Makûs Talih
  
Biliyoruz, 1918
Kasım’ında Almanya “Büyük Savaş” sonunda “hükmen yenik” ilan edildi.
Kabul etti. Galipler, İngiltere, Fransa, ABD, İtalya 1919 Ocak’tan
başlayıp beş ay Paris’te aralarında görüşüp pazarlık yaptılar. Sonunda,
Almanya’nın boynuna “savaş suçlusu” yaftası astılar. Haziran’da Almanya
Versay’da “kabul” imzasını attı. Egemenliğini haciz altına aldılar.
Haciz bedeli, savaş yıkımının günahı olarak, “savaş borcu”dur dediler. O
güne kadar borçsuz Almanya’nın sırtına ağır mı ağır bir yük yüklendi. Ne
kadar? Bir Savaş Borçları Komisyonu kurdular, o belirleyecek. Her büyük
savaş sonunda galipler bir yeniden bölüşüm yaparlar. Ünlü Alman
enflasyonunun öyküsü buradan başlıyor. Bu öykü herkese lazım.
---
Yenilmek nedir? Savaşla mı
adı konulur, yoksa ekonomi ve finansla bir yol açılıp gerçeğini orada mı
bulur? Almanya’nın öyküsünde bazen yavaş, bazen hızla oluşan aşamalar var.
Birinden sonrakine geçtin mi, geri dönüşü yok. Son aşama “ağır deflasyon
trajedisi” ve “buharlaşan egemenlik” ile bitiyor, 1924’te. Sonrasına, hele
1930’ların Almanya’sına şimdi girmeyelim.
Büyük, uzun süren savaş her
devlette bütçe açığı yaratır, harcama durmaz. Savaş bitince, yeni harcamalar
zorunlu olur, açık devam eder. Almanya savaştan sonra biraz vergi artırdı,
biraz harcama kıstı, ama yetmedi. Kısa vadeli borçlanma ile açığı kapatmaya
yöneldi. Bu borçlanmanın “reel” maliyeti ise ancak “bir miktar enflasyon”
yaparak düşürülebilirdi. Böyle yapıldı. Merkez Bankası (Reichsbank) kamu
borç kâğıtlarını alarak açığı finanse etmeye başladı. Yabancı yatırımcılar
da aldılar. Büyük sanayi kapitalizmi Almanya’nın parasının, Reichsmark’ın
(RM) zamanla değerleneceği beklentisinde idiler. Bu sermaye girişleri RM’ı
değerce yüksek tuttu. Ne zamana kadar? Borçlar Komisyonu’nun Almanya’ya
“Borç tutarın belli oldu: 132 milyar ‘altın RM’ ödeyeceksin!” dediği 5 Mayıs
1921’e kadar. Londra Ültimatomu, diye bilinir. Bu, Alman ulusal gelirinin
üçte birini taksit taksit alıp götürecek bir tutardı! Enflasyon öyküsünde 1.
aşamanın sonu oluyor.
Niçin böyle? En başta Fransa
var. Savaşın gerçek yıkımına uğramış, parasız ve borçlu Fransa bastırıyor.
Almanya ödedikçe o toparlanacak; aksattıkça, geciktirdikçe dişlerini
gıcırdatıyor ve kendi deyişleriyle, Almanya’yı “Osmanlılaştırmak, yani,
uluslararası borç kölesi haline getirmek” istiyor. Parasız kalan Fransa,
Wall Street’ten yalvararak yüksek faizle borçlanmaya çalışmaktadır. Bir
yandan da Almanya’ya bastırıyor. “Ültimatom”un başını çekiyor. Ve böylece,
10 Mayıs’ta Alman Hükümeti düşüyor. Yenisi (Merkez Partisi’nin toparladığı
orta-sağ koalisyon) durumu idare edecektir. O kadar. “Ültimatom”dan itibaren
dikkat çekici olan: 1) Alman siyasetinin dokusu bu tablo karşısında
güçsüzdür ve taze güç toplayamaz. 2) Para otoritesi Reichsbank ise adım adım
artan belirsizlikleri yönetemeyecektir. Öykünün odak noktasında bu ikisi
var.
“Ültimatom” bir
turnusol kâğıdı olmuştur.
Londra’dan altı ay sonra, bu
kez 12 Kasım’da Alman sermaye sınıfının ‘ültimatom’u geliyor: Alman sanayi
bölgesi Ruhr’un en büyük “baron”u Hugo Stinnes’in öncülüğünde toplanan iş
çevreleri, güçlü sağ kanadının yükselen sesiyle, “8 saatlik işgünü başta,
tüm sosyal haklara son verilsin ve Almanya devlet demiryolları tüm
varlıklarıyla özelleştirilsin” der. Bu ses şüpheleri somutlaştırır:
“Sermaye” Almanya’yı borç için kaynak yaratacak bir mali yapıya sahip
görmüyor, demektir! (Alman sermaye sınıfının Ekim Devrimi korkusunu da
unutmayalım!) Böyle şeyleri kapitalizmde, önce döviz kuruna bakarak okuruz.
O zaman da böyle oldu: RM, Amerikan doları karşısında 99’dan 263’e
düşüverdi. Ve Ekonomi Bakanı Hirsch açık konuştu: “Doların 300 ya da 500 RM
olasılığını düşünmek istemeyiz. Bugünkü parasal koşullarda bağımsız
(egemenliğe sahip) kalıp kalamayacağımızı ya da kalmak isteyip
istemediğimizi düşünmek istemiyoruz!”. Dikkat edelim, “egemenlik” diyor.
Büyümeye başlayan bir “anafor”u görüyor. Ve güçsüzlüğü dile getiriyor.
