| 
            
            Biz Kimiz: Kim Bu 
            Türkler?
              
                
                Biz 
              TürklerAsyalı mıyız, Avrupalı mı?
 Şaman mı, Müslüman mı, Laik mi?
 Yerleşik köylü müyüz, göçebe Türkmen mi?
 Fatihin torunları mı, Ata’nın çocukları mı?
 İslam'ın kılıcı mı, Hıristiyanlığın cezası mı?
 Osmanlı yetimi mi, T.C. vatandaşı mı?
 Savaşçı asker miyiz, barışçı siviller mi?
 Ordu muyuz, millet miyiz, ulus mu?
 Batılı mıyız, Batının koruyucusu mu?
 Çağdaş toplum mu, tarihi bir köprü mü?
 Doğulu mu, Anadolulu mu, Batılı mı?
 Kimiz Biz?
 
                “Türk Kimliği”, Prof.Dr. Bozkurt Güvenç, 
                Türkiye Bilimler Akademisi Üyesi 
            Ben  bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bu günlerde Avrupa'da, 
            Amerika'da adaylığımız yani çağdaş dünyaya katılıp katılamayacağımız 
            tartışılıyor ve genel bir kanı olarak biz kendimizi iyi 
            tanıtamıyoruz. Ama acaba iyi tanıyormuyuz? Tanıtmak için önce biraz 
            kendimizi tanımamız gerekir. O bakımdan konuya şu sorularla girmeyi 
            düşünüyorum:  
            Kim bu Türkler?  
              Biz Türkler 
              Asyalı mıyız? Avrupalı mıyız?  Şaman mı? 
              Müslüman mı? Laik mi?  Yerleşik 
              köylüler miyiz? Yoksa göçebe Türkmenler miyiz? Fatihin 
              torunları mıyız? Atanın çocukları mıyız?  İslamın kılıcı 
              mıyız? Hıristiyanlığın kırbacı mıyız?  Osmanlı yetimi 
              miyiz? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mıyız?  
              Fatih miyiz? 
              Yoksa fethedilmiş kullar mıyız?  Savaşçı askerler 
              miyiz? Barışçı siviller miyiz?  Ordu muyuz? 
              Millet miyiz? Ulus muyuz?  Batılı mıyız?  
              Batının bir koruyucusu veya jandarması mıyız?   
            Bunu söyleme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü Amerikan Parlamentosunda 
            Ermeni soykırımı karar tasarısı geri çekilirken, tasarıyı veren 
            politikacı dedi ki "cumhurbaşkanı bu tasarının oylanmasının ulusal 
            çıkarlarımıza aykırı olduğunu söyledi, bende geri çekiyorum!..".  
            Yani tasarı Türk tezi doğru olduğu için, haklı olduğu için geri 
            çekilmedi. Niçin geri çekildi? "Tasarının oylanması Amerikanın 
            ulusal çıkarlarına aykırı olduğu için" geri çekildi. 
            Bunu hemen söylemek ihtiyacını duyuyorum çünkü bu günlerde, bu 
            yıllarda Türkiye bir soru karşısındadır: 
              -Siz 
            hala bir ulus mu olmaya çalışıyorsunuz? Siz  bir ulus devlet mi 
            olmaya çalışıyorsunuz? -Evet 
            öyle olmaya çalışıyoruz. Çünkü biz ulus olmakta biraz geciktik. 
              -Ama 
            ulus devletin modası geçti!  
            Hayır arkadaşlarım, ulus devletin modası geçmedi ve yakın bir 
            gelecekte de geçecek gibi gözükmüyor. 
            Ulus devlet çağımızın hala en 
            güçlü gerçeklerinden, gerekçelerinden bir tanesidir. Alınan kararlar 
            buna göre verilmektedir; ulusal çıkar neyi gerektiriyorsa... Onun 
            için kendimiz aldatmayalım. Kimseden de özür dilemeyelim "biz bir 
            ulus devletiz" diye. Biz bir ulus devleti kurmaya çalışan, ulus 
            olmaya çalışan bir topluluğuz. Bunu söylemeye çalışacağım. 
             
            Çağdaş bir toplum muyuz? Yoksa tarihi bir köprü mü? Bu da 
            siyasetçilerimizin dilinde bir tekerlemedir: "Türkiye doğu ile batı 
            arasında bir köprüdür". Köprüler  teknolojiler gibi aletlerdir,  
            araçlardır. İnsanlar onu kullanır. Türkiye insanların kullanacağı 
            bir alet veya bir köprü değildir ve olmayacaktır. Türkiye bir 
            toplumdur. Coğrafyası itibariyle bugün Avrupa ile Asya arasında yer 
            almaktadır, ama bir köprü değildir.  
            Türkiye Doğulu mu, Anadolulu mu, Batılı mıdır? 
            Hem Doğuludur, hem Anadoluludur, hem de Batılıdır.
             
            Son olarak hani eskiden bir söz vardı, "Ali kıran baş kesen" 
            derlerdi. Acaba soy kıran bir milletmiyiz biz? Batının bizi bu 
            günlerde kınadığı gibi...  Ermenileri kesen, Kürtleri kesen...
             
