|  | 
            
            Medeniyetlerin Doğuşu Üzerine Bir İnceleme  
               
			Târihçiler çalışmalarında en yüksek verimi sağlayabilmek için 
            üzerinde çalıştıkları konuların belirli dönemler içinde ele 
            alınmasından yana. Bu dönemler târihe ilişkin yapılagelen 
            tasniflerdir. Târihçilerin kullanageldiği tasnifler arasında en 
            yaygın olanı da kuşkusuz Cellarius’ün tasnifi. Cellarius yazının 
            bulunmasından önceki döneme prehistorik çağ, sonraki döneme de 
            târihî çağlar der. Prehistorik çağı kendi içinde iki döneme ayırır, 
            bunlar: taş devri ve mâden devri. Taş devrini de kendi içinde üç 
            döneme ayırır, bunlar: paleolitik çağ, mezolitik çağ ve neolitik çağ. 
            Mâden devrini de yine kendi içinde üç döneme ayırır, bunlar: bakır 
            devri, tunç devri ve demir devri. Cellarius târihî çağları ise kendi 
            içinde dört döneme ayırır, bunlar: eski çağ, orta çağ, yeni çağ ve 
            yakın çağ. Ben de bu tasnife sâdık kalarak burada medeniyetlerin 
            doğuşunu inceleyeceğim. Bunu yaparken de paleolitik çağdan 
            başlayacağım:
 
 *
 
 
 Paleolitik çağ yaklaşık olarak M.Ö. 2.500.000-10.000’ler arasında 
            kalan dönemdir. Bu çağda tüm dünyâ üzerinde çok soğuk bir iklim 
            hâkimdi. Bu çağda insanoğlu mağaralara sığınmak zorunda kalmış ve 
            erken dönemlerde toplayıcılık, geç dönemlerde de avcılık yaparak 
            beslenmişti. Bunları yaparken kullandığı en temel araç da bir tür el 
            baltasıydı. İnsanoğlu zaman içinde bir tür delici ve kazıyıcı 
            geliştirmeyi başardı, sonra bıçak ve kama yapmayı öğrendi ve daha 
            sonra da bunlar aracılığıyla boynuzdan ve kemikten âletler yapmayı 
            başardı.
 
 
 Anadolu’da paleolitik çağa âit bilinen en önemli yerleşim bölgeleri 
            Karain ve Beldibi mağaralarıdır. Karain mağarasında yapılan 
            kazılarda bir tür el baltası ve çok sayıda taş âlet bulundu. Bunlar 
            arasında en önemlileri: kazıcılar, deliciler, kamalar ve mızrak 
            uçları. Bu âletlerin boynuzdan ve kemikten yapılan âletlere şekil 
            vermek için kullanıldığı sanılıyor. Bu boynuzlar ve kemikler de 
            boğalara ve aslanlara âit. Karainliler zaman içinde bu âletlerle 
            bâzı bitkileri toplamayı ve bunları pişirmeyi de öğrenmiş; zeminde 
            bulunan kül kalıntıları buna yoruluyor. Hem üstelik ateşin henüz 
            paleolitik çağda Anadolu’da kullanıldığı anlaşılıyor.
 
 
 Beldibi mağarasının duvarlarında da çok sayıda hayvan ve insan resmi 
            ile duvar kabartmasına rastlandı. Bu resim ve kabartmaların en 
            önemli özellikleri: figürler oldukça kaba hatlarla resmedilmiş, daha 
            çok boğa figürleri kullanılmış, parlak renkler tercih edilmiş ve 
            yatay bir hareketliliğe yer verilmiş. Bu resim ve kabartmalarda 
            sıklıkla karşılaşılan boğaya mızrak atan ve elindeki baltayla 
            üzerine koşan erkek figürleri de bu dönem insanlarının yaşamlarında 
            avlanan erkeğin ve avlanmanın yeri ve öneminin büyük olduğuna 
            yoruluyor.
 
 
 Her iki mağarada da zemîne doğru yapılan kazılarda çok sayıda hayvan 
            ve insan heykelciklerine rastlandı, bunların büyük bir bölümü de 
            taştan ve kilden. İnsan heykelciklerinden kadınlara âit olanların 
            kalça ve göğüs kısımları abartılı bir büyüklükte şekillendirilmiş. 
            İmdi kadınların doğurganlık özelliğinin mağara insanları tarafından 
            büyük bir hayranlık ve saygıyla karşılandığı sonucuna varabiliriz. 
            Hayvan heykelcikleri arasında da boğa heykelcikleri baş sırada. İmdi 
            mağara insanlarının boğaya atfettiği bu yüksek kutsiyetin kaynağında 
            da boğanın üreme sırasında erkeğe kendi gücünden birşeyler katacağı 
            inancı var.
 
 
 *
 
 
 Mezolitik çağ Pleyistosen buzullarının yavaş erimesi nedeniyle 
            farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde yaşandı. Bu erimeyle 
            birlikte hava sıcaklıkları yükseldi ve zamanla insanoğlu 
            mağaralardan çıkıp toprak zemîne yerleşmek istedi. Böylelikle yeni 
            yerleşim bölgeleri; en çok da su kaynaklarına yakın yerler aradılar 
            ve göçebe bir yaşam sürdürdüler. İstedikleri özelliklere sâhip 
            yerler bulduklarında da yerleşik hayâta geçtiler. İmdi paleolitik 
            çağda kazandıkları birlikte yaşama ve doğa olaylarına karşı birlikte 
            mücâdele etme duygusu mezolitik çağda yerleşik hayâta geçişi 
            kolaylaştırdı.
 
 
 *
 
 
 Neolitik çağ Anadolu’da yaklaşık olarak M.Ö. 8000-5500’ler arasında 
            yaşandı. Günümüzde Anadolu’da hâkim olan iklim özellikleri de bu 
            çağda oluşmuştu. Toprağın işlenmesine ve kerpiçten evler yapılmasına 
            da bu özellikler imkân vermişti. Tarımdaki başarılar zamanla 
            hayvancılığa da yansımış; böylelikle dokumacılık da başlamış ve 
            gelişmişti.
 
 
 Doğa olaylarına karşı korunabilen, geliştirdikleri âlet ve avlanma 
            teknikleriyle et tüketimini arttıran ve bu yolla zihinsel gelişimini 
            hızlandıran insanoğlu zaman içinde ürettiği ürünlere estetik bir 
            değer verme çabası içine girdi. Paleolitik çağda üretilen ürünlerin 
            salt kullanım değeri varken ve bunlara herhangi bir değişim değeri 
            de kazandırılmaya çalışılmıyorken, neolitik çağda insanoğlu bu 
            ürünlere estetik bir değer verme çabası içine girdi; böylelikle 
            onlara değişim değeri de kazandırdı. Bu değişim ilk önce sazdan 
            yapılan sepetlerde ortaya çıktı ve zamanla günlük hayat içinde yer 
            alan hemen her ürüne yansıdı. Hem üstelik zamanla herhangi bir 
            kullanım değerine sâhip olmayan; salt estetik bir değer taşıyan 
            ürünlerin ortaya çıkması da bu çağa târihlenir.
 