Fransa Almanya’nın yapışık, ama zıt, kriz kardeşidir. “Anafor” Fransa’yı da
vurarak hızlanır. Orada siyaseti sertleştirecektir. 1922’de, 12 Ocak’ta
orta-sağ çoğunluk “esnek” Başbakan Aristide Briand’ı indirir, sertlik
politikası sahibi Raymond Poincaré’yi getirir. Almanya’da da orta-sağ,
Fransa’da da! Ama zıt kardeşler. Fransa Almanya’yı “borç kölesi” yani, “2.,
3. sınıf devlet” yapma niyetinde ısrarlıdır. Oradan ilerler. Ancak, bu çizgi
“Alman öyküsü”nü yaratan etkenlerden sadece biridir. O kadar.
----
“Öykü”nün odak noktasına
işaret ettik: Alman siyaset topluluğunun çok parçalı, zayıf kalan yapısı ve
Reichsbank’ın krizdeki yönetim tarzı. Siyaseti uzmanlarına bırakalım.
Reichsbank’a (RB) bakalım. RB yetkilileri gitgide yerleşen enflasyonun
kendine özgü yeni yeni etkiler yarattığını, bunun dinamiklerini gördüler.
Yani, enflasyonun seyri içinde fiyatlar önceden kestirilemeyen
istikrarsızlıklar gösteriyor, yatırımcılarda da bilinmeyen beklentiler
yaratıyordu. Çeşitlenen, artan ve yönetilemeyen istikrarsızlıklar. Ama RB,
dalgaları gitgide kabaran bu denizde, hep iki politika çizgisinde ilerledi:
Bir, hazinenin kısa vadeli kâğıtlarını almayı sürdürerek ‘açık finansmana
devam’ dedi. Ve iki, Alman sermayesine enflasyonun çok altında reel faizli
kredi pompalıyordu; buna da “devam” dedi. Borç Komisyonu üyesi, iktisatçı
Bresciani-Turroni şöyle yazmıştır: “Bu politika iş dünyasına sağlanan bir
‘gayri meşru sübvansiyon’du. Israrla yürütüldü ve öyle bir teşvik politikası
yarattı ki, böylece çeşitli iktidar blokları ve çıkar grupları oluştu ve
bunlar bu enflasyon mekanizmasının sürmesi için çalıştılar!” Biz okuyuculara
“dış etken”e fazla takılmayın, önce Alman sermaye sınıfının ne yaptığına
bakın, demiyor mu?
---
1922 Mart’ında Almanya borç
taksiti ödeyince RB’deki rezervleri dibe yaklaştı. Parasal savunma gücü
biraz daha azaldı. Ödeme takatinin daha da zayıflayacağı görünür oldu.
Sermaye ve mülk sahipleri ise toplumca karşı karşıya kalınan faturadan uzak
duruyorlardı. Savaşta vergi vermemişlerdi. Şimdi de “Fransa’ya gidecekse
niçin devlete kaynak sağlayalım” diyerek geçiştiriyorlardı.
Enflasyon “öykü”sünün 1.
perdesi sona yaklaşırken 2. perdeye geçiş için adeta beklenen “şok” geldi.
24 Haziran’da (tam 100 yıl önce) ırkçı çeteler Dışişleri Bakanı Walther
Rathenau’yu vurdular. AEG’nin sahibi, liberal, Yahudi kökenli, iş bilen bir
adamdı. Savaş yıllarında hükümette görev alıp, 20. yüzyıl planlamasının ilk
örneği olan lojistik tasarım ve uygulamanın sahibiydi. Bakan olarak, “savaş
borcu”nun anlaşmayla çözümüne, sertliği durdurmaya çalışıyordu. Suikast
Fransa’nın ödünsüz çizgisini beslerken, uluslararası finans sermayesinin
katılaşan olumsuz tutumunu da ateşleyen etki yaptı. Temmuz’dan sonra, RM
karşısında doların artış hızı iç fiyatların artış hızını aştı. Artık “RM
düşecek!” beklentisi egemendi ve enflasyon Almanya’yı yenmek üzere
“Rubikon”u geçmişti. Bu kırılma noktası oldu ve sonra iç fiyat artışlarıyla
döviz kuru arasında hızlanan yarış başladı. 1922 sonunda dolar 24 kat değer
kazanmış, para arzı 16 kat, iç borç da 5 kat artmıştı. Bir “enflasyon
dersidir”, diyebiliriz.
Sonrası Alman toplumu için
hazindir. Kriz yerleşirken İngilizler Poincaré’yi yumuşatmaya çalıştılar,
fayda etmedi. 10 Ocak 1923’te Fransız ordusu, Belçika’nın da desteğiyle
sınırı geçip Ruhr’a girdi, “Ödemiyorsun, gelip alacağım!” diyordu. Ruhr’da
işçiler üretimi durdurdu. Alman hükümeti onlara ücretlerini ödemeyi
sürdürdü. Para basıyordu. Siyaset zemininde inandırıcılık kaybolurken,
Almanya son bir çabayla, RM’yi tutabilmek için son rezervlerini de kullandı.
Gerisi biliniyor: Toptan eşya fiyatları indeksi, 1913 yılını 1 kabul
edersek, 1920’de 15, 1922’de 342, 1923 Ocak’ta 2.783, Aralık’ta ise
1.261.000.000.000 olacaktır. Yani, Merkez Bankası (RB) binası yerinde
duracak, fakat Alman parası RM yok olacaktır! Sistem içinden “gümledi”.
---
Sona geliyoruz. (Sonun
sonuna değil!) 1923 Kasım’ında Hjalmar Schacht “yok” olan RM’yi yeniden var
edebilmek için sahneye çıktı.
Almanya’nın enflasyonla altüst oluşundan sonra, onun yarattığı başka bir
“öykü” olan yapay bolluk dönemi başlayacak (1924-‘28) ve onun devamı da
trajik, bir başka “öykü” (1929-1945) olacaktır. Şimdilik şunu vurgulayalım:
1924’te Almanya, Chicago’lu banker Charles Dawes başkanlığında bir
uluslararası heyetin yapacağı programa ve denetimine teslim oldu. Bu
çerçevede çıkarılan 30 Ağustos 1924 tarihli banka yasası Reichsbank’ı
“bağımsız” olarak kuruyordu. “Bağımsız” merkez bankasının 14 kişilik yönetim
kurulu üyelerinin yarısı yabancı temsilcilerdi ve öteki üyeler ile başkan
bunların oylarıyla seçiliyordu! Fazla bilgiye gerek yok. Şunu görmek
yeterlidir: Almanya 1918 Kasım’ında hükmen yenilmişti. 1923 sonunda
enflasyonla, nakavtla yenildi. 1918’de egemenlik haciz altına alınmıştı.