            Şimdi biz bu olumsuz değerlendirmelerin çoğuna karşı çıkıyoruz ama 
            bu sorular karşısında biz de bilmiyoruz ne olduğumuzu. İşte bir 
            karışıklık örneği: Yakınlarda çıkmış olan İngilizce bir kitaptan.... 
            Amerikalı bir araştırmacı, bir köy konukevinde kalmış geceleyin... 
            Sabahleyin duvarda  bir resim görmüş,  fotoğrafını çekmiş... 
            Maalesef şu an fotoğrafı gösteremiyorum.  Bir dünya, etrafında bir 
            yol, karanlıklardan geliyor, aydınlıklara doğru gidiyor... Nereden 
            gelip, nereye gittiği belli olmayan bir yolda bir insan; yol 
            güzergahı üzerinde bir mezar var. Ve şöyle bir soru var köy evinin 
            misafirhanesinde kalan yolcuya: 
            "Ey yolcu!" diyor, "Necisin? Nereden geliyor, 
            nereye gidiyorsun?".  
            İşte kimlik sorunu böyle bir soruya cevap verme 
            gereksinimidir. Ne diyoruz? Ne yapıyoruz? Çok zaman kendimizi öyle 
            kaptırıyoruz ki bu tür soruları cevaplayacak zamanımız da yok,  
            paramız da yok; işte yuvarlanıp gidiyoruz!.. Ama bizi birileri 
            beğenmeyince “yok canım, biz o kadar da kötü değiliz, biz aslında 
            iyi insanlarız!” diyoruz ama...  
            Kimlik  
            Kimlik dediğimiz olay, insan gibi yaşayan, 
            düşünen bir varlığın kendisine sorduğu veya ona sorulan soruya 
            verdiği cevaptır. "Kimsin" sorusuna verdiğimiz cevap kimliktir. 
            Kimliğin en işlevsel, en fonksiyonel, en basit tanımı bu.  Kimlik 
            dediğimiz, tek boyutlu bir olay değil, çok boyutlu bir olay. En 
            basiti Ningur hoca “biz konferansa gidiyoruz” dedi. Kapıdaki bekçi 
            “geç” dedi. Eğer Ningur bey olmasaydı, o bey benden kimlik 
            isteyecekti. Ben ona bir kimlik gösterecektim.   
            Nasıl bir kimlik? İşte birisinin bana verdiği bir 
            kimlik... Bu bize verilmiş olan bir kimliktir. Üzerinde benim adım 
            var, resmim var, tarih var, veren kurum var. Ne kadar süre geçerli 
            olduğu var. Ama bu benim kimliğim değil, bu bana verilmiş olan bir 
            kimlik. Bugün geçerli, yarın geçmeyebilir. Bana kimsin dedikleri 
            zaman hiç bunu göstermek aklıma gelmez. Bu benim kimliğim değildir. 
            Bana verilmiş bir kimlik. Verildiği gibi alınabilir de. Bireysel 
            kimlikler diyoruz. Doğum kağıdı bireysel bir kimlik olabilir. Sürücü 
            ehliyeti, banka kredi kartı, pasaportlar veya bu şekilde verilmiş 
            olanlar bireysel kimliklerdir. Daha çok bireyleri, insanları, 
            kişileri birbirinden ayırmaya yarar. Kadın mı, erkek mi, öğrenci mi, 
            öğretmen mi, çalışıyor mu, çalışmıyor mu? Güvenlik açısından 
            bunlardan bir iki tanesi olduğu zaman kim olduğumuzu bulurlar.
             
            Kişisel kimliklerimiz 
            Bir de kişisel kimliklerimiz var. Bunlar 
            değişik bir kimlik türü. Bu bize verilmiş bir kimlik değil. Bunun 
            kartı da yok. Ama birisi bize sorduğu zaman “sen nesin” diye, 
             
              
            “ben bir öğretmenim”  “nasıl bir öğretmenim?”  
              “ben bir sosyal bilimler öğretmeniyim”.... 
               
            Kimim, neyim, babayım, eşim, dindarım, dinsizim vs. gibi böyle 
            kimliklerimiz var. Yani mesela tarikat kimliği, kilise kimliği, 
            siyasal parti kimliği, demokratım, sosyal demokratım, kimse duymasın 
            sosyalistim. Şu sanatı severim, şu zanaatı yaparım, şu mesleğe 
            mensubum, şu kulübü tutarım. Pazar günü mesela ben Fenerbahçe’yi 
            tutacağım, eğer çok sorarsanız Fenerbahçeli olduğumu da söylerim. 
            Fenerbahçe kulübünün üyesi değilim. Bu benim kişisel kimliğim. 
            Tercih benim. Bunu ispatlamak zorunda değilim. Bu benim 
            özgürlüğümdür.  
            Verilen kimlik 
            Bir başka kimlik daha var. Bu da ilk bireysel kimlikler gibi 
            doğmakla beraber, bize verilen bir kimlik. Türkiye Cumhuriyeti 
            sınırları içerisinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bir ailenin 
            çocuğu olarak dünyaya geliyoruz. Annemizden dilimizi öğreniyoruz. 
            Derken bizi okula veriyorlar. " Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam 
            küçükleri sevmek, büyüklere saygı göstermektir"... derken kendimizi 
            Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı, yurttaşı hissetmeye başlıyoruz. 
            Devlet sonra diyor ki "eğer sen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı isen, 
            askerlik görevini de yapacaksın, vergileri de vereceksin. Eğer 
            bankalar iflas ederse onların yükünü taşıyacaksın".  "Sen Türkiye 
            Cumhuriyeti vatandaşısın" diyorlar. "Bunları yaparsan ben seni 
            vatandaş olarak kabul ederim, eğer yapmazsan alır başını gidersin. 
            ben seni mahrum ederim, pasaport vermem, çalışmana mani 
            olabilirim". Unutmayın 1980’lerde bazı arkadaşlarımızın işlerine 
            son verdiler, ama suçlarının ne olduğunu söylemediler, sadece son 
            verdiler... "Sizin hizmetinize ihtiyaç kalmamıştır !" 
             
              
            -Ben şimdi ne yapacağım?-Ne yaparsan yap. 
              -Müsaade et yurt dışına gideyim. 
              -Hayır pasaport veremem. 
              -Müsaade et özel teşebbüste çalışayım. 
              -Hayır kamudan atılmış adam özel teşebbüste görevlendirilemez.
               
