kervanına katılırız! 
			
			  
			
			Bir de üçüncü seçenek var: Anlamaya 
			çalışırız. Bunun için de doğru sorular sormak gereklidir. 
			
			  
			
			Gül, Ermenistan'a gittikten sonra 
			Kuzey Irak'a da gitme cesaretini kimden alıyor? Bu siyasal güce 
			nasıl sahip olabiliyor? 
			
			  
			
			Bu soruya verilecek ilk yanıt 
			bellidir: Cumhurbaşkanı'nın ABD ve BOP politikalarına yatkınlığından 
			söz edilebilir. Siyasi geçmişi ortadadır! Ne var ki bu ülkede İkinci 
			Dünya Savaşı sonrasından beri hangi siyasi liderin arkasında ABD 
			olmamıştır ki? Hangisi oradan icazet almadan bir adım atmıştır ki? 
			
			  
			
			Sonuçta keskin bir anti-Amerikan 
			söylemin (ama sadece söylemin!) aslında bağırıp çağırarak kendimizi 
			rahatlatmayı içeren birinci seçenekten öte bir anlamı olmayacaktır. 
			Her gelişmeyi ABD ile açıklamak da aslında hiç bir açıklama 
			yapmamaktır. 
			
			  
			
			Sorulması gereken asıl soru şudur: 
			ABD Türkiye'deki iktidarını nasıl sürdürüyor? 
			
			  
			
			Türkiye'deki ABD iktidarının ekonomik 
			ve siyasal boyutları olduğu, ama bunlardan çok daha önemli olan bir 
			de askeri boyutu bulunduğu açıktır! İlk ikisini vurgulayıp, 
			üçüncüsünü es geçtiğimizde ya da özenle gözlerden saklamaya 
			çalıştığımızda, aslında yaşanan gidişata katkı sunmuş olmaktayız. 
			Sorulması gereken kritik soru şudur: 
			
			  
			
			Ordusu olmayan iktidar olur mu? 
			
			  
			
			"Olmaz" diyorsak, o zaman Türkiye'yi 
			son 6 yıldır emperyalist güçlerin istediği doğrultuda yöneten AKP 
			iktidarının ordusunun kim olduğunu da ortaya koymalıyız. Türkiye'de 
			iktidar denklemi gelip burada düğümlenmektedir çünkü. Denklemin bu 
			bilinmeyeni konusunda açık olunmadığı takdirde, ne yurtsever olunur, 
			ne Kemalist, ne de devrimci
 
			
			  
			
			Bütün bu nedenlerle asıl sorun, 
			Türkiye'nin sürüklendiği bu uğursuz yolda, direksiyonda kimlerin 
			oturduğunu doğru tespit edebilmektir. 
			
			  
			
			Bu ülkede MGK yok mudur? 
			
			  
			
			Var! 
			
			  
			
			Askerler o kurulun üyesi değil mi? 
			
			  
			
			Evet! 
			
			  
			
			O zaman MGK'nın "hayır" dediği bir 
			durumda Gül ne Ermenistan'a gidebilir ne de Kuzey Irak'a... Bu 
			gerçeği görmeden yapılan bütün değerlendirmeler taraflıdır, iktidara 
			verilen destektir. 
			
			  
			
			Ama denilebilir ki, "askerler daha ne 
			yapsın? İşte teröre Kuzey Irak'tan destek verildiğini söylüyorlar, 
			bu konuda en yetkili ağızlardan açıklama yapıyorlar. Ne var ki 
			sorumlu olan hükümettir, MGK'da da siviller ağırlıktadır. Bu nedenle 
			bir etkileri olmuyor" 
			
			  
			
			İlk bakışta mantıklı ve doğru görünen 
			bu açıklamanın samimiyetinin kabul edilebilmesi için, Genelkurmay'ın 
			Kuzey Irak konusundaki değerlendirmeleri ve bu konudaki 
			kararlılığının söylem düzeyinde kalmaması yaşamsal önemdedir. Bu 
			açıdan da gerekirse yakın geçmişte başvurulan bir yola yeniden 
			başvurulmalıdır. 
			
			  
			
			Bilindiği gibi Birinci Körfez Savaşı 
			sırasında Özal, hem askeri kesimin hem de hükümetin karşı görüşte 
			olmasına rağmen Irak'a kuzeyden bir cephe açılması politikasını 
			savunmuş, hatta bir oldu-bittiye getirerek bunu uygulamaya 
			çalışmıştı. Özal'ın Amerika hesabına gerçekleştirmeye çalıştığı bu 
			girişim, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Dışişleri 
			Bakanı'nın arka arkaya istifası ile durdurulabilmişti. 
			