1923’te bu haciz iyice ağırlaştı, egemenlik ‘yok’ derecesine indi. Almanya
enflasyon ‘anaforu’na isteyerek, tasarlayarak girmedi. Ama, ‘anafor’dan
çıkamazsa egemenliğin kaybolacağını öngöremedi. Alman siyaset topluluğu
yetersiz kaldı ve zincirleme yetersizliklerin kurasından sonunda 1930’ların
tablosu çıktı.
Görünen o ki Alman sermaye
sınıfı enflasyonu sevdi. Fiyatlar arttıkça kârları da olağanüstü arttı ve
borçları, yükümlülükleri “reel” olarak sıfırlandı. Servetini korudu.
Heyecanla, Dawes komisyonunun sonunda onlara getireceği “müjde”yi, Wall
Street kredilerini bekledi. Egemenlik verilerek krediler alındı. Sermaye
1924 sonunda buna kavuştu.
Biliyoruz, enflasyon içeride
bir bölüşüm mücadelesi alanı açar. Mücadele sürecinde emekçiler kaybederler.
Sonunda (Dawes noktasında) “çözüm” olarak getirilen “ağır deflasyon”da bir
daha kaybederler. Toplumun dokusu biraz daha bozulur. Böyle oldu. Üst üste
yaşanan bu iki süreç (enflasyon ve deflasyon) toplumda birbirini çoğaltan
umutsuzluk dalgaları yaratır. Faşizm, biliniyor ki, daima umutsuzlukla
beslenir. Kendini “bir çeşit devrim” gibi sunan karşıdevrim o ortamda
öngörülebilenden daha hızlı doğum yapar.
BİRAZ İKTİSAT
Çok değil, biraz. Sermaye
sınıfının Alman ‘elit’leriyle ortak görüşü “Bizi ihracat kurtarır!”
söyleminde buluşuyordu. “Ucuz ve sürekli kredilerle desteklenmeliyiz”
söyleminin ikizi idi. Merkez bankası (RB) da bu bakışı paylaşıyordu. “Savaş
borçları” boyunduruğundan çıkış için bu politikayı benimsiyordu. Ticaretin
politikası. Dış ticaretin bir “fazla” yaratacağı ve borç ödemelerinin bu
sayede yapılacağı, diye basitleştirebiliriz. İktisatçı diliyle, ödemeler
dengesinde ticaretin, yani mal ve hizmet işlemlerinin toplamını gösteren
“cari hesabı”nda bir “fazlalık” yaratma politikası. İyi güzel de, “normal”
ve “anormal” zamanların politikaları acaba örtüşür mü? Ödemeler dengesinin
bir de ‘sermaye hesabı’ bölümü var. Orada ülke mülkiyetinde bulunan
‘varlıklar’ın fotoğrafını görür, bunlardaki değişmeyi okuruz. (“Varlıklar”ın
stokunu.) 1918 Versay kararı ile ‘galipler’ Almanya’nın bu “varlıkları”nın
eritilmesini hedefe koymuştur.
‘TARİHİN SUNDUĞU ZAMANLAR’
O halde, işin bam teli
Almanya’nın birdenbire içine düştüğü “anormal zaman”da, savunmasını ne yapıp
edip “sermaye hesabı”nı koruma üzerine kurabilmesi değil miydi? Burada
iktisatçının ve özellikle merkez bankası uzmanının entelektüel kapasitesi ve
yaklaşımına geliyoruz. Önemli konu. Çünkü, “sermaye hesabı”nın yönetimi
esasta merkez bankasının işidir. 1918-1924 gibi bir ‘anormal zaman’da ise bu
bambaşka boyut kazanıyor. Ülke egemenliğinin korunması boyutu. Alman
enflasyonu üzerine çok çalışma yapılmıştır. Görüşler Reichsbank’ın bu
“anormal” zamanda pasif kalışını vurgular. Reichsbank, “Para talebine bakar,
politikamızı buna ayarlarız” demiştir. Ve 1923’e, geri dönüşü olmayan
aşamaya böyle gelinmiştir. Ciddi bir noktadır. Merkez bankacılar
düşünmelidir. Değinmekle yetinelim. Ama düşünelim.
Bunları bugünün Türkiye’si
için mi yazıyorum? O aklımızda, ama ayrı bir yazı konusu. “Tarihin sunduğu
zamanlar” birbirinden farklıdır. İçinde daima farklı ve benzer elemanlar
taşır. İktisatçı ise sadeleştirmek ister. Sadeleştirebilirse işin karmaşık
boyutlarını da keşfedecektir. Enflasyon bu olanağı veriyor. Pergeli
kullanarak ilerleyelim (bk).
Toplumların değişik “tarih
zamanlar” içindeki mücadeleleri demokratik devrimi öğretebilir. Mustafa
Kemal, Mudanya Mütarekesi ile “sivil siyaset yolu”nu açtı. Lozan’dan geçerek
toplumu Cumhuriyete ulaştırdı. 20. yüzyıla ayak basıldı. Büyük bir
demokratik devrimdi; geri kalmışlığın katılaşmış kalın kabuğunu kıracaktı.
Cumhuriyet, 13 milyonluk
basit köylüler ülkesinde kuruldu. Sadece basit tarım yapabilen, “kerpicinin
içinde” yaşayan köylüler. Mustafa Kemal’in ilk sözü: “Müstahsil (üretici)
köylü efendimizdir!”. İşin özünü söylüyor: Köylüyü “kerpicinden” çıkararak
çiftçi yapabilmek. Köy, toprak, tarımın iç içe bir bütün olduğunu bilerek
ilerleyebilmek.