 
 Neolitik çağda ilk yerleşim bölgelerinden bir kısmı göller üzerine 
            dikilen kazıkların üstüne kuruldu. Bu bölgelerde insanlar 
            geçimlerini kemikten hazırladıkları oltalarla balıkçılık yaparak 
            sürdürüyordu. Bu çağın Anadolu’daki en önemli yerleşim bölgeleri ise 
            Konya yakınlarındaki Çatalhöyük ve Diyarbakır yakınlarındaki 
            Çayönü’dür. Çatalhöyük’te yapılan kazılar burada yerleşik hayâta 
            geçenlerin daha çok dikdörtgen biçiminde ve kapılarının tavanda 
            olduğu iki odalı evler yaptığını ve bunların birbirlerine bitişik 
            bir şekilde inşâ edildiğini gösteriyor. İmdi bu da bölgede çok 
            sayıda yırtıcı hayvan olmasına ve bunlardan bu şekilde korunmak 
            istenmesine yoruluyor. Çatalhöyük insanı evlerine sedirden oturma 
            yerleri yapmış ve ölülerinin kemiklerini de bu sedirlerin altına 
            gömmüş. Ölülerin bedenlerini ilk önce güneşte kurutmuşlar, sonra 
            yırtıcı hayvanlara yedirtmişler, sonra da kemiklerini bu sedirlerin 
            altına gömmüşler. Yanlarına da birtakım eşyâlar koymuşlar; ölen kişi 
            erkekse silâh, kadınsa takılar koymuşlar. İmdi bu da Anadolu’da 
            henüz neolitik çağda ölümden sonra yaşam inancının olduğuna ve 
            birtakım dînî törenlerin yapıldığına yoruluyor. Hem üstelik bu 
            kazılarda tapınak olduğu sanılan çok sayıda mekâna da rastlandı, 
            ayrıca evlerin pek çok köşesinde de dînî bir anlam taşıdığı 
            düşünülen resimler ve duvar kabartmaları bulundu ki bunlar da 
            Çatalhöyük insanının güçlü dînî duyguları olduğuna yoruluyor. Öte 
            yandan bu resim ve kabartmalar da büyük oranda boğalara âit; imdi 
            paleolitik çağda boğalara atfedilen kutsiyet bu çağda da sürmüş.
 
 
 Bu kazılarda bulunan kemiklerin yanında aynı zamanda da ölen kişinin 
            cinsiyetinden bağımsız olarak çok sayıda tanrıça heykelciğine 
            rastlandı. Bu heykelciklerin en önemli özelliği ise tanrıçaların 
            yırtıcı hayvanlara da hükmettiği yollu tasvirler içermesi. İmdi bu 
            da Çatalhöyük insanının kadınların doğurganlık özelliğinin onlara 
            güç kazandırdığına, bu gücün de hâkimiyet demek olduğuna ve bu 
            hâkimiyetin yırtıcı hayvanlar üzerinde bile geçerli olduğuna 
            inandığına yoruluyor. Bana sorarsanız Çatalhöyük insanı asıl gücü 
            parçalamada değil; birleştirmede buldu ve bu inanç da yaşamı 
            sürdürmek için gerekli âletlerin yapımı sırasında doğdu ve gelişti, 
            zamanla da üremedeki fonksiyonu bakımından kadını da kapsamaya 
            başladı ve bu heykelciklerde simgeleşti.
 
 
 Çayönü’nde ise evler daha çok taştan yapılmış ve birbirlerinden 
            oldukça uzak bir şekilde inşâ edilmiş. Fakat evlerin plânları da 
            yine dikdörtgen biçiminde. Öte yandan bu evlerde çok sayıda oda var 
            ve bunların önemli bir kısmının depo olarak kullanıldığı sanılıyor. 
            Nitekim bu bölgede yaz mevsimleri oldukça kurak geçiyor, bu da 
            Çayönü insanının böyle bir yol seçtiğine yoruluyor. Çayönü 
            kazılarında da yine çok sayıda hayvan ve insan heykelciklerine 
            rastlandı. Ayrıca bu buluntular arasında çok sayıda mâdenî eşyâ ve 
            bunların yapımında kullanılan araç ve gereçlere de rastlandı. İmdi 
            bu da Anadolu’da neolitik çağda metalürji çalışmalarının yapıldığına 
            yoruluyor.
 
 
 *
 
 
 Bakır devri bakırın işlenmeye başlandığı devirdir. Bakırın ilk defâ 
            M.Ö. 10.000’lerde Ortadoğu’da işlenmeye başlandığı sanılmakta. Ancak 
            bakır devrinin de farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde 
            yaşandığını görüyoruz. Bakırın işlenmesiyle av silâhlarının 
            yapımında büyük değişimler ortaya çıktı, toprak işlerinde 
            kullanılmak üzere de göreli olarak daha sağlam araçlar geliştirildi. 
            Ne var ki bakırın da dayanıksız yapısı içine başka bir metâli (kalay) 
            katarak daha sağlam bir alaşıma ulaşmaya sürükledi; böylelikle tunç 
            devri başlamış oldu:
 
 
 *
 
 
 Tunç devrinde yaşanan en önemli gelişme de oldukça dayanıklı 
            araçların ve av silâhlarının yapımı oldu. Britanya’da üretilen kalay 
            ile Akdeniz’de üretilen bakır buralarda yaşayan yerli halklarla 
            alışverişe geçen göçebe kavimler aracılığıyla değiş tokuş edildi ve 
            tunç üretimine geçildi. Kılıçların üretilmesine ve kalkan ile zırh 
            yapımına da bu dönemde geçildi. Mâdencilik çalışmaları ilerledikçe 
            de demir bulundu ve demirin işlenmesine başlandı; böylelikle demir 
            devrine gelindi:
 
 
 *
 
 
 Demiri ilk işleyenlerin Orta Asya’da yaşayan Eski Türkler olduğu 
            hakkında yaygın bir kabûl var. Ancak kimi araştırıcılar erken 
            dönemlerde dünyâya düşen meteorların bıraktığı demirin henüz daha 
            paleolitik çağda birtakım süs eşyâları yapmak için işlenmekte 
            olduğunu iddiâ ediyor. Ne var ki erken dönemlerde demiri işlemek 
            için geliştirilen bir fırın yoktu ve bu fırınlar ancak bakır 
            devrinden sonra kurulmaya başlandı, demir devrine gelindiğinde ise 
            işlenen demir artık tüm yaşamı doğrudan etkilemeye başladı.
 
