|   | 
            
             
			Kültürel 
			Batılılaşma  
			
			  
			
			Batılılaşma, 
			genç Cumhuriyetin altı ilkesinden önem sırasıyla milliyetçilik, 
			laiklik, inkılapçılık ve cumhuriyetçilik ilkeleriyle yakından 
			bağlantılıdır. Batılılaşma çoğu zaman modernleşme/çağdaşlaşma ile eş 
			anlamlı olarak kullanılmıştır. Bir mecaz denemesiyle, Altı Oktan 
			dördünü atan yay, Batılılaşmadır. Yukarıda anılan dört ilkenin de 
			başarı ölçütü Batılılaşma olarak görülmüştür. 
			
			  
			
			Tanzimattan 
			beri Batıcı Türk aydınlarının büyük bir bölümü İslâmı Doğululuğun 
			esası olarak görmüş, yenileşmenin ve ilerlemenin önündeki engel 
			olarak hedef göstermiştir. Bu durum, laiklik ilkesini diğer 
			ilkelerin önüne çıkartmakta, Batılılaşma-laiklik eksenindeki 
			tartışmalar bugün de siyasal gündemi belirlemektedir. Kemalist 
			projenin bütüncül yaklaşımı çerçevesinde siyasal reformların yanı 
			sıra kapsamlı toplumsal reformlar yapılmıştır. Batılılaşma, 
			Osmanlıda olduğu gibi belli kurumların ve teknolojilerin 
			uyarlanması [1] olarak değil, Batılı bir dünya görüşünün topluma 
			kazandırılması biçiminde anlaşılmış, böylece 1940ların ortalarına 
			kadarki dönemde Batılılaşma, Batılılaştırma biçimini almış ve 
			toplumsal reformlar halk için halka rağmen anlayışı içinde 
			gerçekleştirilmiştir. 
			
			  
			
			Pozitivist yöntemin uygulamaya 
			konduğu 1930lu yıllarda inkılapçılık halk için halka rağmen 
			formülü temeline oturmuştur. Bir diğer deyişle, muasır medeniyet 
			seviyesine erişme yolunda ilerlemek için yapılan yeniliklerin 
			yukarıdan aşağıya olacağı ve aşağıdan gelebilecek direnmelerin 
			aşılması için inkılapçılık ilkesine başvurulacağı belirtilmektedir 
			(Köker, 1990: 92). 
			  
			
			Tarık Zafer Tunaya (1960: 113) bu 
			durumu şöyle savunmakta: 
			
			  
			
			Türk sistemi, bir medeniyet 
			programının benimsenmesi için icabında geniş kitleye karşı 
			durulabileceği prensibinden hareket etmiştir. Bu suretle, bir 
			mecburi kültür değişmesi hareketine girişilmiştir. Fakat, siyaset 
			ilmi alanında, halka karşı, icabında zorla gidişten maksut olan 
			nedir? Umumi efkar mekanizmasının tahlilinden elde edilen sonuç odur 
			ki, bir kitlenin herhangi bir şeyi istemesi, o şeyin o kitleye 
			istetilmesidir. Devrimci bir memlekette, inkılap yapan bir 
			memlekette, belli bir programın halka rağmen
			[2] yürütülmesi, muhafazakar kuvvetlerin baskısı altında 
			bulunan bir kitleyi o kuvvetlerin tesirinden, tahakkümünden 
			kurtarmak anlamını kazanmaktadır. 
			
			  
			