Köylüler (büyük kitle) güçsüzdür. Gücün sahipleri büyük topraklılar, eşraf,
tüccardır. Ekonomide, siyasette büyük farkla öndedirler, müttefiktirler.
Cumhuriyet 1924’te Köy Kanunu’nu çıkarıyor, köy konuşsun istiyor. Ancak,
duyulan ses, büyük topraklıların, zengin çiftçininkidir. Osmanlı’dan
devralınan (onun Bizans’tan aldığı) prekapitalist rejimde ortakçı, yarıcı,
maraba, toprak işçisi vardır. Sessizdirler.
Cumhuriyet, 1927 ve 1929’un
yasaları ile toprak dağıtma adımı atar. “Müttefikler” tepkilidir. 1932’de
“eşitlikçi” bir kooperatif modeli getirince (Afyon üreticileri) eski
İttihatçı, şimdi CHP’li büyük topraklıların sözcüsü Halil Menteşe,
Cumhuriyet yönetimine çıkışır: “Kolektivizasyona gidiyorsunuz!”
1936’ya kadar ilerleme
olamadı. Fakat yeni köy düzeni arayışı başladı. Toprak ve tarım davası ile
iç içe. Atatürk 1936 ve 1937’de TBMM’de, “Toprak Kanunu’nun bir neticeye
varmasını yüksek desteğinizden beklerim. Her çiftçi ailesinin
geçinebileceği, çalışabileceği toprağa sahip olması…” diyecek. Ve İnönü,
1936 sonunda vurguları yapar: “Toprak işleyenin!”, “Bin kombina kuracağız.”
Ve dağıtılacak toprakları kamulaştırabilmek için anayasa önerisi getirir
(1937, 74. Md.). “Müttefikler” direnirler; “yüksek destekleri” söz konusu
değildir.
KILAVUZ
Köye “kılavuz”la
girilecektir. 1937’de Saffet Arıkan’ın getirdiği Köy Eğitmeni öncüdür. Büyük
adım ise 17 Nisan 1940’tır: Köy Enstitüleri. Kılavuz, Enstitü öğretmenidir.
Çizgi, kişinin köylülüğünü yadsımaksızın üretimin özgürleştirici damarını
kavraması, geliştirmesidir. Ve insanlığın ortak değerlerini özümsemesidir.
Bu büyük iddiadır. Köylü kendi potansiyelini keşfederek toplumu dönüştürme
iradesine erişecektir. İddianın sahibi üç kişidir: İnönü, Bakan Hasan Âli
Yücel ve Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç. Tonguç, tasarımcı, mimar,
başöğretmen, usta, hatta işçidir. Müstesna bir belgecidir. Oğlu Dr. Engin
Tonguç, onun günlüklerini, belgelerini kitaplaştırdı: Bir Eğitim Devrimcisi
İsmail Hakkı Tonguç, 1997. Bu kitapla sadece Köy Enstitülerini değil, yalın
gerçekleriyle 1940’ların Türkiye dramını tüm boyutlarıyla kavrayabiliriz.
(Dikkat, 1940’lar her çeşit efsane ve menkıbe yaratma alışkanlıklarıyla,
ürünleriyle perdelenmiş bir dönemdir.)
İlk adımda 14 Enstitü
kuruldu. Hedef 22 oldu. Enstitülerde eğitim üzerine yazılanlara
değinmiyorum. Bilinenler yeterlidir. Tonguç’un gözünden izleyebilirsek,
Cumhuriyetin erişmek istediği, demokratik devrim dediğimiz aşamaları
tanımlayabiliriz. Yok, Cumhuriyetin “iç mücadelesi”nde somutlaşan demokratik
devrim aşamalarını görmezlikten gelirsek, olup bitenlerin anlatımı
sıradanlaşır, tek tük şeyler halini alır.
1942’yi anlayabilmeliyiz.
Enstitü hareketi mesafe almıştır. Fark edilmeyen bir güç yaratmıştır. Gücü
büyütme zamanı gelmiştir. 19 Haziran’da 4274 sayılı “Köy Okulları ve
Enstitüleri Teşkilat Yasası” geliyor. (80. yılındayız) Bu, Cumhuriyetin köye
egemen olabilmesinden, büyük bir tarihsel atılımdan önceki fotoğraf gibidir.
Yasa ile okul, köyün merkezi olmaktadır. “Kılavuz” köy halkını yetiştirecek,
sorunlarını çözebilecektir. Kooperatifleri kurabiliyor. Çalışan köylü için,
antikçağdan beri dünyasında olmayan şey, ödüllendirme geliyor. Yurttaşlığa
büyük adım. “Müttefikler” bunların ne demek olacağını anlamışlar mı? Hem de
nasıl! Prekapitalist dokunun sürdürülmesi onlar için “hayat memat”tır.
Savaşacaklardır.
DEVRİMİN İKİNCİ AYAĞI
1940 Yasası’na iki kişi
“Evet” oyu vermişti; 150 kişi oy kullanmamıştı. Bu “Hayır” demekti. 1942’de
252 kişi “evet” oyu verdi; 177 kişi “yok”tu. Görüşmelerde kıyasıya
direnmişlerdi. (Ayrıntıları, özellikle hangi maddelerde direndiklerini
okuyunuz. Öğrenmek lazım.) Artık Enstitüyü kapsayan fakat aşan büyük bir
adımla mücadele alanına giriyoruz. Gerçekte, sınıfsal muharebe alanına. 20
Temmuz’da İnönü, Tonguç’u alarak Enstitü ve köy “seferleri”ne başlıyor:
Eskişehir, Sivrihisar, Mahmudiye, Hamidiye, Konya, Karapınar, İvriz, Ereğli,
Bor, Aksaray, Koçhisar ve Ankara Gölbaşı. (Kitaptaki bilgiler
aydınlatıcıdır.)