			  
			
			Bugünkü durum da benzer özellikler 
			taşımaktadır. Kuzey Irak'taki kukla devletin tanınması, bu yapıyla 
			PKK'ya karşı sözde işbirliğine gidilmesi gelecekte telafisi mümkün 
			olmayan sonuçlar doğuracak niteliktedir. Türkiye'nin Irak ve 
			güneydoğu politikasında da köklü bir değişikliği işaret eder bu 
			girişimler... Eğer askerler bu gelişmelere gerçekten karşıysalar, o 
			zaman bunu sadece söylemekle yetinmemeli, koşulların gerektirdiği 
			adımları da atmalıdırlar. Hükümetin ve Cumhurbaşkanı'nın Türkiye'nin 
			değil ABD'nin çıkarlarını esas alan politik açılımları, sadece 
			uyarmakla önlenemiyorsa; bu tarihi sorumluluğa ortak olmamak ve 
			emperyalist güçlerin değil Türkiye'nin safında olunduğunu, sadece 
			söylemle değil eylemle de gösterebilmek için gerekirse istifaya 
			başvurmaktan çekinilmemelidir. Türk ordusunda her komutanın yeri 
			doldurulabileceği için, böyle bir yol askeri yapıda bir zafiyete yol 
			açmayacağı gibi, siyasi iktidara verilecek en etkili uyarı olur! 
			
			  
			
			Moliere, "yalnız yaptıklarımızdan 
			değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz." diyor. 
			
			  
			
			Haksız mı? 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Genelkurmay Başkanlığı bu akşam 
			yaptığı açıklamada "Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit 
			edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak 
			kullanılması üzücü ve düşündürücüdür." diyor.  
			
			  
			
			Hangi "gerçek"?  
			
			Hangi "yıpratma"? 
			
			  
			
			8 Ekim 2008 günü akşam saat 17: 30'da 
			Genelkurmay Başkanlığı Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan 
			Babaoğlu ile ilgili iddialara ilişkin bir açıklama yaptı. Açıklama 
			şöyle: 
			
			"Son günlerde Hava Kuvvetleri 
			Komutanı Hava Orgeneral Aydoğan BABAOĞLU ile ilgili olarak bazı 
			basın yayın organlarında haberler yer almaktadır. Hava Kuvvetleri 
			Komutanımızın Antalya'da bulunduğu sırada, 4 Ekim 2008 Cumartesi 
			günü akşam saatlerine kadar olan sürede, Bayraktepe bölgesinde 
			meydana gelen çatışma sonucunda verilen şehitler hakkında bir 
			bilgisi olmamıştır. Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit 
			edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak 
			kullanılması üzücü ve düşündürücüdür." 
			
			  
			
			Oysa Genelkurmay Başkanlığı Aktütün 
			sınır karakoluna yapılan saldırı hakkında kamuoyuna resmi 
			açıklamayı, web sitesinden 4 Ekim 2008 Cumartesi günü sabah saat 9: 
			30'da yapmıştı. Bütün Türkiye, Cumartesi sabahı saat 9: 30'da 
			PKK'nın hain saldırısından haberdar olurken, Hava Kuvvetleri 
			komutanı Org. Babaoğlu'nun, "4 Ekim 2008 Cumartesi günü akşam 
			saatlerine kadar olan sürede, Bayraktepe bölgesinde meydana gelen 
			çatışma sonucunda verilen şehitler hakkında bir bilgisi" olmamış! 
			
			  
			
			Dahası Org. Babaoğlu iddiaları 
			Hürriyet Gazetesi'ne şöyle yanıtlıyordu 
			
			  
			
			:"Eleştiride bulunanları mutlu etmek 
			için o gün Aktütün'e mi gitseydim? Şehitlerimizin haberi bana o gün 
			doğal olarak anında ulaşmadı, ama sonrasında başlatılan her 
			harekâtın emrini Ankara ile koordine ederek bizzat ben verdim." 
			
			  
			
			Şimdi, insan sormadan edemiyor: 
			
			  
			
			Böyle bir şey nasıl olabilir? 
			
			  
			
			Antalya, Fizan'da mı? 
			
			  
			
			Hava Kuvvetleri Komutanı'nın yaveri 
			yok mu? Hadi diyelim yaveri yok, cep telefonu da mı yok? 
			
			  
			
			Hadi diyelim ki, bunların hiçbiri 
			yok, olan bitenden haberdar olamıyor. Peki, bulunduğu yerdeki 
			kimsenin de olan bitenlerden haberi olmamış mı? Hiç kimse paşamıza 
			haber vermemiş mi? 
			