            Ne kadar ağır bir ceza. Bu nereden kaynaklanıyor? Sen Türkiye 
            Cumhuriyetinin vatandaşısın veya  yurttaşısın. Eğer benim kişisel 
            kimliğim, üyesi bulunduğum devletin veya toplumun bana verdiği 
            kimlik ile uyuşuyorsa o toplumda bir kimlik sorunu yoktur. Ama  
            benim kendimi algılayışım ve kişisel kimliğim ile devletin bana 
            verdiği ulusal ve tarihi kimlik birbirine uymuyorsa o zaman bir 
            kimlik sorunu vardır. Türk müyüm? Müslüman mıyım? Elhamdülillah 
            Müslüman’ım derseniz belki bazı çevrelerin hoşuna gider, ama bazı 
            çevrelerin hoşuna gitmez. Ben laik bir vatandaşım diyorsanız eyvah 
            bu müesseseyi dinsizler ele geçirmiş diyen de olabilir. Görüyor 
            musunuz ne kadar önemli sorunların içerisinde boğuşup duruyoruz. 
            Mesela ben Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde yaşıyorum ama 
            etnik bir gruba mensubum. Kürdüm derse, hayır biz Türk’üz. Peki ama 
            nereden biliyorsunuz? Ben Laz  ya da Gürcü asıllı da olabilirim. 
            Evet yani böyle çatışma konuları var. Biz, sınırsız "tek bir ulusuz" 
            dediğimiz zaman , bu konuları saklıyorduk. Ama demokrasi ile beraber 
            vatandaşlar "Ben Karadenizliyim ama aslen Kafkaslıyım", " ben 
            Gürcüyüm, aslen şuyum, buyum"... O zaman ne oluyor, bir kimlik 
            sorunu ortaya çıkıyor. Eğer bu ülkede sadece farklı olup da birisi 
            ötekini bastırıyorsa o zaman çatışma başlıyor.  Kimlik sorunu değil 
            de, kimlik sorunundan öte bir kimlik çatışması başlıyor. İşte 
            ülkemizin bugün karşılaştığı sorunlardan biri:  
            Türkiye Cumhuriyeti bir ulusun devleti olarak mı yaşayacak, yoksa 
            onu oluşturan bu kişisel kimliklerle veya etnik kimliklerle, ulusal 
            kimlik arasında bir yeni  uzlaşma yapılacak mı?  
            Buna alternatifler: ya bir cumhuriyet olarak varlığınızı 
            sürdüreceksiniz veya bölünmeye razı olacaksınız. Çünkü niyetlerinin 
            bu olduğu anlaşılıyor.  
            Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı’dan sonra bir bağımsız devlet olarak 
            ortaya çıkması ve varlığını sürdürmesi kimseyi mutlu etmemiş gibi 
            görünüyor ve tekrar bizi eski halimize getirmek istiyorlar. İşte 
            karşılaştığımız sorunlar bu. Sadece benim veya benim gibi bireylerin, 
            tek başımıza kim olduğumuzu bilmemiz değil, toplum olarak 
            varlığımızı sürdürmemiz veya sürdürmememiz gibi bir sorunla karşı 
            karşıyayız. Şimdi buradan şu çıkıyor. Türkmen mi, Turan mı, Osmanlı 
            mı, Atatürk köylüsü mü, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mı veya 
            Anayasal bir vatandaş mı? Biz bunları böyle sıraladığımız zaman 
            sanki bunların birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünüyoruz ve de 
            bilmiyorum biliyor musunuz biri diyor ki "Müslüman bir Türkiye’den 
            yanayım", Öbürü de diyor ki "ben laik bir cumhuriyetten yanayım". 
            Birisi Türkiye’yi geriye çekiyor, "Osmanlı vatandaşı olalım". Diğeri 
            "hayır !" diyor, " biz bir cumhuriyetin laik vatandaşı olalım". 
            Böyle bir çekişmenin içindeyiz en azından 20 yıldan beri . Türk 
            müyüz, Müslüman mıyız?  
            Şu ana kadar değindiğim konulardan ortaya çıkıyor ki ister bireysel, 
            ister kişisel, ister tarihi veya ulusal diyelim, kimlik sorunu bir 
            tarih sorunudur. Buradaki değerlerin , seçeneklerin büyük bir kısmı 
            bize empoze edilmiştir, verilmiştir. Hatta kişisel kimliklerimizi 
            seçmekte bile çok özgür değiliz. Belli bir ailenin içerisinde bir 
            babanın, bir annenin eğitimi altında, belli bir görüşü benimsemek 
            zorunda kalıyorsunuz.  
            Bütün bunlar bir tarih sorunu olduğuna göre, şöyle bir soru ortaya 
            çıkıyor: 
            -Bizim tarihimiz ne zaman başladı?  
            Türkiye’deki seçeneklere bakarsanız, bu konuda konuşanlara, mesela 
            Asyacılar var; diyorlar ki "bizim tarihimiz bu topraklarda 4-5 bin 
            yıl önce başladı". Doğru, tarım devrimi 10 bin yıllık bir devrimdir. 
            En azından 4-5 bin yıldan beri Anadolu’da yerleşik kültürler var. 
            Biz onların çocuklarıyız. Biz biraz Hititliyiz, oradan geliyoruz. 
            Veya "orta Asya’danız", "Turanlıyız" veya "batı Asya’da bin yıl önce 
            islamiyetle başladı" diyenler var. "Hayır islamiyetle de değil 
            Alparslan Bizans'ı yenip Anadolu'ya girdiği zaman Malazgirtle 
            başladı" diyenler var, "yedi yüzyıl önce Osmanlı Beyliği ile 
            başladı" diyenler var. "Cumhuriyetle başladı" diyenler var. 
            Tarihi nereden başlatırsanız, öyle bir kimlik benimsiyorsunuz. Ama 
            tarihçi şöyle der: "Eğer bunların hepsi tarih ise bunları 
            birbirinden nasıl ayıracaksınız?" 
            Hepsi birbirine bağlı böyle zincirleme geliyor. Tabii diğer 
            uluslarla karşılaştırdığımız zaman bir çıkmazımız var o da şudur: 
            Dünyada tarihi bu kadar karmaşık olan bir başka toplum bulmak çok 
            zordur. Ama biz onu büsbütün zorlaştırıyoruz; bu seçeneklerden bir 
            kısmını seçip öbürünü reddederek. 
            Bu tarih nerede başladı biraz ona bakalım. Şu bölge garp bölgesi 
            (Harita üzerinde gösteriliyor). Şu ay üzerinde başlıyor, 
            kırmızılarla ve maviler bu bölgede doğal olarak bulunan buğday ve 
            koyunları gösteriyor. İnsan oğlunun ilk evcilleştirdiği varlıklar 
            bunlar. Tabii bunları evcilleştirince de göçer bir hayattan yerleşik 
            bir hayata geçiyor. Köy hayatı mümkün oluyor. Ve aşağı yukarı bu 10 
            bin yıl önceki bir olay. Yeteri kadar üretim yapmaya başlayınca 
            şehirlerde yaşamaya başlıyor. Alacahöyük bugün baktığımız zaman 
            çamurla sıvanmış bir köye benziyor; o zamanki şehirler böyleymiş. 
            İlk şehirleşme bu.   
            Onu takip eden bakır devri vs. var. Bundan 
            4-5 bin yıl önce Anadolu-Diyarbakır- Kıbrıs arası... bunlar bakırın 
            var olduğu yerler. O zamanlara kadar taş alet kullananlar, bu 
            dönemle birlikte bakıra, sonra da bakıra kalay katarak tunca 
            geçiyor. Fakat ilginç olan tarafı, tarım devriminden sonra bu 
            olaylar da yine Anadolu merkezli olarak başlayıp, buralarda devam 
            ediyor. Yani maden devrimine geçiş Anadolu'da, hatta demir devrine 
            geçiş de Anadolu’da oluyor. Bu kadar eski bir tarihi var. 
             