 
 Demir ilk önce silâh yapımında, daha sonra da günlük hayâtı 
            sürdürmeye yarayan araçların yapımında kullanıldı. Eski Türkler göç 
            ettikçe yerli halklara demiri ve onu işlemeyi öğretti, zamanla da 
            demir savaşlarda üstünlük elde etmenin temel unsurlarından biri 
            hâline geldi. Hititler de Eski Türklerden öğrendikleri bilgiler 
            doğrultusunda silâh yapımında kendilerine özgü teknikler 
            geliştirdiler ve çok daha sağlam silâhlar yapmaya başladılar, bu 
            yolla iki yüzyıl boyunca bir süpergüç olmayı da başardılar.
 
 
 Demirin tunçtan daha dayanıklı bir metâl olması tarımcılıkta 
            kullanılan araçların bu kez de demirden yapılmasını ve bu yolla 
            örneğin daha sağlam sapanlarla ekilen topraklardan daha bol ürün 
            alınmasını sağladı, bu da yerleşik kavimlerin tahıl gereksinmelerini 
            fazlasıyla karşılamalarını ve geri kalan kısmıyla da göçebelerle 
            daha sıkı ticâret ilişkileri kurmalarını sağladı. Zaman içinde de 
            göçebe kavimler ile yerleşik kavimler arasındaki bu ilişkiler 
            kültürel bir boyut kazandı.
 
 
 *
 
 
 Eski çağda ise yerleşik kavimler ortak kültürel bağların da 
            yardımıyla artık kent-devletleri kurmuşlardı. Doğudaki 
            kent-devletlerinde en önemli yapı tapınaklardı ve diğer yerleşim 
            birimleri de tapınakları merkeze alacak bir biçimde inşâ edildi. 
            Tapınaklar toplumsal yaşamda da merkezî bir konumda bulunuyor; 
            buralarda dînî törenler düzenleniyor, eğitim-öğretim işleri 
            sürdürülüyor, siyâsî sorunlar tartışılıyor vb. işler yapılıyordu. 
            Tapınaklar aynı zamanda da birer ticâret merkeziydi.
 
 
 Tapınakların bu özellikleri tapınak işleriyle uğraşan 
            râhiplerin ekonomik ve siyâsî nüfuzlarını arttırdı. Bu artış zamanla 
            o kadar hat safhâya ulaştı ki kimi kavimlerde krallar kendilerini 
            baş râhip olarak ilân ettirmeye başladı. Böylelikle râhiplerin 
            ekonomik ve siyâsî nüfuzları kralların elinde toplanmaya başladı. 
            Kimi kavimlerde bunu kabûllenemeyen râhipler ise düşmanlarıyla 
            işbirliği yaparak krallarını devirme yoluna bile gitti.
 
 
 Eski çağda peygamberler en çok Ortadoğu’ya gönderildi. Zaman içinde 
            bölgede dînî inanç sistemleri gelişti ve çeşitlendi ve farklı 
            coğrafyalara yayıldı. Peygamberler halkın yerleşik inançlarını 
            yıkmaya ve yerine yenisini getirmeye çalıştı. Ezilen ve büyük 
            baskılar gören halkları özgürleştirmek için mücâdele verdiler ve 
            hakkâniyet esâsına dayalı bir toplumsal yapıyı 
            kurumsallaştırmalarını öğütlediler. Bu da kralların mutlak 
            hâkimiyetlerinin sınırlandırılması anlamına geliyordu ve zaman 
            içinde medeniyetlerin gelişmesini (burada gelişme: medeniyet 
            unsurlarının belirli bir bütünsellik içinde giderek daha karmaşık 
            bir hâl almasıdır) sağlayacak özgürlük ve hoşgörü ortamı da bu 
            şekilde tesis edildi. Ortadoğu’da medeniyetlerin gelişimi zamanla en 
            yüksek seviyeye ulaştı ve medeniyetler en çok da ticâret yoluyla 
            birbirleri arasında hem fizîkî hem de kültürel alışverişler yaptı. 
            Ancak Ortadoğu dinlerinden Hıristiyanlık, Batıda Romalılar 
            tarafından resmî din hâline getirildiğinde bu en çok her çeşit 
            devlet ve Kilise baskısının meşru gösterilmesinde kullanıldı ve bu 
            özgürlük ve hoşgörü ortamı da ağır yaralar aldı.
 
 
 Orta çağda ise Roma İmparatorluğunun M.Ö. 100’lerde ve sonrasında 
            büyük bir yozlaşma ve bozunmaya girmesi sonucu İmparatorluğun 
            cumhuriyet dönemindeki parıltılı günleri kayboluyordu. İlk önceleri 
            Hıristiyanlığı Roma kânunlarına aykırıdır diye yasaklayan 
            hükümdarlar Galerius ve en çok da I. Konstantin’den sonra sırtlarını 
            Hıristiyanlığa dayamaya başladılar. I. Konstantin İmparatorluğun 
            başkentini Roma’dan Bizans’a taşırken Doğuda büyük bir çoğunluk 
            hâline gelen ve siyâsî nüfuzlarını arttıran Hıristiyanlara şirin 
            görünmeye çalışıyordu. Başkentin Bizans’a taşınması Papa’nın siyâsî 
            nüfûzunda herhangi bir azalma meydana getirmedi; hem Romalıların 
            gözünde hem de diğer kavimlerin gözünde papalık kurumu hep 
            ayrıcalıklı bir konumda bulundu. Daha sonraları İmparator Jüstinyen 
            ise hem Papa hem de Caesar olma istemiyle hareket etti ve kendisine 
            karşı çıkanları da ağır cezâlara çarptırdı.
 
 
 O dönemlerde Îsâ’nın bir insan mı yoksa tanrı mı olduğu tartışmaları 
            yapılıyor ve Hıristiyanlar arasında birtakım kutuplaşmalar ortaya 
            çıkıyordu. Bizans’ta toplanan Beşinci Konsül bir dizi karar aldı ve 
            karar metnini onaylaması için Roma’da bulunan Kiliseye yolladı. 
            Kilise ise bu metni onaylamayınca Hıristiyanlar, Katolikler ve 
            Ortodokslar olmak üzere ikiye bölündü ve mezhep kavgaları başladı. 
            Bu kavgalar yaklaşık olarak üç yüz yıl kadar Doğu Roma’nın başına 
            belâ oldu. Daha sonraları Türkler’in Doğu Roma’nın kapılarına 
            dayanması Papa’dan yardım istemelerine yol açtı ve Doğu Romalılar, 
            Papa ile Katolik Kilisesinin siyâsî egemenliğini olumlamış oldular. 
            Papa ivedilikle haçlı seferlerini başlattı ve bu egemenliği 
            arttırmak istedi; ancak Türkler karşısında önemli bir başarı 
            kazanamayınca bu egemenliği zedeledi. Zamanla da Avrupa’da krallar 
            üzerindeki siyâsî nüfûzunu yitirdi.
 