			  
			
			Org. Babaoğlu, Hürriyet'e yaptığı 
			açıklamada "sonrasında başlatılan her harekâtın emrini Ankara ile 
			koordine ederek bizzat ben verdim." dediğine göre, demek ki Ankara 
			ile bağlantısı var! 
			
			  
			
			Dahası Genelkurmay Başkanlığı, 
			Aktütün saldırısı ile ilgili resmi açıklamayı 4 Ekim Cumartesi 
			sabahı saat 9: 30'da yaptığına göre, Ankara'nın aslında 
			gelişmelerden daha önce, muhtemelen Cuma akşamından ya da Cuma'yı 
			Cumartesi'ye bağlayan geceden itibaren haberdar olduğu 
			düşünülebilir. Ve büyük bir olasılıkla, yüksek askeri komutanlık ve 
			kuvvet komutanları Türkiye kamuoyundan daha önce 
			bilgilendirilmiştir. Demek ki neredeyse 24 saat Türkiye'nin Hava 
			Kuvvetleri Komutanı'na ulaşılamamış! Ne bir asker, ne bir telefon 
			mesajı ile uyarılabilmiş ya da haberdar edilebilmiş komutanımız. Eh 
			kendisi tatilde olduğuna göre ne televizyon izliyordur ne de radyo 
			dinliyordur! 
			
			  
			
			Genelkurmay Başkanlığı bu akşam 
			yaptığı açıklamada "Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit 
			edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak 
			kullanılması üzücü ve düşündürücüdür." diyor. 
			
			  
			
			Hangi "gerçek"? 
			
			  
			
			Hangi "yıpratma"? 
			
			  
			
			"Üzücü ve düşündürücü olan" bunları 
			söylemek mi, yoksa neredeyse 24 saat boyunca Türkiye'nin Hava 
			Kuvvetleri Komutanı'na ulaşılamaması ya da paşamızın sergilediği 
			vurdumduymazlık ve umursamazlık mı? 
			
			  
			
			Ne var ki bu vurdumduymazlık kimi 
			askerlerle sınırlı değil. Geçtiğimiz birkaç gün içinde Türkiye, 
			şehitlerini toprağa verdi. Halkımız yurdun dört bir yanında teröre 
			lanet yağdırdı, ülkenin bölünmez bütünlüğüne vurgu yaptı. 
			Yaşamlarının baharında toprağa verdiğimiz gençlerimiz geride acılı 
			ana babalar, kardeşler; gözü yaşlı eşler, nişanlılar, sevgililer, 
			masum bebeler bıraktı! 
			
			  
			
			Peki, kim bunun sorumlusu? 
			
			  
			
			Yanıt belli
 
			
			  
			
			Ayrılıkçı, Kürtçü, terörist örgüt PKK 
			ve onu maşa olarak kullanan emperyalist güçlerle bölgedeki 
			kuklaları
 
			
			  
			
			İyi de siyasal iktidarın hiç mi 
			sorumluluğu yok bu tablonun ortaya çıkmasında? Bugüne kadar 
			yapılanlar Kuzey Irak'ın hem coğrafi hem de siyasal bakımdan teröre 
			destek veren bir halden çıkarılmasını sağlayamamışsa eğer, 
			Türkiye'yi 6 yıldır tek başına yöneten AKP'nin hiç mi sorumluluğu 
			yoktur bu tablonun oluşmasında? 
			
			  
			
			Başbakan Erdoğan "kimse şehitler 
			üzerinden siyaset yapmasın" diyor, "kimse suçlu aramasın
". 
			
			  
			
			Oysa bu tablonun ortaya çıkmasında 
			AKP dolaylı olarak "suçludur", izlediği politikalar ve AB ile ABD 
			karşısındaki teslim olmuş haliyle de baş sorumludur! 
			
			  
			
			Ne var ki, madalyonun bir de diğer 
			yüzü var. Bu durumda da şu soru akla geliyor: 
			
			  
			
			Halkımız bunun bilincinde mi peki? 
			
			  
			
			Örneğin şehit Piyade Onbaşı Halil 
			İbrahim Arılık, memleketi Denizli'de yaklaşık 40 bin kişinin 
			katıldığı törenle uğurlanıyor. Şehidin annesi Elif Ayşe "Düşmanlar 
			sevinmesin, ben oğlumu zaten şehit doğurdum" diyor. 
			