Gölbaşı’nda İnönü’yü
karşılayan CHP’nin yeni Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, Tonguç’u
arabasına aldı. “Ne gezdirip duruyorsun bunu köy köy. Yarın bizim
söylediklerimize, raporlarımıza inanmayacak!” dedi. “Bu” İnönü’ydü! Tonguç,
partideki güç yapısının uzaktan göründüğü gibi olmadığını, mücadelede
İnönü’nün karşısındaki gücün mertebesini artık en iyi kavrayan kişiydi.
Birlikte yaptıkları “seferler”de İnönü’nün kurgusunu kavrıyordu. Bir
kurmaylık. Garp Cephesi Komutanı kimliğiyle kurgulamış gibi: Yüzyıllardan
gelen prekapitalist dokuyu ancak bir tür “harekât”la çökertebilirsin. Barış
yıllarında yapılamadı. Şimdi, uygun zaman ayağına geldi: 2. Dünya Savaşı.
Ülkenin, Cumhuriyetin en büyük tehlike ile karşı karşıya geldiği zaman. Ama
içinde bir fırsat taşıyor: Eğer ülkeyi büyük savaş kıyametinin dışında
tutabilirsem, içeride tarihin (bir paradoksla) ikram ettiği bu altın fırsatı
kaçırmamalıyım! Ve hemen, (Alman kuvvetleri Fransa’yı almaya giderken)
1940’ın nisanında başlamalıyım. Gecikmemeliyim. Demokratik devrimin
1940’lardaki ilk ayağı olan Enstitü, 1942’de, İnönü’nün savaş yıllarının
yokluklarında azalmayıp artan desteğiyle “ileri cephe”sini kurdu. (Ekmek
karneyle, inşaat çivisi bile bulunmuyor!)
Devamı geliyor. Temmuzda
Başbakan Refik Saydam ölür. Yerine Şükrü Saracoğlu geçer. Tarım Bakanlığı’na
Şevket Raşit Hatipoğlu gelir. Cumhuriyetin en kayda değer Tarım Bakanı. O da
Tonguç gibi, Almanya’da (ve Fransa’da) okumuş, doktora yapmış, Anadolu’yu
karış karış gezmiştir. Köylüyü tanımış, toprak ve tarım davasını dert
edinmiştir. 20 Ağustos’ta İnönü’nün Tonguç’la başlayan “sefer”inde o da
vardır. Kayseri, Sarımsaklı, Pazarören, Bünyan, Sivas, Yıldızeli, Tokat,
Turhal, Ladik, Samsun ve dönüş. Dönüşte, trende Tonguç’u ve Hatipoğlu’nu
toplantıya çağırıyor. Yollarda, köylerde onlarla daha önce konuştuklarını
“harekât” hedefi olarak söylüyor: Enstitü sayısı 60’a çıkarılmalı ve 200 bin
tarımcı (çiftçi) yetiştirme hazırlığı yapılmalı! Tonguç, İnönü’yü özel
merakla izliyor. Büyük toprak sahiplerine, topraksız köylülerin durumuna
tepkisini not ediyor. Ve demokratik devrimin “ikinci ayağı”nı (“ikinci
cephe” de diyebiliriz) keşfediyor: Toprak davası gelecektir. Garp Cephesi
Komutanı sanki bir “kıskaç harekâtı” tasarlamıştır: Kıskacın bir ayağında
Köy Öğretmeni’nin Enstitüsü, öbür ayağında Atatürk’ün özlemi olan “müstahsil
köylü”, yani, topraklandırılarak doğacak olan çiftçi (iki yüz bin tarımcı).
‘BİRKAÇ TÜMENİM OLSA’
Mücadelenin siyasal söylemi,
duyurusu kasım başında İnönü’nün TBMM konuşmasıdır: “…Cumhuriyet
hükümetlerinin sarf ettikleri gayretlere iki seneden beri cemiyetimiz
tarafından hiç yardım edilmemiştir... Bulanık zamanı bir daha ele geçmez
fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz
(soluduğumuz) havayı ticaret metaı (nesnesi) yapmaya yeltenen gözü doymaz
vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük
fırsat sanan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan
birkaç politikacı büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette
kundak koymaya çalışmaktadırlar.” Sınıfsal “blok” tablosu berrak değil mi?
1943’ün “seferleri” nisanda
başlayacak. Savaştepe, Kızılçullu, Gönen, Aksu. Sonra, eylülde Erzurum,
Pulur, Kars, Cılavuz, Trabzon. Ve Beşikdüzü’nde Enstitü öğrencileri motorla
açılmış, türkü söyleyip ağ çekiyorlardı. İnönü, Tonguç’la yan yana oturarak
bir motora biniyor, giderken kolunu sıkıyor, acıtarak. Şöyle diyor: “Elimde
bunlar gibi gençlerden birkaç tümen olsaydı, Türkiye’nin yazgısını
değiştirirdim!” Askeri terim kullanıyor: “Birkaç tümen.” Demek ki 50 bin
kişi bile yok! Esendal’ı bilmez mi? Yanı başında. Çoğunluk o tarafta ve
eldeki malzeme bu. Bir demokratik devrim hamlesi, ortaçağ yapılarının
tasfiyesi için bir “minimum güç” istiyor. Çünkü ortaçağ ile hesaplaşma büyük
olacaktır. Ve öyle oldu.
Daha önce Tonguç, “60
Enstitü, 200 bin çiftçi” hedefi için kapsamlı bir çalışma yapmıştı. Bakan
Yücel’le de uzun uzun görüştüler. Proje, takatlerinin çok üzerindeydi. Ne
devlet yapısındakiler ne de parti destek olurdu. Gerçek bu idi. İnönü’ye
gittiler. “Olamayacak” dediler. Kitap şöyle yazıyor: “Tonguç, onun yanıtını
yaşamı boyunca unutmayacaktı: ‘İleride çok pişman olacaksınız. Savaştan
sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır. En önemli olanağı
kaçırıyorsunuz’ demişti.” Tarih henüz 1942 idi. “Savaştan sonra” deyişi
yaptığı kurguyu açıklıyor.