            Dünyadaki en büyük imparatorluk Hitit İmparatorluğudur. Bir tür 
            federasyondur. 7-8 dil konuşmaktadır. Tüm bu diller Anadolu'da 
            konuşulan dillerin toplamıdır. Bakın şurda ilginç bir şey var 
            (Harita üzerinde izahat): Şu sınır bronzun sınırlarıdır. Tabii 
            burada başladığına göre, bakır devriminin kökeni yine Anadolu. Hitit 
            İmparatorluğu bir bronz imparatorluğudur.  
            İlk yazı Hiyeroglif, Mezopotamya'dan ve Mısırdan geliyor. Fakat 
            Hititlerin de kendilerine özgü bir Hitit Hiyeroglifi var. Yani 
            Anadolu medeniyetle başlamakla beraber yazıya da geçiyor, milattan 
            1000 yıl önce. Resim yazısından alfabetik yazıya geçiyor, milattan 
            825 yıl önce; gunumuzden 2800 yıl önce. Bu Fonetik yazının kaynağı 
            burada küçük bir kasabadır. Daha sonra alıp yazdıkları için fonetik 
            denmiş yani seslerin yazı haline dönüştürülmesi, fakat o tarihte 
            bile Anadolu'da yaygın bir yazı var. 825’lerde Anadolu karışık, 
            fakat dikkat ederseniz bütün dünya Anadolu'yu Yunan medeniyetinin, 
            Helen medeniyetinin beşiği olarak görür. Helenler denizci bir millet 
            olarak Akdeniz'e, Karadeniz'e çıkmışlardır, ama Anadoluya girişleri 
            sadece Ege sahili ile Akdeniz'den ibarettir: derinliğine 
            işlememişler, derinliğine girememişlerdir.   
            Milattan önce 480... Böyle önemli tarihleri vurgulamaya çalışıyorum. 
            Anadolu bir 100-150 sene Pers imparatorluğu etkisinde kalmıştır. 
            Hatta meşhur Moraton savaşı Persler Çanakkale'den geçip Moratonda 
            Yunanlılarla şavaşıp kaybetmişlerdir. Ondan sonra geri 
            çekilmişlerdir. Görüyorsunuz Pers imparatorluğu sırasında Helenler 
            yine Anadolunun kıyılarında barınmaya çalışıyorlar. Denizci millet 
            ve bir kara imparatorluğu. Arkasından Makedonyalı Helen Alexandre, 
            İskender yine aynı yoldan geçiyor. Anadolunun yarısını işgal ediyor. 
            Mısırı işgal ediyor. İskenderiye'yi kuruyor, bizim İskenderun'u 
            kuruyor ve  dünyayı Helenleştirmeye çalışıyor. Ta Hindistan'a 
            Himalaya'nın sınırlarına kadar... Bugünku Pakistan'da İskender 
            döneminden kalma Yunan sanat eserleri var, el sanatları var, 
            resimler, heykeller var. İskender'in hayat süresi çok kısa. 30 
            yaşında, 32 yaşında ölüyor ve arkasından imparatorluk dağılıyor. 
            Fakat küçük küçük devletler, Helenistik tradisyonu, geleneği devam 
            ettiriyorlar.  
            İskender'den sonra Anadolu'nun karmakarışık hali. Şimdi böyle B.C. 
            B.C. giderken dikkat ederseniz hemen tarih değişti, A.D. oldu. Yani 
            İsa öncesi değil de İsa sonrası, yani anna domini, yani Tanrımızdan 
            sonraki yıllar, neden sonraki, yani İsadan sonraki yıllar oldu. 
            Burada artık Yunan medeniyeti, Helenistik devletler gitmiş, Roma 
            İmparatorluğu Bergama'dan başlayarak Anadolu'ya egemen olmaya 
            başlıyor. Persler geri çekilmişler. Araplar, Mısırlılar geri 
            çekilmişler, Akdeniz bir Roma gölü, bir Roma denizi haline gelmiş. 
            Bu önemli bir tarih, çünkü bu tarihte Tarsus'lu Paul, Aziz Paul ya 
            da Paulus, İsa’nın mitolojisini, antolojisini veya hayatını yazıyor. 
            Şöyle bir peygamber geldi, şöyle oldu, böyle oldu...Ondan sonra 
            Hıristiyanlık inancı Tarsus'da doğup, İskenderun’da, Hatay’da, o 
            günkü Antiyok’da öğretiliyor ve Saint Paul hazretleri Efesus’da bu 
            dinin mesajını dünyaya yayıyor ... Anadolu Hıristiyanlaşmaya, 
            Hıristiyan dinine girmeye başlıyor. Bu ileriki yıllarda Roma 
            İmparatorluğu'nun bölünmesine yol açıyor. Bu gelişme sonucunda Doğu 
            Roma, yani bizim Bizans dediğimiz, Hıristiyanlığı kabul ediyor. Evet 
            işte bu Hz. İsa'nın mesajını yayan St. Paul hazretleri. Bu dönemin 
            eserleri Anadolu'da yaşamaktadır. St. Paul’ün vatanı olan Tarsus'ta 
            Roma Yolu var. Biliyorsunuz bir söz vardır “Bütün yollar Roma’ya 
            çıkar” diye, biz bunu gerçekleştirmişiz. Tarsus'tan kuzeye doğru 
            gidiyor ama nereye kadar gittiğini bilemiyoruz ve işte 450 de Doğu 
            Roma, Batı Roma görünüyor. Yukarda Hunlar var, aşağıda bizden önce 
            batıya göç eden Moğollar; zafer kazanırlarsa Türk, kaybederlerse 
            Moğol diyoruz onlara, burda İranlılar, güneyde Araplar var. Henüz 
            daha yeni bir peygamber inmemiş, Doğu Roma ve Batı Roma.    
             