			  
			
			Şehit onbaşının toprağa verildiği, 
			Beyağaç ilçesine bağlı Kapuz köyünde 22 Temmuz 2007 seçimlerinde 
			sandıktan şu sonuç çıkmış: 
			
			  
			
			AKP: 287, MHP: 96, CHP: 31 
			
			  
			
			Antalyalı şehit Piyade Er Ramazan 
			Yeşil'in cenazesi, Serik ilçesi Zırlankaya köyünde toprağa 
			veriliyor. Zırlankaya köyünde de 22 Temmuz seçimlerinde sandıktan şu 
			sonuç çıkmış: 
			
			  
			
			AKP: 97, MHP: 72, CHP: 44 
			
			  
			
			Aktütün Sınır Karakolu'na yönelik 
			saldırıda şehit olan Jandarma Uzman Çavuş Hasan Aygör ise 
			Kırıkkale'nin Keskin ilçesi Armutlu köyünde toprağa veriliyor. 
			Cenaze törenine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da katılıyor! Törende 
			bazı vatandaşlar, terörist Abdullah Öcalan'ın asılmamasına ve 
			DTP'lilerin Meclis'te bulunmalarına sert tepki gösteriyor. 
			Protokolün olduğu bölüme giden bir vatandaş Başbakan'a, "Öcalan'ı 
			içeride beslemeyin, asın bunu. Vatan hainleri Meclis'te" diyerek 
			tepkisini dile getiriyor. Polisler bu vatandaşı hemen alandan 
			uzaklaştırıyor tabii! 
			
			  
			
			Peki, 22 Temmuz seçimlerinde Keskin 
			ilçesi Armutlu köyünde seçim nasıl sonuçlanıyor? 
			
			  
			
			AKP: 128, MHP: 16, CHP: 5 
			
			  
			
			Başbakan'ın neden Keskin-Armutlu 
			köyünde cenazeye katılmayı yeğlediği ortada değil mi? 
			
			  
			
			Türk milleti ülkeyi yönetsin diye 
			iktidardaki partiye yetki veriyor. Sorumluluk olmadan yetki olmaz. 
			Yetki varsa, sorumluluk da vardır! İktidar yetkisini kullananlar 
			nasıl ki başarılı olduklarında bunun nimetlerinden yararlanıyor ve 
			övünüyorlarsa, başarısızlık durumunda sorumluluğu da 
			yüklenmelidirler. Demokratik rejimin gereği budur. 
			
			  
			
			2002'den beri AKP iktidardadır. 
			Türkiye'yi son 6 yıldır AKP yönetmektedir. 
			
			  
			
			2002'de dibe vuran terör, bugün 
			azmıştır! Teröre kurban vermeyen il, ilçe kalmamıştır ülkede. 
			
			  
			
			Başbakan Erdoğan "kimse şehitler 
			üzerinden siyaset yapmasın" diyerek bu siyasal sorumluktan kaçamaz. 
			
			  
			
			Ne var ki, bu gerçeği öncelikle 
			evlatlarını PKK terörüne kurban veren Türk halkı görmelidir! 
			Özellikle de son seçimde AKP'ye ülkeyi yönetsin diye 4 yıl daha 
			yetki verenler
 
			
			  
			
			  
			
			
			  
			
			Daralma
  
			
			  
			
			Ne demek "daralma"? 
			 
			
			  
			
			Arzuhan Hanım, artık bir beden küçük 
			elbise mi giyecek? Daha az mı yiyecek?  
			
			  
			
			Daralacak olan Arzuhan Hanımlar 
			değil, Türkiye'nin çalışan kesimleridir.  
			
			  
			
			TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan 
			Doğan Yalçındağ, "çok tedirginiz" demiş. (9.10.2008 tarihli günlük 
			basın) 
			
			  
			
			Peki, neden tedirginmiş TÜSAİD'ımız? 
			Arzuhan Hanım'a kulak verelim: 
			
			  
			
			"Dünya bir daralmaya gidiyor ve 
			dolayısıyla ihracatımıza gelen talep düşecek. Zaten iç tüketim 
			düşüyor. Türk özel sektörü muazzam borçlu
 140 milyar dolar. Bu 
			borcu nasıl döndürecek? Bütün bunlar bu daralmanın Türkiye'de de 
			ciddiyetle yaşanacağını gösteriyor ve bu bizi hakikatten çok ciddi 
			tedirgin ediyor." 
			
			  
			
			  
			
			Demek ki "tedirginlik" borçtan
 "140 
			milyar doları nasıl döndüreceğiz?" diye soruyor Arzuhan Hanımefendi. 
			Ama bu soruyu sorarken satır arasında kendi çözümünü de söylüyor: 
			
			  
			
			Daralma
 
			
			  
			
			Ne demek "daralma"? 
			
			  
			
			Arzuhan Hanım, artık bir beden küçük 
			elbise mi giyecek? Daha az mı yiyecek? 
			