“Biz” ve “Bize yaptırmayacak
olanlar”. Açık değil mi? Enstitüler için İnönü’ye “Bu komünist yuvalarını ne
zaman kapatacaksın?” diyen Mareşal’den valilere, kaymakamlara kadar gelen
bir kadronun katı tutumu ve devrimciliği 1930’ların ortalarında eskimeye
başlamış bir parti yapısı. Peki, Cumhuriyetin köylüler ülkesinde demokratik
devrim mücadelesi kaybetmeyi de göze alarak yapılmayacak mı? Yapılacak.
GERİCİLİĞİN KALIN KABUĞU
Türkiye kendini savaşın
“kıyamet”inden korumuş ama beş yıl boyunca büyük bir orduyu silah altında
tutmak zorunda kalmıştır. Köydeki üretici orduda tüketici olmuştur. Savaş
biterken tarlaya dönüş eski düzene dönüş mü olacaktır? Yoksa o köylü toprağa
kavuşup çiftçi kimliği mi kazanacaktır? Tarım Bakanı Hatipoğlu, 17 Ocak
1945’te “Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması”
tasarısını getiriyor. Demokratik devrimin ikinci ayağı (cephesi).
Hakkıyla tarım yapmak üzere
toprakta yeni mülkiyet getiriyor. Merkeze “Bağımsız Çiftçi”yi (Çiftçi
Ocaklarını) yerleştiriyor. Ona 30’dan 500 dönüme kadar toprak veriyor.
Ortakçı, yarıcı, maraba tarihe karışacaktır. Büyük topraklılar tarım yapmak
istiyorlarsa 500’den 5000 dönüme kadar ekim yapabilirler. Ekmezlerse, o
topraklar da kamulaştırılarak bağımsız çiftçiye verilecektir. Köyde
aydınlanan çiftçi, toprakta Cumhuriyetin gerçek tarım ajanı olacaktır. İnönü
ile Hatipoğlu’nun tarihe geçecek hamlesidir.
‘SOVYET ÖZELLİĞİ’
Usulen, tasarı önce Muhtelit
Encümene (Karma Komisyon) geldi. Çoğunluk tasarıya karşı idi. Hatipoğlu
geniş hazırlığını, uygulama için “ayrı bir teşkilat” kurulacağını açıkladı.
“Yalçın hakikat şudur: Çiftçi dediğimiz kimseler topraksızdır. Toprakları
yetmemektedir. Bu davayı halledelim arkadaşlar. Bu yurtiçinde toprağı
yetemeyen çiftçi ve topraksız çiftçi bulundukça her şey zarar görür.
Kundaklanmış kanun işe yaramaz” dedi. Komisyon sözcüsü ise Adnan
Menderes’ti!
Uzatmayalım. Tasarı köy-toprak-tarım rejiminin fiili sahipleri için
ürkütücüydü. Ortaçağdan gelen “statü”leri sona erecekti. İnandırıcı tezleri
yoktu. Ancak, çoğunluk sağlayacak taktikleri ve “komünizm geliyor”
yöntemleri vardı.
KARŞIDEVRİM
Emin Sazak: “Rusya’da da
aynen böyle olmuştur. Kolektif şirket diye başlamıştır, halk da mecbur
olmuştur. Aynen tatbikatı budur.” Recai Güreli: “Tasarının dışarıda akisleri
bambaşkadır. Bilhassa ocak meselesi… Diyorlar ki acaba hükümet sola mı
kayıyor? Tüccarlar da acaba bizim elimizdeki mülkleri de taksim edecekler mi
diye soruyor.” Feridun Fikri Düşünsel: “Nereye gidiliyor? Yalnız toprak
mülkiyetine değil, mülkiyet prensibine ait niteliktedir.” Adnan Menderes:
“Çiftçiliği özel meslek saymaktaki maksat nedir? Yüksek komisyonunuz buna
lüzum olmadığını ifade etmiştir. Toprak kiralamamak, ziraat amelesini
tamamen ortadan kaldırmak, toprağı bizzat işletmek, toprağı kökünden
kamulaştırmak Sovyet toprak rejiminin belirgin özellikleridir.” Atıf
Bayındır: “Kullanımda sınırı kabul edersek, bütün servet şekillerinde de
kabul etmek lazımdır. O zaman bunun ismine başka bir şey derler.” F. F.
Düşünsel: “Çiftçi diye bir sınıf vücuda getiriyoruz. Bizim hukuki bünyemize
uygun mudur? Uygun değildir. Memleketin gelecekteki yönetimine zararları
olabilir mi? Olabilir. Çünkü memlekette bir sınıf bilincinin oluşması muhtaç
olduğumuz siyasal dengeyi yarın bozabilir.”
Ve Cumhuriyette de yaşasa,
bir ortaçağ rejiminin toprak mülkiyeti sahibi için, en üstün değerin o
mülkiyet olduğunu anlayabilmemizi çarpıcı biçimde anlatan Emin Sazak: “Acaba
bu adamları (büyük topraklılar) ortadan kaldırmak memleketin gelişmesi için
faydalı mıdır? O adamlardır ki Milli Mücadele’nin ilk günlerinden beri Garp
Cephesi Kumandanı 100 vagon buğday verin der, yetiştirir… Bakanımızın
tasfiyeye layıktır dediği o ağalar yok mu, oğlunu askere gönderdi, binlerce
vagon zahireyi, yüz binlerce lirayı hükümet yok iken Garp Cephesi
Kumandanı’nın emrine gönderdi…” Ne diyor? Senin askerin, senin Milli
Mücadele’ni benim gönderdiğim ekmekle yaptı, diyor! Cumhuriyet en ileri
menziline ulaşamadı. Bağımsız çiftçi (Mustafa Kemal’in “müstahsil köylü”sü)
doğamadan öldü. Köy öğretmeni 1945’ten sonra yalnızdır. Ortaçağ toprak
rejiminden güç alarak “yeni siyaset” için sahneye çıkanlar, “kılavuz”un
güçsüzleştiğini iyi görmüşlerdir. İttifaklarının gücünü artık Enstitü’yü
yıkmaya yönelttiler. Geri kalmışlığın kalın kabuğu kırılamadı, biraz daha
kalınlaştı. Demokratik devrimden kalan boşlukta karşıdevrim filizlenmeye
başladı.