 
 Batı Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu iç işleriyle ve 
            Türklerle uğraşırken Avrupa’da yeni bir ekonomik ve siyâsî yapılanma 
            ortaya çıkmıştı: feodalizm. Avrupa coğrafyasına tarım devrimi geç 
            geldi. Bu coğrafya oldukça büyük bataklıkların kapladığı bir 
            coğrafyaydı ve Avrupalılar bunları kurutup tarıma elverişli bir alan 
            hâline nasıl getireceklerini henüz bulabilmiş değildi. Ne var ki 
            sabanın îcâdı ve Doğulu tüccarlardan öğrendikleri yöntemler 
            sâyesinde tarıma ve sonrasında da hayvancılığa geçebildiler. Kısa 
            zamanda Avrupa’da tarım ve hayvancılık gelişti ve artı-ürün ortaya 
            çıktı. Bu ürünlerle ticâreti geliştirdiler. Ancak tüccarlar ticâret 
            yolları üzerinde istilâcı-göçebe kavimlerin saldırısına uğramaktan 
            endişe ediyordu. Hâl böyle olunca Avrupa’da güvenliği sağlamak için 
            yeni yapılar arandı ve böylelikle şövalyelik kurumu doğdu. Bu 
            şövalyeler kullandıkları silâhlar sâyesinde Avrupa’da kısa zaman 
            içinde güvenliği sağlayan güçler hâline geldiler. İmdi merkezî 
            idâresi zayıf olan devletlerde ordunun karşılayamadığı güvenlik 
            gereksinmelerini bu şövalyeler karşıladı. Şövalyelerin görevleri de 
            sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde geçerliydi ve bu 
            sınırları feodal beyler belirliyor, bu sınırlar içinde yaşayanların 
            tüm sorumluluğunu da onlar üstleniyordu.
 
 
 *
 
 
 Bu noktada medeniyetlerin doğuşunda önemli bir rol üstlenen 
            bâzı keşif ve îcâtları biraz daha yakından inceleyelim, ilk olarak 
            da ateşin keşfinden başlayalım: ateşin keşfi hakkında farklı 
            kaynaklarda farklı açıklamalara rastlarız. Söz gelişi Yunan 
            mitolojisi ateşin Olimpos’tan çalındığını ve insanlara hediye 
            edildiği anlatır:
 
 
 Tanrıların tanrısı Zeus, Promethe’yi ateş tanrısı olarak 
            görevlendirir. Dünyâ üzerinde insanlar mağaraların içinde 
            kapkaranlık ve çok ilkel bir yaşam sürdürmekte, hayvan etini 
            pişiremedikleri için kanlı kanlı yemekte ve daha çok meyvalarla 
            beslenmektedir. Bu insanlar yırtıcı hayvanlara karşı da oldukça 
            korunmasızdır. İşte Promethe onların bu hâline acıyarak bir insan 
            yaratmaya ve onun aracılığıyla insanlara ateşi hediye etmeye karar 
            verir. Bunun için önce çamurdan bir insan yapar, sonra ateş 
            aracılığıyla onu canlandırır ve adını da Epimithes koyar ve onu 
            dünyâya yollar. Epimithes’in yanında Promethe’nin Hephaestos 
            ocaklarından çaldığı ateşten bir parça kıvılcım vardır. Bu kıvılcım 
            bir değnek içinde korunuyordur. Sonunda bu, insanlara hediye edilir. 
            İnsanoğlu bu hediye sâyesinde kendi zayıflıklarını aşmayı başarır.
 
 
 Ne var ki Zeus kendisinden habersiz bir biçimde Promethe’nin bir 
            insan yaratmasına ve ateş aracılığıyla ona can verip dünyâya 
            yollayarak insanlığın daha iyi bir yaşam sürdürmesini sağlamasına 
            öfkelenir ve Promethe’yi cezâlandırır; onu Kafkas dağlarına sürgüne 
            gönderir. Buraya demir çivilerle çivilenen Promethe’ye yardım 
            edebilecek hiç kimse de yoktur. Kızgın güneş altında Promethe 
            kavrulur ve büyük işkenceler çeker. Zeus oldukça iri bir kartala da 
            Promethe’nin karaciğerini kemirmesini ve ona daha büyük işkenceler 
            çektirmesini emreder. Promethe’nin karaciğeri gündüzleri bu kartal 
            tarafından kemirilirken geceleri de eski büyüklüğüne ulaşır; 
            böylelikle çektiği işkencenin devâmı sağlanır. Bin sene kadar bu 
            işkence devâm eder ve sonunda Zeus, Promethe’yi affederek Olimpos’a 
            dönmesine izin verir.
 
 
 Öte yandan Epimithes ve tüm insanlık da Zeus’un öfkesinden payını 
            alır: Zeus oğlu İfestos’a bir kadın yapmasını buyurur ve Athene’ye 
            de bu kadını güzelliklerle donatmasını emreder. Kadının adını da 
            Pandora koyar ve bir çeyiz sandığıyla birlikte onu dünyâya yollar. 
            Bu sandığın içinde her türlü kötülük mevcuttur ve bu kötülükler 
            aracılığıyla Zeus, Epimithes’i ve tüm insanlığı ebedîyen 
            cezâlandırmak ister. Epimithes karşısında Pandora’yı görür görmez 
            ondan etkilenir ve birlikte olmak ister. Yanında getirdiği çeyiz 
            sandığını açar açmaz da tüm kötülükler dünyâya salınıverir. Ne var 
            ki Zeus bu kutunun içine bir de küçük bir parça umut koymuş ve bu 
            umut sandığın içinden çıkmamış. Böylelikle çeyiz olarak sâdece umut 
            kalmış. Epimithes ve onun çocukları ile tüm insanlık târih boyunca 
            Zeus’tan gelen tüm kötülüklere işte bu bir parça umutla tahammül 
            etmekteymiş. Ancak insanlık zaman içinde bu kötülüklere tahammül 
            etmenin verdiği bir tür üstünlük duygusuyla Zeus’a karşı bir 
            küstahlık girişiminde bulununca Zeus da onları tufânın dalgalarında 
            boğarak öldürmüş.
 
 
 Yunan mitolojisinde ateş hakkında karşımıza çıkan bu anlatının 
            izlerine Yunan filozoflarında da rastlarız. Bu izler de Yunan 
            mitolojisinin Uzakdoğu mistisizmine veya Zerdüşt dînine uydurulmaya 
            çalışıldığını düşündürüyor. Söz gelişi Herakleitos’un ve 
            Empodokles’in kozmogonyalarında veya Platon ile Aristoteles 
            öğretilerinde karşımıza çıkan ateşle ilgili anlatılarda bunu açık 
            bir biçimde görebiliriz.
 