			  
			
			Daralacak olan Arzuhan Hanımlar 
			değil, Türkiye'nin çalışan kesimleridir. Az yiyecek olanlar da her 
			zaman olduğu gibi yine halk kitleleridir, Türk özel sektörü değil! 
			"Daralma" denilen sözde tedbir ise "işçi çıkartacağım, gerekirse 
			fabrikamı kapatacağım" demektir. Halkımızın yoksulluğunun artması, 
			sefaletin yarattığı sonuçların daha da keskinleşmesidir. Faturayı 
			yine emekçilerin, çalışanların ödemesidir. 
			
			  
			
			Türk özel sektörü bugüne kadar aldığı 
			o 140 milyar dolar borcu nereye kullandı? Türkiye'ye yatırım mı 
			yaptı? Fabrikalar kurdu, yeni iş sahaları açtı da, şimdi orada 
			üretilenleri, daralan dünya ekonomisinde ihracatımıza talep düşeceği 
			için satamayacak ve zarar mı edecek? 
			
			  
			
			Dahası iç talep de düşüyormuş! Peki, 
			neden düşüyor iç talep? İşçinin, memurun, esnafın, köylünün, 
			emeklinin kısacası halkın, TÜSAİD tarafından sözcülüğü yapılan 
			sermaye sınıfı gibi "bir eli yağda, bir eli balda" idi de, şimdi 
			birdenbire milletin pintiliği tutup harcama yapmadığı için mi 
			düşüyor iç talep? Eğitim paralı, sağlık paralı, su bile paralı bu 
			ülkede
 Üstelik işsizlik ayyuka çıkmış. Hangi iç talepten 
			bahsediyorsunuz? 
			
			  
			
			O IMF reçeteleriniz, o Dünya Bankası 
			programlarınız, o istikrar paketlerinizle üretmeden borçla yaşayan 
			bir sözde "ekonomi" yaratıp caka sattınız yıllardır. Entegrasyon 
			dediğiniz bu yarı sömürge ekonomisi idi işte! Gırtlağa kadar borca 
			battığınızı yeni mi fark ettiniz? Yıllardan beri yabancı 
			piyasalardan dolarla, Euro ile borçlanıp, devlete YTL ile borç 
			vererek kurduğunuz "saadet zinciri" şimdi kopma noktasında
 O 
			"saadet zinciri" ile dolar milyarderi olan bu ülkenin yoksul 
			emekçileri miydi, yoksa parasını İsviçre Bankaları'nda tutan, 
			yatırımlarını ülke dışına yapan Arzuhan Hanım ve saz arkadaşları mı? 
			
			  
			
			Şimdi 
			hanımefendi çıkmış "tedirginiz" diyor! "140 milyar doları nasıl 
			döndüreceğiz?" diye soruyor
 Üstelik bir de bunu terör konusunda 
			timsah gözyaşları dökerek söylüyor: 
			
			  
			
			"Çok tedirginiz, terör içimizi 
			yakıyor. Moralimizi bozuyor. Birlik olmalıyız." 
			
			  
			
			Bak sen! 
			
			  
			
			Oysa terör 
			denilen bela, sizin o liberal ekonomi politikalarınızın, azgın 
			sömürü hırsınızın yarattığı sefalet denizinden besleniyor! İşsizliğe 
			mahkûm gençler ya mafyaya tetikçi oluyor ya da terör örgütlerinin 
			kancasına takılıp ziyan oluyor, yitip gidiyor!  
			
			  
			
			Bu kadar yıldır bu manzara 
			karşısında moraliniz bozulmadı da, şimdi paracıklarınız tehlikeye 
			girince, tatlı kazancınız kesilme tehlikesiyle karşılaşınca mı 
			aklınıza geldi terör? Onun için mi moraliniz bozuluyor? 
			
			  
			
			Neden birlik 
			olalım? 
			
			  
			
			Sömürünüz 
			devam etsin, saadet zinciriniz kopmasın, küpünüzü doldurmaya devam 
			edin diye mi? Siz milyar dolarlarınızı yabancı bankalara istif 
			ederken, biz sefalet denizinde kulaç atmaya devam edelim diye mi "birlik 
			olmalıyız"? 
			
			  
			
			"Zenginlerin hazları, genellikle 
			fakirlerin gözyaşları pahasınadır" diyor Tolstoy. 
			
			  
			
			Kendi 
			mutluluklarını başkalarının gözyaşlarının üstüne kuranlarla birlik 
			olur mu? 
			
			  
			
			S. Ant 
		
						
		
		
						
		
		
			  
		
						 
		
		
		
		 |