Dr. Engin Tonguç, kitabında,
babasının yaşamı boyunca, İnönü aleyhinde konuşan olursa hemen susturduğunu
yazıyor. Acaba neden (bk)?
-----
1939 Eylülü’nde Almanya’nın
başlattığı savaşın çapı ve yıkımı gitgide büyüdü, dünya ölçeğinde bir
“Kıyamet” halini aldı. 1945’e kadar sürecek, 70 milyon (belki daha çok)
insan ölecektir. Türkiye’nin başında bunu görebilen kişi ve kişiler vardı.
Onlar gün ve gelecek için toplumun tarihi şansıydı. Bilmek lazım. Siyasette
sağlam kararlar aldılar, esneklik ve cesaretle uyguladılar. Ülkeyi
“Kıyamet”ten uzak tuttular. Kimsenin burnu kanamadı. Ekonomide de 1940 Ocak
ayının Milli Korunma Kanunu’ndan başlayıp doğru kararlar aldılar. Bir ölçüde
uygulayabildiler. Bir ölçüde, çünkü savaş ekonomisi başa çıkılmaz
dengesizlikler ve eşitsizlikler yaratan bir senaryodur. Hele o zamanın
maddeten yoksul, kırsal Türkiye tablosu için.
Alman ordusu 1939 Eylülü’nde
Polonya’yı iki haftada işgal edip o toprakları ve Baltık’ı Sovyetler’le
paylaştıktan sonra döndü, önce Danimarka ve Norveç’i işgal etti. Sonra dönüp
1940 Haziranı’nda Paris’e girdi. Sonra yine döndü ve 1941 Martı’nda Edirne
sınırına dayandı. Durdu. Sonra haziran’da birden Sovyetler’e büyük saldırı
başlattı (Barbarossa Harekâtı). Leningrad’ı kuşattı (900 gün sürecek!),
Ukrayna’yı aldı, Moskova’nın varoşlarına geldi ve Bakû’ya varmak üzere
1942’nin güz aylarında Stalingrad’a dayandı.
Türkiye bir milyon üreticiyi
tarladan alıp asker yaptı. Çoğunluğunu Trakya’ya, Alman ordusunun karşısına
yerleştirdi (Mihri Belli anılarında, oradaki askerliği sırasında, İnönü’nün
nasıl at üstünde kıta teftişleri yaptığını anlatır). Üretici, askerlikle
tüketici oldu. Devlet onu 1945’e kadar besleyecek, giydirecektir. Askeri
harcamaların devlet bütçesindeki payı böylece 1930’lardaki yüzde 20’lerden,
1940’tan başlayıp yüzde 50’lere çıktı. Büyük harcama yükü altında devlet
bütçesi 1941’den sonra ikiye katlandı. Gelirlerin yetersizliğiyle, kısa
sürede kapatılamayacak açık oluştu: Bütçenin üçte biri kadar!
Savaş büyük, sürekli bir
depremdir. Buna kaynak yetiştirebilmenin (her ülke için) üç yolu vardır.
Bir, ek vergi. İki, iç borçlanma. Üç, devlete enflasyonla kaynak çekebilmek,
yani para basmak. O yılların Türkiye’sinde, köylüler ekonomisinde vergi yükü
yüzde 10 mertebesindedir. Gelirler 48 kaleme dağılmıştır, yetersizdir. Çoğu
dolaylı vergilerdir. Savaş bütçesinin açığı bunlarla kapatılamaz. Yönetim bu
katı gerçeği biliyor. Ve dayandıkça dayanıyor. İç borçlanma zaten
sınırlarına varmıştır. Kısa vadeli borçlar, vadeleri uzatılarak
çevrilebiliyor. O kadar. Geriye para basmak kalıyor. Çaresiz, basılacaktır.
Ancak, burada para basmak (emisyon) Amerika, hatta İngiltere’de emisyona
yüklenmeye benzemez. Oralarda savaş emisyonu sanayi sermayesinin yüksek
kapasitesiyle uçak, tank, zırhlı, gemi, çeşitli bomba, cephane, lokomotif
vs. imalatında yaratılan olağanüstü artışlarla emilir ve fiyat artışlarına
pek az yansır. Siviller gıda ve giyecekteki kıtlığı, karne usullerini
sızlanmadan kabul ederler. Türkiye’nin basit üretim ekonomisinde tablo
bambaşkadır. Girmeyelim. Ancak şunu biliyoruz: Basit üretim yapısında
ablukaya yakalanmış ekonomi, savaş enflasyonunu kıtlıklarla iç içe yaşar.
Üretimini artıramaz. Kıtlıklar ve enflasyon birlikte artar. Herkes anlayışlı
olmalıdır. Pek az kişi anlayışlıdır.
Cahit (Kayra) Bey her şeyi
gören gözleriyle diyor ki: kıtlıklar, düşük, çok düşük gelirli halk, yani 17
milyon kişi içindir. Çoğu ticaretin köşe başlarını tutan, aracılık yapabilen
birkaç yüz bin kişi için değildir. Birkaç yüz bin kişi kıtlık ve enflasyonlu
ekonomide eskisinden daha da zenginleşiyorlar. Cahit Bey’in deyişiyle,
“yoksullar”dan “varsıllar”a kaynak aktaran bir ekonomideyiz. Sanayi
sermayesi yok gibidir. Basit üretim ekonomisinin kalın damarı ticaret
sermayesidir. Silah altında bir milyonun üzerinde asker tutmaya mecbur olan
devlet ise harcamalarını karşılayacak gelire sahip olamaz, gitgide büyüyen
açıklar verir ve yoksullaşır! Ekonomik gücü tükenmektedir. 1942’nin
fotoğrafı budur.