			Yapılması planlanan reformların 
			kuramsal kaynağı II. Meşrutiyet döneminde Türk aydınlarını önemli 
			ölçüde etkisi altına almış olan pozitivist düşüncedir. [3] Bu 
			düşünceye göre çağdaş uygarlık idealinin asli öğesi bilim ve 
			teknolojidir. Pozitivizm insanın dışında varolan ve elverişli (bilimsel) 
			yöntemlerle bilinebilecek nitelikte olan bir nesnel gerçeklik 
			alanının varlığını kabul eder. [
] Bu bağlamda, hakikati 
			bilenlerin halka doğru giderek onlara ne yapmaları gerektiğini 
			öğretmeleri anlamına gelir (Köker, 1990: 114). Toplumun muasır 
			medeniyet seviyesine erişmesinden kasıt, iktisadi açıdan hızlı 
			kalkınma ve sanayileşmeyi gerçekleştirmek; bunun için de pozitif 
			bilimin ve teknolojinin sağladığı araçlardan yararlanmaktır. Böylece 
			Batının üstünlüğünü sağlayan aracı (bilim ve teknoloji) kullanarak 
			Batı'yı yakalamak mümkün olacaktır. 
			  
			
			Kültürel açıdan ise, muasır 
			medeniyet seviyesi boş inançlara dayalı dinsel dünya görüşünün 
			egemen olduğu bir topluma, hayatta en hakiki mürşit(in) ilim 
			olduğunu öğretmektir (Köker, 1990: 114). Bu nedenle laiklik 
			Türkiyede din ve devlet işlerini ayırmanın ötesine geçmiş, dini 
			denetim altına almak biçimini almıştır. [4] 
			
			  
			
			Kemalist proje büyük ölçüde Ziya 
			Gökalpi takip etmiştir. Ziya Gökalp muasırlaşmayı uluslaşma içinde 
			düşünmüş, bu manada tam anlamıyla sentezci bir yaklaşım 
			sergilemiştir. Kemalist projenin hedefi de kuramsal altyapısı 
			bakımından tamamen milliyetçi bir Batılılaşmadır. Güneş-Dil Kuramı 
			[5] ve eski Türk toplumunda kadının yeri söyleminde milliyetçi 
			Batılılaşma kendini gösterir. 
			
			  
			
			Orta Asyadaki Türk tarihine 
			yapılan vurgu, yersiz bir geri dönüş olarak düşünülmemekte, aksine, 
			bizim de hem Avrupalılar, hem de Araplar gibi eski bir medeniyete 
			sahip olduğumuzu delilendirmek için, daha millî olmanın şartları 
			arasında mütalaa edilmiştir (Tunaya, 1960: 116). Cumhuriyet rejimi, 
			Türkün unutulmuş, ya da unutulmak istenmiş hatta inkar edilmiş 
			medeni hasletlerini ortaya çıkarmak için bir vasıtadır. Batılı bir 
			vasıtadır denmektedir (Tunaya, 1960: 116). Bir bakıma, erken 
			Cumhuriyet döneminin kültürel Batılılaşma söylemi esas Batılı biziz 
			iddiasındadır. Bu söyleme göre, Müslümanlıkla birlikte gelen Arap ve 
			Fars etkileri Türklere Batılı özelliklerini unutturmuştur. 
			
			  
			
			Gökalpe göre İslâm öncesi Türk 
			toplumunun en önemli özelliklerinden biri feminizmdir. Eski 
			Türklerde kadın ve erkek arasında mutlak bir eşitlik söz konusudur; 
			kadınlar da at binebilir ve kahramanca savaşabilirler. Eski kavimler 
			arasında sadece Türklerde kadınlar her alanda erkeklere eşit olmuş 
			ve saygı görmüşlerdir; yani bu millî bir özelliktir. Gökalpe göre 
			bozulmuş İslâmın olumsuz etkileri Türklerin aile yapısına ataerkil 
			yapıyı, ve dolayısıyla eşitsizliği getirmiştir. Gelecekte hem 
			demokrasinin hem de feminizmin ilk defa Türklerde görüldüğü kabul 
			edilecektir demektedir. Böylece Gökalp, Türk kültürünün Batı 
			kültürüyle uyumlu olduğunu söylemenin de ötesine geçmiştir. Tüm 
			diğer uluslar uygarlaşmak için ileriye bakmak zorundadır, oysa 
			Türklerin kendi geçmişlerine bakmaları yeterlidir. Böylece 
			kadın-erkek eşitliğini Orta Asyadaki efsanevi Türk geçmişi 
			hatırlatarak savunmak milliyetçiliği de pekiştirmeye vesile oluyordu 
			(Arat, 1998: 85-86). 
			