 
 Ateşin kökenine ilişkin anlatılara tek tanrılı dinlerde de 
            rastlarız: örneğin Tevrat’ta şöyle bir açıklama var: Rab günlerden 
            bir gün yerin toprağından Âdem’i yaratır ve ona kendi nefesinden 
            üfler. Rab onu Aden bahçesine yerleştirir. Bu bahçede tadı ve 
            görünüşü güzel birçok meyva ağacı vardır. Bahçenin ortasında da 
            bilgi ağacı. Bu ağacın meyvalarından yiyenler iyilik ile kötülüğü 
            bilen; böylelikle gözleri açılan kimseler olup çıkarmış. Rap, Âdem’e 
            her ağacın meyvasından yiyebileceğini; fakat bu ağacın meyvasından 
            yememesi gerektiğini, yiyecek olursa ölüm cezâsıyla 
            cezâlandırılacağını söylemiş.
 
 
 Âdem’in yalnız yaşamasını iyi bulmayan Rab ona yardımcı olsun diye 
            Havvâ’yı yaratmış. Havvâ da günlerden bir gün bir yılanın 
            söylediklerine kanarak ve Âdem’i de kışkırtarak birlikte bilgi 
            ağacının meyvasından yemişler. Bunun üzerine birden bire gözleri 
            açılmış ve çıplak olduklarını anlamışlar. Birbirlerinden utanarak 
            incir yapraklarıyla örtünmeye başlamışlar. Rab, Âdem’e seslendiğinde 
            Âdem utancından gizlenmiş. Bunun üzerine Rab, Âdem’in bilgi ağacının 
            meyvasından yediğini anlamış ve Âdem kendisini Havvâ’nın 
            kışkırttığını söylediğinde Rab ona yaptığının hesâbını sormuş, Havvâ 
            da yılanın oyununa geldiğini söylemiş. Bunun üzerinde Rab yılanı ve 
            tüm nesillerini karnı üzerinde sürünmekle ve toprak yemekle 
            cezâlandırmış. Havvâ’yı ve tüm nesillerini de çocuk doğururken çok 
            büyük bir sancı çekmelerini sağlayarak cezâlandırmış. Âdem’e de 
            toprağı lânetlediği için topraktan yeme cezâsı vermiş. Rab, Âdem’in 
            bir de hayat ağacının meyvasından yiyerek ölümsüz olmasına fırsat 
            vermemek için onu Aden bahçesinden kovmuş. Hayat ağacına giden yolu 
            korumak için de Aden bahçesinin girişini alevlerle koruma altına 
            almış. Daha sonra Havvâ’yı da Âdem’in yanına yollamış. Böylelikle 
            Âdem ile Havvâ’nın sürgün hayâtı başlamış. Âdem ile Havvâ 
            yiyeceklerini pişiremeden yiyor ve geceleri de yırtıcı hayvanların 
            saldırılarından çok korkuyormuş. Bunun üzerine Rab onlara acıyarak 
            ateşi göndermiş. (Tekvin 2-3)
 
 
 Görüldüğü gibi ateşin keşfi hakkında Yunan mitolojisi ve ilk tek 
            tanrılı din olan Musevîlik bu açıklamaları yapmakta. Öte yandan bâzı 
            antropologlara ve araştırıcılara bakılırsa ateş ilk defâ Kenya’da tâ 
            M.Ö. 1.500.000’lerde kullanıldı. Ancak bu iddiâyı destekleyebilecek 
            yeterli bir bulgu da ortaya koyamadılar. Ne var ki ateşin ilk defâ 
            M.Ö. 500.000’lerde Pekin insanı tarafından kullanıldığını gösteren 
            birçok bulgu mevcut. Pekin insanının kullandığı ateşin kaynağının da 
            bu bölgeye düşen bir yıldırımın yol açtığı bir yangın olduğu 
            sanılmakta. Yaygın kabûl şudur ki bu yangın sonucu oluşan ateş odun 
            parçalarıyla taşınarak mağaralara getirildi ve Pekin insanı henüz 
            yapay yollarla kıvılcım elde edip ondan da ateş yakmayı bilmediği 
            için bu ateşi mağaralarda sürekli canlı tutmaya çalıştı. İmdi bu 
            mağaralarda bulunan metrelerce uzunlukta ve genişlikteki kül 
            kalıntıları buna yoruluyor.
 
 
 M.Ö. 7000’lere gelindiğinde ise insanoğlu kuru dalları birbirine 
            sürterek, bir dal parçasını kuru bir odun parçası üzerinde 
            döndürerek; yâni ateş delgileri kullanarak, demir piritleri taşlara 
            veya çakmaktaşına sürterek, ateş pistonu kullanarak, önce sarmaşık 
            dallarını ağaç dallarına sürterek kıvılcım oluşturmayı sonra da bu 
            kıvılcımların üzerine yanıcı maddeler dökerek ateş yakmayı başardı. 
            Bunlar doğal yollarla sağlanan ateşin sürekli canlı tutulması 
            zorunluluğunu da ortadan kaldırıyor, artık ateşi elde etmek 
            kolaylaşıyordu. Böylelikle insanoğlu ateşi sürekli canlı tutmak için 
            harcadığı enerjiyi ateşten başka hangi alanlarda 
            yararlanılabileceğini araştırmada harcadı: erken dönemlerde yemek 
            pişirmek, et ve balıkları dumana tutarak bozulmadan saklamayı 
            başarmak, mağaraları aydınlatmak ve yırtıcı hayvanlardan korunmak 
            için kullanılan ateş daha sonraları savaşlarda düşmanı geri 
            püskürtmek, botanik ormanlarda gereksiz çalı çırpıyı yok ederek 
            buraları tarıma elverişli bir alan hâline getirmek ve en çok da 
            zaman içinde gelişen dînî törenlerde kullanılmaya başlandı:
 
 
 Bu dönemlerde insanlar artık salt doğa karşısında değil; aynı 
            zamanda da birbirleriyle savaşa başlamıştı ve savaşlarda ateş 
            düşmanı istenilen yöne doğru püskürtmede vazgeçilemez bir unsur 
            hâline gelmişti. Savaşlar aynı zamanda da kavimlerin kendi 
            aralarındaki bağları güçlendirici bir unsur oluyor, bu yolla da 
            birlikte yaşam kutsanıyordu. Yerleşik hayâta geçen kavimler tarım 
            faaliyetleri için elverişli topraklar ararken de botanik ormanlarda 
            çalı çırpıları yakarak sonra da onların küllerini bir tür gübre 
            olarak kullandı. Böylelikle yiyecek çeşitlerini arttırdılar ve 
            giderek daha kuvvetli bir beden yapısına sâhip oldular. Değişen bu 
            beden yapısı kimi kavimlerde diğer kavimlerden daha güçlü oldukları 
            hissini yarattı ve onlara rahatlıkla saldırabilecekleri inancını 
            doğurdu. Böylelikle diğer kavimlerin ellerindeki yiyecekler, 
            mâdenler ve av silâhları alınabilecek, bu yolla kendi insanlarının 
            daha iyi bir yaşam sürdürmesi sağlanabilecekti. İmdi neolitik çağda 
            kavimler arasındaki savaşlar giderek çoğaldı ve gelecek endişesi hem 
            nitelik hem de nicelik bakımından arttı. Bu endişe erken dönemlerde 
            salt ateşin korunması ve yârına aktarılabilmesine ilişkindi, 
            neolitik çağda ise işler değişti ve gelecek endişesi aynı zamanda da 
            birtakım dînî inançların doğmasını ve gelişmesini ve günlük hayat 
            içinde daha fazla yer işgâl etmesini sağladı.
 