            Bu tarihlerde bizim atalarımızın yaşadığı Merkezi Asya veya Orta 
            Asya'da Orhun Anıtları var. Türklerin yazıt olarak bıraktığı ilk 
            Türk yazısı. Ve Türk imparatorluğunun kendi kavminin yazıları 
            (Harita ve slayt üzerinde izahat). Bakıyorlar ki burda yaşamak zor, 
            göç etmeye karar veriyorlar ve  batıya doğru gidiyorlar. İslamiyetle 
            tanışıyorlar. Sonra onu koruyan askerler oluyorlar. Sonra o dini 
            kabul ediyorlar. Fakat göç devam ediyor. Kuzeyden ve güneyden belli 
            bir yere kadar geliyorlar. Bu da bizim dünyamızdaki "Turan", "büyük 
            Türk vatanı".  
            Biraz önce adını andığım, bu günün Moğolistan sınırı içersinde  
            yazılı olarak bıraktığımız ilk tarih belgesi bu. Bu yol üzerinde bir 
            de ipek yolu var. Ta Pekin’den başlayıp Anadolu’ya kadar gelen, 
            sonra batıya bağlanan bir ipek yolu var. Türk göçebeleri, bu göç 
            yolu arasında çalışarak doğu ve batı arasında gerçek bir köprü 
            kuruyorlar. Bu münasebetle batıdaki kültürleri, Roma'yı tanıyorlar.  
            Batıyı çok merak ediyorlar. Nasıl bir yer diye?  
            Bugün ki Kırgızistan’da, Kazakistan’da dolaşırsanız böyle dağlık 
            bölgelerde, ormanlık bölgelerde, insanlar, çok seyrek olarak biraz 
            telefon- telgraf hatları var. Atlarla yaşadıklarını göreceksiniz. Bu 
            da bir göçebe kültürünün görüntüsü. Atalarımızın yaşadığı çadırlar 
            böyle çadırlardı. Burada biraz perişan duruyorlar ama müthiş bir 
            mühendislik eseri. Bu çadır bir saatte kurulup, bir saatte 
            dağıtılabiliyor. Atın üzerine yükleyip bütün kabile göçe 
            başlıyorlar. Fakat sıcağa soğuya dayanabiliyor, üstten hava 
            alabiliyor, müthiş bir mühendislik şaheseri (Slayt üzerinde izahat).
             
            528’lerde Akdenizin en büyük kentleri, İstanbul, Konstantinapolis ve 
            Mısır’da İskenderiye. Bunlar o zamanın büyük kültür merkezleridir. 
            Batı Roma Hunlar'ın taarruzu sonucu yıkılınca bir ara Doğu Roma 
            bütün imparatorluğunun yönetim merkezi haline geliyor. Yani Türklere 
            karşı olan ve kendilerini Roma’nın çocuğu olarak gören batılıların 
            bize "siz Romalı değilsiniz, biz Romalıyız" diyenlerin gerekçesi 
            burada. Bunlar kendilerini Roma’dan gelmiş gibi görüyorlar ve bizi 
            de Roma'yı yıkan bir varlık olarak görüyorlar. Evet burada ilk defa 
            bu tarihlerde Batı Türk Hanlığı yani Orta Asya'dan batıya doğru göç 
            eden Türk hanlıkları ortaya çıkıyor; Hazar'ın batısında veya 
            kuzeyinde.  
            737... Peygamberimiz doğmuş ve İslamiyet gelişmiş, çok süratli 
            olarak kuzeye doğru gelmiş, Anadolu’nun yarısını, İran'ı işgal 
            etmişi ve taa Çin'e kadar yayılmış, hatta Mısır üzerinden İspanya’ya 
            kadar gelmiş. Burada Frenklerle ve batı Hıristiyanlığıyla savaşıyor. 
            Yani birden bire Bizans İmparatorluğu kendisini yükselen bir İslam 
            devletiyle karşı karşıya buluyor, Emeviler dönemi... 
             
            Türkler bu arada biraz batıya doğru geliyorlar, biraz İran’ın 
            içerisine doğru gidiyorlar. İslamiyet gelişimi başlıyor. Türkler o 
            sınırda İslamiyetle tanışıyorlar. 
            771... Emeviler gitmiş, Abbasiler gelmiş ama durum pek fazla 
            farketmiyor, burada Emeviler devam ediyor, burada Abbasiler hakim 
            (Harita üzerinde izahat). Türkler Abbasilerin yönetimi altında ve 
            Anadolu bölünmüş. Bakın doğu ve güneydoğu Anadolu İslamiyetin etkisi 
            altında. Batı ve kuzey Anadolu hala Bizans İmparatorluğunun yönetimi 
            altında. Yukarda Hazarlar, Macarlar filan var; bunlar ileride 
            Macaristan, Bulgaristan falan olacak. Burada ilginç bir şey 
            göstermek istiyorum. Bizans İmparatorluğu İslamiyetin kendisini 
            tehdit eden  yayılması karşısında bir takım menzil bölgeleri 
            kuruyor. Bu menzil bölgelerinden bir tanesi Anatalikondur. Batı 
            Anadolu'dan başlayıp, Konya’dan Kapadokya'ya kadar uzanan askeri bir 
            menzil bölgesi. Türkler, Anadolu'ya girdiği zaman biliyorsunuz 
            merkez olarak Selçuklular Konya’yı seçtiler; Bizans terminolojisinde 
            bu bölge Anatalikondu, Türk dilinde Anadolu oldu. Anadolu da, 
            Anatolia kelimesi de "doğunun güneşi, doğudan yükselen güneş" 
            anlamında. Bizim Anadolumuzun böyle bir tarihçesi var. 
             