			  
			
			Biz zaten Batılıyız tutumuna bir 
			başka örnek de halk müziği araştırmalarında karşımıza çıkar. Mustafa 
			Sarısözen iki sesli halk türkülerinin şehir müziği tesirinden 
			uzakta kalan halk arasında yaşamakta olduğunu tespit etmiş olduğu 
			iddiasındadır. Bugün hayran olduğumuz çok sesli Avrupa musikisinin 
			başlangıçlarındaki büyük hissemizi elimizle kendi tarihimize yazmış 
			bulunuyoruz demektedir (Sarısözen, 1946: 15). 
			  
			
			Kemalist Batılılaşma projesinin 
			önemli bir öğesi Batının güdümünden kurtulma arzusudur. Bu 
			çelişkinin en iyi anlatımı Batıya rağmen Batılılaşma ifadesidir. 
			Batılılaşma ve kültürel değişim karşısındaki tutumlarda geleneksel 
			ve millî unsurların nasıl değerlendirileceği konusundaki sıkıntılı 
			durum süreklilik gösteren bir kimlik tartışmasına yol açmıştır. Bu 
			tartışma bir yönüyle de Batılılaşmanın Batı'ya rağmen 
			gerçekleştirilmesiyle ilgilidir. Avrupa emperyalizmine karşı bir çok 
			Doğu toplumuna da örnek teşkil etmiş olan bağımsızlık savaşının 
			ardından Batılılaştırma reformlarının yeni Türk cumhuriyetinde 
			uygulamaya girmesiyle Türk ulusal kimliğinin oluşturulmaya 
			çalışılması çelişkili bir durum ortaya koymaktadır. Batı 
			demokrasisini model olarak alan ve Batı dünyasının bir parçası 
			olmayı planlayan yeni siyasî oluşum, Batılı olmak için Batı ile 
			savaşmıştır (Tunaya, 1960: 101). 
			
			  
			
			Kemalist Batılılaşma projesi 
			savaştığı Batı emperyalizmi ile Batı uygarlığı arasında bir ayrım 
			yapmakta doğal olarak güçlük çekmiştir, çünkü Batı emperyalizmi, 
			Batı uygarlığının tesadüfi, arızi bir yanı değildir (Berkes, 1965: 
			126). Batıya karşı savaşırken Batıya sırt çevirmeme çözümünün 
			anlamı, Türkiyenin Batı emperyalizmi ile başka tür bir ilişki 
			kurabilmesini sağlamayı ifade eder (Berkes, 1965: 127; Tunaya, 1970: 
			27). Bu bakımdan ulusal bağımsızlıkla Batılılaşma uzlaştırılmaya 
			çalışılmıştır: Türk toplumu, Batı uygarlığının kendi kalkınmasına 
			gerekli yanlarını, kendi toplumsal yapısını modern bir ulusa 
			yakışacak şekilde onarma amacı ile, bunu Batı zoru ile değil, kendi 
			bağımsızlığının gereklerine göre uygulamadıkça modern çağ dünyasında 
			bir ulus olarak var olamaz görüşü milliyetçilikle Batıcılık 
			anlayışını bir araya getirmiştir (Berkes, 1965: 128). 
			
			  
			
			Batılı, ama onun denetiminde 
			olmayan bağımsız bir ulus-devletin kuruluşunda Cumhuriyet yönetimi 
			mekansal stratejilere önem vermiştir. Bunlardan belki de en önemlisi, 
			başkentin Ankaraya taşınmasıdır. İstanbul, ülkenin Batıyla en sıkı 
			eklemlenmiş, bir bakıma en çok Batılılaşmış kesimidir; reddedilmiş 
			olması, Osmanlı Batılılaşmasının taklitçiliğin ötesine geçememiş ve 
			yozlaşmış olarak görülmesi, yeni ya da gerçek ve daha ulusal 
			nitelikli bir Batılılaşma modelinin aranmakta olmasıyla yakından 
			ilişkilidir. 
			