 
 İnsanoğlunun gelecek endişesi birtakım kimselerin geleceği 
            belirleyebilecek tanrısal bir güce sâhip olduğunu düşündürtmeye 
            başladı. Bu kimselerin tanrılarla özel bir iletişim kurduğuna 
            inanılıyor ve onların yönetiminde düzenlenecek olan âyinlerde 
            tanrılara yapılacak yakarışlar sâyesinde geleceğin güven altına 
            alınacağı sanılıyordu. İmdi bu kimseler de tanrılarla ateş 
            aracılığıyla iletişim kurmaya çalıştı; çünkü ateş ancak tanrısal bir 
            kökene sâhip olmalıydı. Böylelikle ateşe artık mistik bir anlam 
            yüklenmeye başlandı. Örneğin Doğuda başta Zerdüştler olmak üzere 
            birçok kavim zaman içinde geliştirdikleri dînî törenlerde ateşe çok 
            büyük bir yer verdi. Zerdüştler ateşin tanrısal bir kökeni olduğuna 
            inanıyor; onu tanrıların bir hediyesi olarak görüyordu. Ateşin 
            tanrısal bir kökeni olduğu inancı Zerdüştlerde ateşe çok büyük bir 
            hürmet gösterme zorunluluğu doğurdu ve Zerdüşt râhiplerin de 
            etkisiyle ateş daha sonraları bir tanrı hâline getirildi. Artık 
            nerede olursa olsun ateş suyla söndürülmemeye ve yakınlarındaki 
            yerlerde küfürlü sözler sarf edilmemeye başlandı; ateş tanrısı 
            tarafından cezâlandırılmaktan sakındılar.
 
 
 Ateş tanrısı inancının Sibiryalı kavimlere de bâzı savaşlarda esir 
            düşen birtakım Zerdüşt râhipler aracılığıyla geçtiği sanılmakta. 
            Buna benzer inançlara ilk Brahman kavimlerde de rastlarız: 
            Brahmanlar da kendileri ile tanrılar arasındaki iletişimi sağlamak 
            ve tanrıların buyruklarını anlamak için ateşi kullanıyordu. Öte 
            yandan Eski Türklerde de ateşten ilk önceleri doğal gereksinmeleri 
            karşılamak için yararlanıldığı, sonraları ise ateşin dînî törenlerde 
            aslî bir unsur olarak kullanıldığını görüyoruz. Şaman inançlarının 
            hâkim olduğu bu dönemlerde Eski Türkler ateşi tanrısal bir güç 
            olarak gördü; ateşin doğası onun dünyevî bir kökene sâhip olduğunu 
            düşünmeye imkân veremezdi; ateş ancak tanrıların verdiği bir 
            hediye olabilirdi. Zaman içinde de şaman râhipler ateşin tanrıların 
            bir hediyesi olduğu inancını ateşin kendisinin bir tanrı olduğu 
            inancına dönüştürdü ve ateşi kendisinden medet umulan, kötü ruhları 
            kovan bir tanrı hâline getirdiler. Ateş tanrısı inancı en çok da 
            Göktürkler tarafından benimsendi. Söz gelişi Göktürk hükümdarları 
            kendilerine yollanan elçileri iki tarafı ateşle çevrili 
            koridorlardan geçirerek huzurlarına alıyor, bu yolla elçilerin 
            yanlarında getirebilecekleri kötü ruhların ateş tanrısı tarafından 
            etkisiz hâle getirileceğine inanıyorlardı. Göktürk hükümdarları 
            şaman râhiplerinden de ateşi kullanarak bir dizi kehânette 
            bulunmalarını istiyor, pek çok önemli kararlarını bu kehânetler 
            eşliğinde alıyordu. Söz gelişi savaş kararları bu cümleden. Şaman 
            râhiplerinin hükümdarlar üzerindeki bu etkisi onlara halk arasında 
            da îtîbâr artışı sağladı ve zamanla toplumsal yaşam ve ilişkilerde 
            oldukça etkin bir konuma yükseldiler. Söz gelişi evlilik ve cenâze 
            törenlerinde halkı ateşle kutsamaya başladılar, hastaları ateşle 
            iyileştirmeye çalıştılar, yeni doğan çocukları da kötü ruhlardan 
            ateşle korumaya başladılar.
 
 
 Ateş ilk önceleri doğal gereksinmeleri karşılamada, sonraları 
            da dînî törenlerde ve toplumsal yaşam ve ilişkilerde kullanılmaya 
            başlanmış. Buna da en temelde insanoğlunun gelecek endişesi yol 
            açmış. Öte yandan bu endişe aynı zamanda da insanlar arasında 
            birtakım ortak bağların gelişmesini sağlamış.
 
 
 *
 
 
 M.Ö. 3000’lerde tekerleğin ilk defâ Sümerler tarafından 
            taşımacılıkta kullanıldığını belgeleyen duvar kabartmalarına ve 
            piktografik figürlere rastlanılmakta. Tekerleğin îcâdından önce 
            taşımacılıkta öküzler kullanılıyor, bu da pek verimli olmuyordu. 
            Tekerleğin îcâdı bu verimi sağladı; hem üstelik kısa zamanda 
            tekerlek pek çok alanda kullanılmaya başlandı. Söz gelişi çanak 
            çömlek yapımı, savaş arabaları ve değirmenler bu cümleden. 
            Böylelikle günlük hayâtı sürdürmeyi sağlayan araçların serî üretimi 
            de sağladı ve bu araçların teminine ilişkin sorunlar azaldı. Ayrıca 
            yüksek mîmârînin gelişmesinde ve artı-ürün birikiminin artmasında da 
            etkin bir rol üstlendi. Bu birikim de zamanla ticârî faaliyetlere 
            katıldı ve bölgedeki değerli mâden miktârını arttırdı. Bu gelişmeler 
            de pek çok göçebe kavmin gözlerini kamaştırıyor, giderek savaşlar 
            kaçınılmaz bir hâle gelmeye başlıyordu. Bunun üzerine tekerleğin bir 
            de savaş arabalarında kullanılmasına başlandı ve bu tekerleklerin 
            îmâlâtında da erken dönemlerde ahşap, geç dönemlerde de çeşitli 
            metâller kullanıldı. İmdi tekerleğin îcâdı da medeniyetlerin 
            doğuşuna bu gibi katkılar yaptı.
 