            Bizans imparatorluğu küçülüyor ama varlığını sürdürüyor. İslamiyet 
            burada biraz parçalanmış. İran’da, Mezopotamya’da Afrika’da dengeye 
            varmaya çalışıyor. Bulgarlar Hıristiyanlığı kabul etmişler, 
            dolayısıyla batılı olmuşlar. Ama Hıristiyanlığı kabul etmeyen 
            Müslümanların başı "Guzlar" dır. İlk defa burada Oğuzlar gözüküyor.  
            Bugün Anadolu'da yaşayan veya dışardan gelen Türklerin ataları işte 
            Oğuzlardır. Arapça'da Oğuz denemediği için Guz demişler. Guzlar 
            geliyorlar. İleride Anadolu'yu Türkleştirecek olan Türk kabilesi 
            onlar...  
            1071... Türklerin İran’da kurduğu Selçuklu Devleti işte bu tarihte 
            Bizans'ı yeniyor ve padişahlığa kadar geliyor. Bizim bildiğimiz 
            sizin de okuduğunuz tarih şöyle diyor: "Alparslan yendi, Bizanslılar 
            çekildi. Türkler ilerledi ve Anadolu Türk oldu". Böyle, bir ordunun 
            yenilip çekilmesiyle, Anadolu gibi bir ülkenin Türk olması veya 
            kimlik değiştirmesi zor. Anadolu’nun Türkleşmesi veya İslamlaşması 
            1071’den aşağı yukarı 1450-60’lara kadar 400 yıl süren savaşlar 
            sonucunda olmuştur. Bizim tarih kitaplarında söylendiği gibi değil, 
            bir ordunun ilerlemesiyle değil, 400 yıl süren savaşların sonucunda 
            bu mümkün olmuştur. 
            Bu dönemde hemen herkes, herkesle savaşmaktadır. Bizans 
            İmparatorluğu, zaman zaman, haçlılar geldiğinde biraz ilerliyor. 
            Haçlılar yenildiği zaman Danişmentliler ve parçalanmakta olan 
            Selçuklu İmparatorluğu biraz ilerliyor. Anadolu’da sürekli bir 
            çatışma, savaş var.  
            Aynı tarihlerde Kaçkarlı Mahmut, Türk Dünyası adlı bir kitap 
            yazıyor. Bu kitapta Asyadaki kabilelerin içerisinde Türk olanları 
            tanımlamaya çalışıyor. “Divan-ı Lügat-üt Türk”, Arap dünyasına 
            Türkçe öğretmek maksadıyla yazılmış. Çok ilginç bir şey, dünyayı 
            yuvarlak olarak tasavvur ediyor ve bu şekilde yazılmış ve burada şu 
            bölge batıdır ama bütün kabileler Türk kabilesi olarak gösteriliyor. 
            Birçok dile sahip, çok farklı kültürlere sahip bütün bir Asya Türk 
            yönetiminde gibi gösteriliyor (Slayt üzerinde izahat). 
             
            Türkler Anadolu’ya geldiği zaman Anadolu’da Hıristiyanlık hala 
            yayılma dönemindedir. Bizim Anadolu’ya girmemizden sonra Trabzon’da 
            inşaa edilen Santa Sofia (Slayt üzerinde izahat), bu da bir sofya. 
            Türklerin Anadolu’da inşa ettikleri de böyle bir cami. Bakın şimdi 
            şu caminin girişi ve burada 3 giriş, 3 portal, 3 kemer. Bununla neyi 
            ispatlamaya çalışıyorum, bir ülkede 2 büyük din varsa bunların 
            etkileşimi kaçınılmazdır. Türkler bir cami yaptıkları zaman, 
            bakıyorlar etraflarına, mabetler nasıl yapılmış? Bu mimaride 
            yapılmış. Hiç olmazsa girişi, kapısı benziyor ve benzemek zorunda, 
            çünkü Orta Asya'dan getiremezsiniz; oradaki taş, oradaki ustayla 
            çalışacaksınız.  
            1360... Artık Selçuklu Devleti ömrünü bitirmiş, 1240’da Rumlar 
            gelmişler ve Selçuklu'yu yıkmışlar. İran’da başka bir devlet 
            kurulmuş, parçalanmış bir halde. Konya’da ki Selçuklu Devleti 
            gitmiş, onun yerine Karamanlar kurulmuş. Öyle, karmakarışık bir 
            durum. İşte bu dönemde Anadolu bölgesinde bir Osmanlı beyliği, 
            Selçuklu'nun yerini almaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu 
            kurulmaya başlanıyor. Bu dönemde bakarsanız Bizans da küçülmüş, 
            dağılmış, Balkanlar parçalanmış. Burda Sırp prensliği, Bulgar 
            İmparatorluğu, işte Macaristan vs.. Şurda Bizans. Şurda Osmanlı 
            imparatorluğu, Bizansın komşusu (Harita üzerinde izahat). 
             
            Biraz önce söyledim, bu 400 yıl boyunca herkes herkesle savaş 
            halinde. Bakın kimler savaşıyor: Bizans'la Selçuklu, birisi 
            imparatorluk, birisi İslam sultanlığı; köylülerle göçerler 
            savaşıyorlar, bunlar yerleşikler, bunlar göçerler; fakat başkaları 
            da, Bizans'la köylüler de savaşıyor; Selçuklu'yla göçerler de 
            savaşıyor, çünkü Selçuklu bir devlet olarak onlardan vergi almak 
            istiyor, alamıyor.  Yani olay sadece Bizanslı'larla Türkler 
            arasındaki bir savaş değil. Burda gördüğünüz bütün topluluklar 
            arasında 400 yıl süren savaş var. Bu savaşa dışardan katılan 
            haçlılar var. Batıdan gelenler, bir de doğudan gelip, Selçuklu 
            Devleti'ni yıkan, Osmanlı'yı tehdit eden Moğol istilaları var.
             
