AB
Süreci Cumhuriyeti Tasfiye Sürecidir!
Brüksel’dekiler kritik kopma
noktalarında, doluşup Ankara’da boy gösterirler. Bu AB’nin Türkiye
politikası açısından vazgeçilmez bir durumdur. Komisyon Başkanı
Barroso'nun gelişi de bu hamlelerden biri.
AKP hükümeti, AB’nin Türkiye politikalarının yürütülmesi açısından çok
önemli. AKP ile AB arasında iyi bir “alışveriş dengesi” kurulmuş; sen
beni kolla, ben de senin istediklerini bir bir vereyim…
İşte Barroso “dava açılmasının ardından” bu ortamın bozulmaması, AB
sürecinin aksamaması için geldi. Tabii ki “AB sürecini” yürütecekler,
süreç kesilirse Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi ve ayrıştırılması aksar,
bunu istemezler.
Daha önce de birkaç kritik kopma noktasında Brüksel’in patronları
devreye girdiler:
- 6 Mart 1995′te “AB’ye alınmayacak olan Türkiye’nin gümrüklerinin ve
üçüncü ülkelerle ilişkilerinin ipotek altına alınması için”
devredeydiler. Yalnız Brüksel değil Washington da devredeydi. İşin
Washington ayağını, bugün Kürdistan projesini yürüten Richard Holbrooke
üslenmişti.
- Aralık 1999′da, “Koşullu adaylığı kabul etmem” diyen Ecevit‘i bu
göstermelik adaylığa sokmak için, Brüksel’in patronları Helsinki’den
gece yarıları apar topar Ankara’ya üşüştüler. Ankara’daki kimi
taşeronları ile Ecevit’e yüklendiler ve onu pes ettirdiler. Amaçları,
“Türkiye’yi AB’nin yedeğine almaktı”. Ecevit, “İçime sindiremedim…”
diyerek imzalamak zorunda bırakıldı.
- 3 Ekim 2005′teki, “Türkiye’nin AB’ye alınmadan, bekleme odasında nasıl
iğfal edileceğinin koşullarını belirleyen” çerçeve anlaşması, Tayyip
Erdoğan ve Abdullah Gül'ün alkışları arasında imzalanırken medyada
karartma uygulattılar.
Lozan’ın altını yavaş yavaş oyacak bu belge, Kızılay Meydanı’nda havai
fişeklerle kutlandı. Avrupa emperyalizmine karşı Ankara’da kurulan
Cumhuriyetin tasfiye süreci bu sefer, “AB süreci” adı altında tersyüz
edilerek kutlanıyordu.
10 Nisan 2008′de Komisyon Başkanı Barroso’nun gelişinde ise “AB
sürecinin Ankara ayağının yıkılmasını engellemek amacı” esastı. Hükümet
ile Brüksel arasındaki alışveriş gereği, Brüksel’in patronları
görevlerini yerine getiriyorlardı.
Hazır gelmişken “AB sürecini canlı tutmanın yanında”, yorgunluklarını
karşılayacak ek ganimetlerin de peşindeydiler. 301. madde gibi, Fener
Patrikhanesi’ni onurlandırarak “Lozan’ın dışına çıkarılması projesini”
güçlendirmek gibi…
İlker Başbuğ ‘un, “Ulus devlet ve üniter yapının bozulmasına izin
vermeyeceğiz” yönündeki çıkışı, Ankara ile Brüksel arasındaki alışverişe
karşı bir tepkidir. Aslında bu çıkışı Başbuğ’dan önce TBMM’nin yapması
gerekmez miydi?
Onlar yapmadığı, gerçek demokratik sistem çalışmadığı için, iş yine
kendilerine kaldı.
Ali Kırca’nın karşıma oturttukları…
Konu yine “AB süreci”… Birkaç hafta önceki Siyaset Meydanı’nda Kırca
karşıma, “Dinci-Barzanici” bir karma takım oturtmuştu. Biz ulusalcılar
onlarla karşı karşıyaydık.
Bir iki hafta sonra tekrar, 10 Nisan 2008′de katıldığım Siyaset
Meydanı’nda ise karşımızdakiler, Avrupa Birliği ve Patronlar Kulübü
karmasından oluşuyordu. İşin en komik yanı da kimilerinin Türkiye-AB
ilişkilerini, “Kanarya sevenler mi yoksa bülbülü tercih edenler mi”
biçiminde göstermek istemeleriydi. “AB’ye karşı mısınız, yoksa yanında
mısınız” diye sorulduğunda, “AB’nin (ve Batı’nın) Türkiye ve bölge
üzerindeki sömürgeci politikalarının üstü örtülmüş oluyordu.”
Karşımızdakiler, konuşmaların şöyle yapılmasını istiyorlar:
- AB’ye kim girdi de kaybetti? 40 yıl önce Portekiz, Yunanistan bizden
geriydi, girdiler zenginleştiler…
- AB içinde demokrasi var, özgürlükler var, girin siz de zenginleşin,
özgür olun…
- İşte bu nedenle de AB süreci aksamadan yürütülmeliydi.
Oysa soruların şu şekilde sorulması gerekir:
- Siz onların “AB süreci” adı altında Türkiye’yi sömürgeleştirerek
parçalamasını mı istiyorsunuz?
- Yoksa AB ile yan yana, karşılıklı çıkarlarınızı koruyarak iki normal
ülke gibi mi yaşamayı tercih edersiniz?
Karşı takımdakiler sorunun böyle sorulması gerektiğini çok iyi
bildikleri halde “olayı özellikle saptırarak” AB sürecinin yürütülmesini
savundular.
- AB’nin çıkarları bunu gerektiriyordu…
- AB ile alışverişte bulunan AKP’nin işine bu geliyordu.
- Kimi büyük sermaye çevreleri, “AB (ve Batı) politikalarının bir
parçası olmak zorundaydılar.”
- Tabii ki Türkiye’deki bölücüler, AB sürecine destek vereceklerdi,
onlar da AB’yi arkalarına alacaklardı.
Avrupa Parlamentosu’nu temsil eden parlamenterin davranışı ise
Brüksel’in gerçek yüzünü ortaya koydu. Hitler döneminde dünyaya bakan
gözlerin, bugün Brüksel’den Türkiye’yi nasıl seyrettiğini, herkes
ekranlardan canlı canlı izledi.
Halkımız, AB’nin maaşlı avukatlarına karşı, “% 90″ oranıyla yanımızda
yer aldı, kamuoyu yoklamaları böyleydi. Halkı kandıramadılar…
Birkaç hafta arayla Ali Kırca‘nın seçip de karşımıza oturttukları ilginç
bir kompozisyon oluşturuyordu: Kimi dinciler, Barzaniciler, Avrupa
Parlamentosu’nun Alman üyeleri ve kimi sermaye çevrelerinin maaşlı
avukatları… Sanki işgal dönemindeki İstanbul’daydık, ne yazık… Ve
karşımızdakiler bütün güçleriyle, “AB sürecinin aksamadan yürümesini”
ısrarla savundular.
Prof. Erol Manisalı
|