 
 *
 
 
 Neolitik çağda ilk toplu yerleşim bölgelerinde evler genellikle 
            kerpiçten yapılıyordu. Mısır’daki gibi kullanıma elverişli taşlar 
            özellikle de Mezopotamyada yoktu ve en çok da güneyde kamışlar 
            kullanılıyor, evlerin çatıları da bir tür hasırla kapanıyordu. Ancak 
            yerleşik hayâta geçiş berâberinde birçok değişimi ve dönüşümü 
            sağladığı gibi insanları daha sağlam evler yapmaya da sürüklerdi. 
            Böylelikle başta Mezopotamya olmak üzere çeşitli coğrafyalarda 
            kerpicin kullanımı yaygınlık kazanmaya başladı ve zamanla kerpiçten 
            de sağlam bir yapı malzemesine ihtiyaç doğdu ve birtakım arayışlara 
            başladılar. Bu arayışlar sırasında kili güneşte kurutmak yerine 
            fırınlamayı denediler ve böylelikle tuğlayı îcât etmeyi de 
            başardılar. Kısa zamanda tuğla kullanımı yaygınlık kazandı ve 
            tuğlayı daha sonraları da tapınakların inşâsında kullanmaya 
            başladılar. Böylelikle tapınaklar da artık çok daha sağlam bir 
            biçimde inşâ ediliyor, bu tapınaklarda geliştirilen dînî törenler de 
            nesilden nesile aktarılarak ortak kültürel bağların sürekli canlı 
            tutulması sağlanıyordu. Tuğlanın îcâdı da medeniyetlerin 
            doğuşuna bu gibi katkılar yaptı.
 
 
 *
 
 
 Yazı en genel anlamıyla dili görselleştirmeye yarayan göstergeler 
            sistemidir. Bu sistemin temel bileşenleri de harfler, karakterler 
            veya figürlerdir. İmdi farklı yazı sistemleri vardır, bunlar: 
            piktografik sistemler, ideografik sistemler ve fonetik sistemler. 
            Fonetik yazı sistemlerinde en küçük alt birim ses birimleri veya 
            hece birimleridir. Harflerin veya figürlerin belirli bir 
            anlambirimini temsil ettiği yazı sistemleri ise ideografik yazı 
            sistemleridir ve bu sistemlerde en küçük alt birim de 
            anlambirimleridir ve göstergeler nesneleri değil; anlamları 
            gösterir. Bu sistemlerde salt ideogramlar kullanmaz; ses veya hece 
            birimlerine de yer verir. Söz gelişi Çince bu cümleden. Piktografik 
            yazı sistemlerinde ise nesnelere göndermede bulunulur ve bu 
            sistemlerde nesneler kendi kendilerini açıklayıcı göstergelerle 
            gösterilir. Söz gelişi Sümerlerin kullandığı ilk yazı sistemi de bu 
            cümleden. Piktografik figürler nesneleri birebir temsil eden 
            figürlerdir. Bu figürlerde nesneler basit çizgilerle gösterilirken, 
            sayılar da birbirinin peşi sıra konuşlandırılan çizgilerle veya 
            oyuklarla gösterilir. Sümerlerin kullandığı bu yazı sistemi bugün 
            bilinen en eski yazı sistemidir. Bu sistemi çözmeyi başaran ilk 
            arkeolog da Denise Schmand-Besserat oldu. Sümerler bu sistemi 
            sürekli olarak geliştirdiler ve daha işlevsel kılmaya çalıştılar. 
            Yazılarını erken dönemlerde güneşte kurutulmuş kil tabletler 
            üzerine, geç dönemlerde de fırınlanmış kil tabletler üzerine 
            yazdılar.
 
 
 Sümerlerin en önemli yerleşim bölgelerinden olan Lagaş ve Nippur’da 
            yapılan kazılarda çok sayıda kil tablet bulundu. Bu tabletlerde 
            birtakım oyuklar ve mühür olduğu sanılan girinti ve çıkıntılar vardı 
            ve bunlar birer tapınak kayıtıydı. Bu kayıtlar yaklaşık olarak M.Ö. 
            3100’lere âitti ve Sümerli râhipler tarafından tutulmuştu. Bu tür 
            kayıtların tutulması ve bunların korunması bu dönemlerde Sümerlerde 
            muhasebecilik faaliyetlerinin sürdürülmekte olduğu anlamına 
            geliyordu. İmdi yazının îcâdı da bu faaliyetlerin bir sonucuydu. 
            Nitekim tabletler üzerindeki piktografik figürler tapınaklara giren 
            mallar ile onların miktârını gösteriyordu. Bu mallar da tanrılara 
            sunulan hediyeler ve şükran belirteçleriydi. Sümerli köylüler 
            ve çiftçiler ürettikleri ürünler oranında tanrılarına hediyeler 
            sunardı. Tüccarlar da tanrılarına şükranlarını bildirmek için yine 
            aynı çabaların içine girerdi. Böylelikle tapınaklara çeşitli 
            yiyecekler, süs eşyâları, çanak çömlek, dokuma ürünleri vb. getirir, 
            bunların kayıtları da râhipler tarafından tutulurdu. Zamanla artan 
            nüfusa bağlı olarak bu kayıt işleri de zorlaştı. Hâl böyle olunca 
            râhipler kil tabletler üzerine bâzı şekiller çizerek bu kayıtları 
            tutmaya başladı. Böylelikle ilk piktografik yazı sistemi de doğmuş 
            oldu.
 
 
 Zamanla kayıt işlerinde bir dizi güçlükle karşılaştılar ve bâzı 
            râhipler piktografik figürlerle gösteremedikleri kimi nesneleri 
            ideografik bir gösterge sistemi geliştirerek göstermeye başladı. Bu 
            sistemde piktografik figürlerden farklı olarak geliştirilen 
            figürlere çeşitli anlamlar verilmeye başlandı. Ne var ki zamanla hem 
            piktografik figürlerin hem de ideografik figürlerin sayısında müthiş 
            bir artış ortaya çıktı ve bu da kayıt işlerini yokuşa soktu. Zamanla 
            bu figürlerde kimi ayıklamalar yaptılarsa da yine de bu işle baş 
            edemediler ve yeni arayışlar içine girdiler. Böylelikle fonetik bir 
            yazı sistemi geliştirmeyi denediler; imdi ucu sivri bir kamışın 
            yumuşak bir kil tabletine bastırılıp çekilmesiyle oluşan bir 
            gösterge sistemi olan çivi yazısı işte bu şekilde doğmuş oldu. Bu 
            sistemde göstergeler birer çiviyi andırdığı için bu sisteme çivi 
            yazısı adı verildi. Sümerler bu yazı aracılığıyla birtakım ses 
            işâretçileri geliştirdiler ve en küçük alt birim olarak da 
            sesbirimlerini aldılar. Böylelikle harflerin doğuşu da sağlanmış 
            oluyordu. Kısa zamanda bu yazı sistemi başta Âsurlular olmak üzere 
            pek çok kavim tarafından da kullanılmaya başlanacaktı.
 