            Osmanlı kurulmuş ve büyüyor ve dikkat ederseniz Osmanlı 
            imparatorluğu önce Balkanlar'da gelişiyor , sonra batı Ege'yi ele 
            geçiriyor. Bizans imparatorluğu İstanbul surları içinde varlığını 
            sürdürüyor. Burada Akkoyunlu, Karakoyunlu devletleri var, fakat 
            Bizans yok.  Bizansı ele geçirmek için önce Beyazıt  Anadolu 
            Hisarı'nı yapıyor, sonra Fatih Rumeli Hisarı'nı. Tevatüre göre bu 
            büyük eseri 3 ayda tamamlıyorlar. Büyük bir mühendislik şaheseri.  
            Osmanlı İmparatorluğu nihayet İstanbul'u alarak Bizans'ın yerine 
            geçiyor. Bu Bizans'ın devamıdır, başka anlamda Roma'nın devamıdır. 
            Ama dini Hıristiyan değildir. İstanbul'u ele geçiren Türkler, 
            İstanbul’daki büyük eser Ayasofya’nın etrafına 4 tane minare dikerek 
            bu Hıristiyan anıtını, camiye çeviriyorlar. Fakat dikkat ederseniz 
            minarelerin hiçbiri birbirine benzemez; yabancı askerler gibi 
            dururlar etrafında. Arkada Sultan Ahmet camii görünüyor ama o 
            tarihte o cami yok. İstanbulun büyük anıtıdır (Harita ve slayt 
            üzerinde izahat).  
            1571 İstanbul'un alınışından 100 küsür sene sonra atalarımız 
            Kıbrıs’ta Magosa’daki bir Gotik kilisesini camiye çeviriyorlar. 
            Fakat yaptıklarına bir bakalım: Aynı taşı kullanıyorlar, aynı 
            işçiliği kullanıyorlar, daha ilginç olan bir taraf var, 
            hristiyanlığın inancını teşkil eden tanrı-oğlu ve kutsal ruh 
            simgesini aynen kullanıyorlar. Bakın şerefenin üzerinde de haç var 
            (Slayt üzerinde izahat). Bu barbar denen Türklerin yaptığı 
            birşeydir.  
            Tarihi bir belge. 1974 yılında bunu UNESCO genel direktörüne 
            gösterdim, bana dedi ki "sayın müsteşar müsterih olun, Yunanlılar bu 
            dönemde Kıbrıs meselesini UNESCO’ya getiremeyecekler". Bu slaytın 
            sonucudur. Bunu Denktaş’a sordum "Magosadaki şerefenin üzerindeki 
            haçı biliyormusunuz" diye. "Hiç dikkat etmedim" dedi. Kınamak için 
            söylemiyorum. Bu, atalarımızın dini bakımdan ne kadar hoşgörülü 
            olduğunu gösteriyor; o Allahın evi, bu da Allahın evi. 
            Düşünebiliyormusunuz caminin üzerinde haç, yani hristiyanlığın 
            simgesi. Biz öyle barbar, soykıran, kafa kesen bir toplum 
            değilmişiz. Ama batılılar bunu söyleye söyleye bizi o hale 
            getirdiler.  
            1683 imparatorluğun gelişmesinin en fazla olduğu dönem; 
            Kafkaslar'dan taa Fas’a kadar, Viyana’dan körfeze kadar, güneyde 
            Arabistan’a Hint Okyanusu'na kadar...Aşağı yukarı İtalya hariç bütün 
            Akdeniz'e egemen bir imparatorluk... Adeta bir dünya imparatorluğu 
            haline gelmiş. Ondan sonra yavaş yavaş gerilemeye başlıyor ve 
            1920’lerde Sevr anlaşmasının imzalanmasıyla imparatorluk tamamen 
            dağılıyor, bitiyor ...   
            Ve bir mucize; batının gömmeye hazırlandığı bir toplum ve bir 
            medeniyet, bir mucizeyle diriliyor, bu cumhuriyeti kuruyor. Türkiye 
            Cumhuriyeti, 1923. Dikkat ederseniz hepsi bitmiş. Misak-ı milli 
            dedikleri, Anadolu’nun coğrafi veya kültürel sınırları içerisinde 
            bir yeni cumhuriyet...  
            Osmanlı İmparatorluğu, bütün imparatorluklar gibi kendisinde pek çok 
            çeşitli milleti, dini, dili barındıran bir imparatorluk. 
            İmparatorluklar milliyetçi olamıyor; milliyetçi oldukları zaman 
            kendi varlıklarını inkar ederler. Britanya İmparatorluğudur, İngiliz 
            imparatorluğu değil, Rus imparatorluğunun adı Sovyet 
            İmparatorluğudur. İmparatorluklar daima başka adları seçerler. Gerçi 
            batılılar Osmanlı İmparatorluğuna Türk İmparatorluğu da derler. 
            Fakat bunu iki anlamda kullanırlar. İşlerine geldiği zaman Osmanlı, 
            işlerine geldiği zaman Türk İmparatorluğu derler. Hatta bugün bize 
            diyorlar ki: "siz Osmanlının devamısınız Osmanlıyı ihya etmeye 
            çalışıyorsunuz"... Bir dakika biz Osmanlı değiliz ki, biz yeni bir 
            devletiz.  
            Osmanlı içerisinde Türk varlığının yeri yoktur. Osmanlı, milletleri 
            sayarken hristiyan milletini, katolik milletini, protestan 
            milletini, ortodoks milletini, yahudi milletini saymıştır: Türkü 
            saymamıştır. Türk müslümandır ve Arapla beraberdir. Tüm müslümanları 
            tek bir millet olarak saymıştır. Çünkü millet kelimesi zaten bir din 
            birliği demektir. Milattan gelir, Arapça bir din grubu, bir din 
            cemaati demektir.  
            Acaba Osmanlı'da hiç Türklük bilinci yokmuydu? Ziya Gökalp bey, yani 
            bizim Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişimizde, Cumhuriyetin 
            kuruluşunda, hatta  bugün bile bizi fikirleriyle etkilemiş olan Ziya 
            Gökalp bey, 1910’larda 15’lerde şöyle bir şiir yazıyor: 
             
              “Vatan ne 
              Türkiyedir Türklere, Ne Türkistan,  Vatan büyük bir 
              müebbettir, ülkedir Turan”  
            Yani burda bir ümit yoktur diyor ama çok sıkışırsak tekrar Asya'ya 
            dönebiliriz, Turan orasıdır...  
            Aynı tarihlerde bir Osmanlı aydını olan Süleyman Nazif Bey kim 
            olduğunu açıklıyor, içtihat dergisinde: "evvela müslüman, sonra 
            Türküm. Hemşiremi Türk olmayan bir müslümana verebilirim, müslüman 
            olmayan bir Türk'e asla veremem". 
            Türklük aşağı görülen, Avrupanın bugün gördüğünden de daha aşağı 
            görülen, "devleti tehdit eden bir tehlike". İnanılmaz şekilde bir 
            Türk düşmanlığı var, Osmanlı mentalitesinde. Batılılar Osmanlı'yı 
            sevmiyorlar, ama Osmanlı'nın bu görüşünü Türklere karşı 
            yaşatıyorlar.  
            Acaba şairlerimiz, aydınlarımız, -biraz önce Hocam 
            sözünü etti- olaya nasıl bakıyorlar?  
            Hepinizin bu günlerde hatırladığınız Abdülhak Hamit Bey, Osmanlının 
            islamcı zihniyetini bakın nasıl açıklıyor: "Hemen anlar halkımız, 
            milliyetin diyanet olduğunu, yani din olduğunu, siyaset olduğunu.. 
            şeriatta, hilafetteki islam güdümünü"… Nerede Türk? Şimdi ben bu 
            dörtlüğü bu rubayiyi bugünki dile çevirdiğim zaman bakın ortaya ne 
            çıkıyor.  
            Milliyet=siyaset=hilafet=islamiyet….  
            Erbakan hocalar, refahçılar nerden çıktı derseniz, işte burdan 
            çıkıyor. Böyle bir dünya görüşünde Türk varlığı, Türk diye bir 
            millet yoktur. Sadece bir din vardır.  
            Türkçe konuşan Türklerin, halkın, yani Osmanlı devletini kuranların 
            "bir millet olmaya hakkı yoktur"...En büyük şairimiz böyle 
            söylüyor.  Mutsuz bir adam, birkaç defa intihar ediyor onun için... 
            Diyor ki "mahalle halkımız Asya Şaman medeniyetinden", yani onların 
            dini şamanlıktır; İslamiyet bile değildir...  "benim gibi 
            mektepliler ise batı bilim medeniyetindendir".  
            Peki sen kimsin? "Ben Türk milletindenim, ben İslam ümmetindenim, 
            batı medeniyetindenim" diyor... Bunu söyleyen sosyolog ve filozof. 
            Atatürkün kafası adamakıllı karışıyor böyle 3 kimlik nasıl olabilir 
            diye? Bunu söylüyor ama kendiside pek mutlu olmuyordur herhalde. 
            1915-16’da İttihat Terakkiye yazdığı bir eğitim raporunda diyor ki: 
            "Sahaflardaki din kitaplarıyla mollalar, Beyoğlu kitaplarıyla 
            lövanten tüccarlar, ikisini uzlaştırmaya çalışan Bab-ı ali 
            kaynaklarıyla da tanzimatçı kafalar yetişmektedir".  
             