			  
			
			Öyleyse, ulusal nitelikli bir 
			çağdaşlaşma gerçekleştirebilmek için Batıdan ne alınmalıdır? Bu 
			soruyu gündeme ilk getirenler, Tanzimat reformlarıyla başlayan 
			Batılılaşma tarihinde ikinci nesil birinci nesil, yabancı dil 
			öğrenmek ve yabancı dillerden çeviri yapılmasını sağlamak 
			gerektiğini düşünerek yeni Batı tarzı eğitim kurumlarına Fransızca 
			derslerini koyduran ve Tercüme Bürosunu kuranlardır olarak kabul 
			edilebilecek olan Genç Osmanlılardır. Kendilerinden önceki neslin 
			seçici/savunmacı [6] bir yaklaşımla Batıdan alınacakları teknoloji 
			ile sınırlamış olması, Namık Kemal ve Tercüme Bürosundaki 
			arkadaşlarına yeterli görünmemektedir. [7] Genç Osmanlılar, önceki 
			reformculardan farklı olarak daha az pragmatik, ancak daha kültürel 
			Batılılaşma taraftarıydılar. Büyüklerinin ve üstlerinin 
			gerçekleştirdikleri rasyonelleştirici reformlara karşı olmamakla 
			beraber, geleneksel değerlerin ve kültürün de reforme edilmesi 
			gerekliliği üstünde duruyorlardı. [8] 
			
			  
			
			Bu tarihsel tartışmada Ziya 
			Gökalpin hars ve medeniyet ayrımı önemli bir dönüm noktasıdır. Ziya 
			Gökalp Türkçülüğün Esasları 'nda şunları ortaya koyar: 
			
			  
			
			Halka doğru gitmenin [
] 
			vazifesi de, halka medeniyet götürmektir, çünkü halkta medeniyet 
			yoktur. Seçkinlerse medeniyetin anahtarına sahiptir. Fakat halka, 
			değerli bir armağan olarak, aşağıda gösterdiğimiz üzere, Doğu 
			medeniyeti, yahut onun bir dalı olan Osmanlı medeniyeti değil, Batı 
			medeniyeti götürülmelidir (aktaran İleri, 1978: 8). 
			
			  
			
			Böylece Gökalp, halk için halka 
			rağmen formülünü de meşrulaştırmaktadır. Büyük ölçüde Gökalpin 
			izinden gidilerek şekillenen reformların uygulandığı sancılı bir 
			dönemin ardından yazan, sosyal psikolojinin Türkiyedeki ilk 
			uygulayıcılarından Mümtaz Turhan seçkin ve eğitimli kesimler 
			tarafından Batı tekniğinin Türk kültürüne sentezlenmesi gereğini bir 
			kez daha dile getirir. Turhana göre, Türkiyenin önündeki tek yol 
			Batılılaşmak, Batı medeniyetinin temel öğelerini yaşama geçirmektir. 
			Bu öğeler ilim ve ilim zihniyeti; ilimin uygulaması olan teknik; 
			ilim zihniyetinin gelişeceği çevrenin koşulu olarak hukuk ve 
			özgürlüktür. Mümtaz Turhan Kültür Değişmeleri'nde (1951) medeniyet 
			alanı değiştirmeye zorunlu bir toplumun kültürü, bu değişim anında 
			tamamen ortadan kalkıp, onun yerine hakim milletin kültürünün 
			geçemeyeceğini belirtir. İki toplum, iki kültür karşılaşınca, 
			birinin mutlaka yok olması gerekmez; sentez ister istemez 
			gerçekleşir. Batılılaşıyoruz diye dinimizin benliğimizin kaybolacağı 
			iddialarının hiç bir ilmi değeri yoktur. Ne var ki, Türkiye 
			Batılılaşamamıştır, çünkü insan unsuru gözardı edilmiş, sadece 
			Batılıya benzer şekilde yaşar gibi görünülmeye başlanmıştır. 
			