 
 Yazının îcâdının toplumsal yaşamı ve ilişkileri nasıl 
            etkilediğine bakmak gerekirse: köylüler ve çiftçiler tapınaklara 
            sundukları hediyeleri belgeliyor, tanrılarına karşı görev ve 
            sorumluluklarını yerine getirmiş olmanın yarattığı saygıyı toplumsal 
            yaşam içinde kullanıyorlardı. Ticârî kayıtlar da tüccarlar 
            arasındaki hemen tüm anlaşmazlıkları çözüme bağlıyor, hesap 
            hatâlarının önüne geçilmesi ticârete güven getiriyordu. Öte yandan 
            kent-devletlerinde ticâretle ilgili ortaya çıkan bâzı anlaşmazlıklar 
            da kralları kânunları yazıya geçirmeye zorladı: tüccarlar önceleri 
            kendi aralarında, sonraları da krallarla bir dizi anlaşmazlıkla 
            karşılaştılar, söz gelişi zamânında ödenmeyen borçlar ve alınan 
            keyfî vergiler bu cümleden. Hâl böyle olunca krallar ilk önce 
            ticârete ilişkin bir dizi yeni kânunu kabûl etmek zorunda kaldı. Bu 
            kânunlar da yazıya geçirildi. Böylelikle kânunlar lâfzî olma 
            niteliğinden çıkarak gerektiğinde kendisine başvurulacak bir belge 
            niteliği kazandı, bu da toplumsal yaşam içinde adâlet mekanizmasının 
            işlerlik kazanmasına ve adâlete duyulan güvenin artmasına imkân 
            tanıdı. Zaman içinde de tüm kânunlar yazıya geçirildi. Artık 
            yöneticiler (krallar ve râhipler) ile üreticiler (köylüler ve 
            çiftçiler) arasındaki tüm anlaşmazlıklar da güvenilir ve meşru 
            yollarla çözüme bağlanacaktı. Böylelikle kânunlardan haberi 
            olmayanların da bilgilenmesi ve hak arama özgürlüklerini kullanması 
            da sağlanıyordu. Nitekim kânunlar cadde üzerlerinde büyük taş 
            bloklar üzerine yazılıyor ve halkın bilgisine sunuluyordu. Zaman 
            içinde kahramanlık hikâyeleri, dînî törenlerin uygulama esasları vb. 
            de yazıya geçirilmeye başlandı ve tüm bunlar da kavimlerin 
            kültürleşme ve kültür aktarım süreçlerine onsuz olunmaz katkılar 
            yaptı.
 
 
 Kent-devletlerinin sınırları içinde bunlar olup biterken bir de 
            sınırlar dışında olup bitenlere şöyle bir bakalım: etrafları 
            surlarla çevrili ve hayvan otlaklarının ortak mülkiyete dayalı 
            olduğu kent-devletleri arasında birtakım anlaşmazlıklar vardı. Söz 
            gelişi otlakların kullanım süreleri hakkındaki anlaşmazlıklar bu 
            cümleden. İşte bu gibi konularda belirledikleri esasları da yazıya 
            geçirmeleri bu anlaşmazlıkları da ortadan kaldırdı ve zamanla 
            kavimler arasında sıcak ilişkiler kurulmaya başlandı. Öte yandan 
            kent-devletleri arasındaki postacılık hizmetleri de bu bağlamda 
            önemliydi. Nitekim birbirleri arasında yaptıkları yazışmalarla da 
            birbirlerinin kültürlerini daha iyi tanıyor ve ortak kültürel bağlar 
            geliştiriyorlardı.
 
 
 *
 
 
 Böylelikle paleolitik çağdan îtîbâren ortaya konan ve geliştirilen 
            bâzı keşif ve îcâtlara da bakmış ve bunların da medeniyetlerin 
            doğuşuna ne gibi katkılar yaptığını görmüş olduk. İmdi tüm bunların 
            ardından medeniyetlerin doğuşunu sağlayan temel unsurları şu 
            başlıklar altında toplayabiliriz: a) doğal gereksinmelerini 
            karşılayabilen bir insan kitlesinin varlığı, b) coğrâfî ve iklimsel 
            bir dizi handikabın üstesinden gelmeyi sağlayacak yeterli sayıda 
            uzman ve bu uzmanların kullanımına sunulan yeterli miktarda araç ve 
            gerecin temini, c) bunlarla artı-ürün sağlanması ve bu ürünlerle 
            birtakım kurum ve ilişki biçimlerinin oluşturulması, d) bu insan 
            kitlesinin toplumsal bir huzur ve güven ortamı içinde bu kurumlar ve 
            ilişki biçimleriyle kültürleşme ve kültür aktarım süreçlerini 
            kuşatıcı bir biçimde sürdürmesi ve e) bu insan kitlelerinin 
            birbirleriyle şu ya da bu şekilde ortak kültürel bağlar kurmaları.
 
 
 ***
 
 
 Dr. Alkım Saygın, Ankara, Ağustos 2004
 
 
 Kaynakça
 
 1. Mehmet Ali Ağaoğulları; Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge 
            Kitapevi Yayınları, Ankara 1994
 2. Ekrem Akurgal; Anadolu Kültür Târihi, Tübitak Popüler Bilim 
            Kitapları, Ankara 1997
 3. Jeremy Black/Anthony Green; Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü, Aram 
            Yayıncılık, İstanbul 2003
 4. Will Durant; Medeniyetin Temelleri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 
            1996
 5. Roger Garaudy; İnsanlığın Medeniyet Destânı, Pınar Yayınları, 
            İstanbul 1995
 6. Altay Gündüz; Mezopotamya ve Eski Mısır, Büke Yayınları, İstanbul 
            2002
 7. Erik Hornung; Mısırbilime Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004
 8. Samuel Noah Kramer; Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 
            2001
 9. Aydın Sayılı; Mısır ve Mezopotamya’da Bilim, A. Ü. DTCF 
            Yayınları, Ankara 1966
 10. Server Tanilli; Uygarlık Târihi, Say Yayınları, İstanbul 1981
 
 
 |   |