            Bunların bazı kelimelerini Türkçeleştirirsem bugünkü eğitim tablosu 
            ortaya çıkıyor. Yabancı dilde eğitim yapan kolejler, Arapça eğitim 
            veren imamhatipler, birde bu ikisi arasında kalmış devlet okulları. 
            Çocuğumuzu nereye göndereceğiz? Göndermiş iseniz veya göndermemiş 
            iseniz... bu şartlarda çocuk sahibi olmak istermisiniz? 
             
            "Türklük bilinci bulunmadığı için" diyor Ziya Gökalp Bey yine aynı 
            tarihlerde, "Osmanlı düşüncesinde Türk yoktur"... Peki hiç mi Türk 
            milleti yoktur? Varmış...  
            1860’larda 70’lerde bir askeri mektepler nazırı Süleyman Paşa var. 
            Bu adam ilginç bir adam. İlk defa Osmanlı'ya tarih bilinci 
            getiriyor. Dünya tarihi diye bir kitap yazıyor. Arkadaşına bir 
            mektup yazıyor, diyor ki: "Milletimizin adı Osman'dır, milletimizin 
            adı Türktür. Buna göre dili ve edebiyatı da Türkçe olmalıdır". Ama 
            bunu arkadaşına yazıyor, yayınlayamıyor; yayınladığı anda nazırlık 
            falan gidebilir. Çünkü Osmanlı Türk varlığını kabul etmiyor.  
             
            Atatürk bu dönemde kendini yetiştiren bir varlık ve Atatürk Amasya 
            genelgesinde bir millet bilincini dile getiriyor. Millet Meclisi 
            kurulmamış, Cumhuriyet ortada yok... Samsun’a çıkmış, ilk durak 
            Amasya. “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir". 
            Vatanı anladık da millet ne oluyor?.. Vatan, vatan şairi Namık 
            Kemal'in düşündüğü gibi, böyle ne olduğu belli olmayan bir şey...Bu 
            tehlikededir...  
            “Bağımsızlığımızı milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Nerde o 
            millet? Henüz öyle bir millet yok. Şimdi geçen haftalarda 
            cumhuriyeti kutladık ve arkasından da Atatürk'ün ölüm yıldönümünü 
            andık.  
            Atatürk gerçekten evrensel bir devrimciydi. 
            O, olmayan bir milleti yaratmıştır. "Bir 
            yarı-sömürge haline gelmiş imparatorluk".. bu onun sözüdür. İzmir 
            iktisat kongresinde diyor ki "Osmanlı devleti son 40 yılında batının 
            yarı sömürgesiydi" ve "biz bir imparatorluktan bir cumhuriyete geçip, 
            ancak çağdaş yaşarı".  Laik bir cumhuriyetin kurulması, tanrı 
            egemenliği yerine halk egemenliğinin kurulması ki cumhuriyet 
            kelimesinin anlamı budur, onun kurulması bağımsızlıktır. Bu  
            mucizeyi Atatürk tek kavrama bağlıyor; o da cumhuriyet. 
             
            Kimliğimizi dini bir kimlikten, bir inançtan alıp 
            akla, inanca ve bilime bağlayan bir cumhuriyet kurdu, bu anlamda 
            cumhuriyet tam bir kültür devrimi olmuştur. Atatürkün yaptığı bütün 
            işler bu kültür devrimiyle mümkün olmuştur.  
            Bu cumhuriyetin yaratacağı kültür o insanı 
            yaratacak, o insan da bu kültüre sahip çıkacak, onu geliştirecek. 
            Atatürk'ü böyle anlamamız gerekiyor.  
            Ulus devlet ölmemiştir; yaşatmamız gerekiyor. Ama 
            eğer bu bir cumhuriyetse...  Onu bizim yaşatmamız gerekiyor; devlet 
            güçlerinin değil... 
            Atatürk'ün çok güzel bir sözü var, diyor ki: 
            fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ... şair Tevfik Fikret'ten almış. 
            "Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür koruyucular 
            ister". Cumhuriyetin bizden istediği budur. Eli silahlı, cebi 
            bıçaklı koruyucular değil. Yani siz bu cumhuriyete sahip çıkarsanız, 
            bu cumhuriyet yaşar. Bu cumhuriyete asker amcalar sahip çıkıyor, 
            çıksınlar; o zaman  cumhuriyet bizim cumhuriyetimiz olmaz, 
            askerliğin cumhuriyeti olur. Askerler onu korumada görevlidir. Ama 
            yalnız onlar değil, biz de görevliyiz.  
              
              1. Prof.Dr. Bozkurt Güvenç'in 23.Kasım.2000 tarihinde Hacettepe 
              Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nde verdiği konferanstan 
              derlenmiştir.2. "Türk Kimliği",
              Prof.Dr. Bozkurt Güvenç, ISBN 975-17-1311-0, 
              1993. 
			  
   |