1942’nin kasım ayında ek
harcamalarla ikiye katlanarak bir milyar liraya çıkmış, bütçenin yüzde 30’u
açıktır. Kapatabilmek için Varlık Vergisi getiriliyor. Olağanüstü zamanın
olağanüstü vergisidir. Çaresiz durum. Çoğu ticaret sermayesinde birikmiş
kaynağa başvurulacak, çok kısa sürede tahsilat yapılacaktır.
Vergilendirilecek 114 bin 368 kişi saptanır. (Nasıl saptandı, Cahit Bey
anlatıyor:) Ticaret sermayesi Osmanlı’dan gelen yapısı ile “gayri müslim”
ağırlıklıdır; biraz yabancı, biraz da sayıca çoğalan Türkler var. 465 milyon
TL vergi saptanıyor, 315’i ödeniyor, 151’i ödenmeyip siliniyor.
Savaşın “enflasyonist açığı”
bununla kapatılabildi mi? Evet ve hayır! 1942 geçildi, fakat savaşın her
şeyi ve kesintisiz harcama zorunluluğu sürdü. Sıra mecburen köylülere geldi:
1943’ün Toprak Mahsulleri Vergisi ile Hayvanlar Vergisi. Bunların yükü orta
ve küçük köylüye bindi. Varlık Vergisi 1943 ödemeleriyle son buldu, fakat
köylülerinki 1946’ya kadar sürdü, bütçeye 415.9 milyon TL. getirdi. İşte,
toplamı 730 milyonluk bu gelirlerle Cumhuriyet “Kıyamet”in ekonomideki
fırtınasını göğüsleyebildi. 1946’da enflasyon sona erdi, ekonomi büyümeye
geçti. Ama köylünün aklında o vergi yükü ile çektiği sıkıntılar kaldı.
Faturayı CHP’ye yazdı. Demagoglar bunu tepe tepe kullandılar. Tüketemediler.
Bu köylüler ülkesinde
ekonomik gücün sahipleri büyük topraklılar, eşraf ve tüccardır. Siyasete de
yansır. 1942 Haziranı’nda Köy Enstitülerinin Teşkilat Yasası oylamasında
“yoklar” 177’dir. Peki, Kasım’daki Varlık Vergisi oylamasında herkes var mı?
‘Yoklar’ın sayısı 79’dur! Bu 79, önceki 177’den daha dikkat çekicidir. O gün
için yorumlanırsa, “devlet batarsa, batsın, bana ne!” demektir. Gelecek için
yorumlanırsa bir siyasal ipucu bulursunuz: Topraktaki ortaçağ dokusunun
sahipleri artık yalnız değildir. 1942 kasımı’ndan sonra ticaret sermayesi
onların toprakta “demokratik devrim” karşısındaki ‘yeminli müttefiki’
olmuştur. Ve “yeminli ittifak” ilk ve en ciddi yıkımını 1945’de
Hatipoğlu’nun getirdiği “bağımsız çiftçi”yi doğmadan yok ederek verecektir.
Sonra sıra “Enstitü’ye gelecektir. Devrimci çizgi oluşurken, karşıdevrim de
“tırtıl”dan kelebeğe (ittifaka) geçerek uçmaya başlıyor.
--
“Mağduriyet piyasası”nın
siyasetteki getirilerini son 20 yılda iyice öğrendik. Ama, burada daha temel
bir şey var. 1940’ların “yeminli ittifakı’nın kemikleşip günümüze uzanan
veraset damarı. 1940’larda, Meclis koridorlarında, çalıştırdığı ortakçı ve
marabalar için “Bu itlere toprak mı vereceğim?” diye bağıran mebusla
(Tonguç’un kitabı), “Bu devlete kırk para vergi vermem” dedikten sonra
“büyük nakit serveti”ne el sürdürmemeyi becermiş vergi mükellefi (Cahit
Bey’in kitabı) hangi ittifak çizgisinde buluşmuşlarsa, Cumhuriyetle kurulmuş
üretim dünyasını “babalar gibi satarak!”, elden ele geçen ticaret metaı
yapan ve sermayenin yeni damarlarını besleyen, kalınlaştıran hırs da orada
bir yerde buluşuyor mu, buluşmuyor mu? Bugünün enflasyonu “parasal ve
tarafsız” bir “fiyat artışları olayı”ndan mı ibaret, yoksa elden ele
ticareti yapılarak servetlere dönüşen toplum varlıklarına emeğin
gelirlerinden, ve varsa varlıklarından, katlana katlana yeni kaynaklar
ekleyen bir yeni “ittifaklar damarı”nın sürekli beslenme yollarından biri
mi? Cumhuriyetin devrimci çizgisini silmek isteyen karşıdevrim, bir “tarihi
zaman”dan bir sonrakinde de daha çok güç kazanarak var olmak için kendine
özgü “kombinezonlar” kurabiliyor mu, kuramıyor mu?
--
Enflasyon tüm fiyatların
birlikte ve farklı hızlarla koşusudur, yarışıdır. En arkada kalan da en
öndeki kadar hızlı koşmak ister. Koşamayıp yürümeye çalışan ücretlerdir.
Emeğin “fiyatı”dır. Koşu boyunca emeğin gelirinden, varsa varlıklarından
kârlara sürekli kaynak aktarılır. Emeğin gücü zayıflar, kârlar katlanarak
artar. Bunu yaşıyoruz. Resmi enflasyon bir iki yılda yüzde 20’lerden
hızlanarak 70’lere gelirken, sermayenin eski/yeni katmanları varlıklarını
büyüttü. Bu varlıkları büyüten her süreç (ki enflasyon onlardan biridir)
modelin sahiplerini memnun eder, onlarda, “ek zenginlik ve güç yaratıyor!”
düşüncesini besler (bk).
(bk). Prof. Bilsay Kuruç
Makûs Talih
"Yeni Türkiye", Cumhuriyet'in 3 önemli hedefini yok etti - Türkiye Gerçekler
Türkiye
ve Dünya Gerçekleri
Gerçekler:Türkiye
ve Dünya Gerçekleri
|