			  
			
			Eski yaşam tarzını terk etmek 
			Batılılaşmak değildir. Turhana göre Türkiyenin Batılılaşmasında 
			aydınlara çok özel bir görev düşmektedir. Türkiyeyi 
			Batılılaştıracak olan birinci sınıf mütehassıslardan kurulu bir 
			kadrodur. Amerika ve Avrupaya seçkin öğrenciler gönderilerek 
			oluşturulacak uzmanlar kadrosu yurda döndükten sonra kurulacak bilim 
			akademilerinde Türkiyede bilimsel zihniyetin yerleşmesini 
			sağlayacaktır. Bu kadronun kurulması, Türkiye için en verimli 
			yatırımdır. Bu güne kadarki deneyimin başarısızlığının sebebi 
			romantik ve taklitçi sözde münevverler dir (Turhan, 1959: 36-7). 
			Turhanın 1950lerde hala şikayetçi olduğu mannerist/şekilci 
			Batılılaşma aslında Tanzimat'tan beri süregelmekte olan bir sorundur 
			ve Osmanlı geçmişinin reddiyle iyiden iyiye Avrupa hayranlığına ve 
			körü körüne taklide dönüşmektedir Turhan, bu sorunu yabancı bir 
			gözlemciden yaptığı alıntıyla vurgular: 
			
			  
			
			Osmanlı'yı hatırlatan her eski 
			adet çocukça bir korku ve Avrupaya ait her nevi modaya karşı 
			gösterilen kölecesine hayranlık neticesinde Türkiye, eşli sisteminde 
			faydalı olan şeylerin bir çoğunu terk edip Avrupadan lüzumsuz, 
			faydasız bir çok şeyler almaktadır (Turhan, 1959: 287). 
			
			  
			
			
			Alafranga-Alaturka 
			
			  
			
			Osmanlı toplumunda kültürel 
			çatışma, millet sistemine göre oluşmuş cemaatler çerçevesinde 
			belirirken, Müslümanlar arasında da Batıcı, Avrupa yönelimli, elit 
			çevrelerin oluşumu, çatışmanın eksenini değiştirmiştir. 
			Gayrimüslimler belli bir hoşgörü ile karşılansa da, alafrangalık 
			aynı hoşgörüyle karşılanmayacaktır. 
			
			  
			
			Cevdet Kudretten (1984) 
			öğrendiğimize göre setre (ceket), pantalon, frenk gömleği giymek, 
			kravat bağlamak, saçları uzatmak, bıyıkları kesmek, tiyatroya gitmek, 
			Beyoğlu yakasında oturmak, kagir ev yaptırmak, konuşurken ve 
			yazarken Frenkçe sözler kullanmak, çatalla yemek yemek, sabahları 
			jimnastik yapmak, yabancı kadınla evlenmek, karı koca kolkola girip 
			sokakta yürümek, birbirleriyle evli olmayan kadınla erkeğin el 
			sıkışması, birbine sarılıp müzikle dans etmek, kolları ve göğüsleri 
			açık dekolte giysi giymek, saat 12yi öğle ve geceyarısı saymak, 
			şapka giymek eskiden hep alafrangalık sayılmaktaydı. 
			
			  
			
			Müftüoğlu Ahmet Hikmetin Yeğenim 
			(1900) adlı monoloğunda Türkane ve Frengane terbiyenin bütün bütün 
			birbirine zıt oldugu 16 maddede toplanmıştır. Bunlardan bazıları 
			şöyledir: 
			
			  
			
				- Bizde 
				başını açmayıp ayağını çıkarmak, Frenklerde ayağını çıkarmayıp 
				başını açmak saygı;
 
				- Bizde 
				saat 12 ya sabahtır, ya akşam; onlarda ya öğledir, ya geceyarısı;
 
				- 
				Frenklerin yılbaşı eğlence ile geçer; bizde muharrem, yılbaşı 
				bir matem günüdür;
 
				- Biz 
				yazıya sağdan başlarız. Frenkler soldan.
 
				- Batı 
				dillerinde fazla harf yazılır, fakat okunmaz; bizde ise yazılmaz, 
				lakin okunur.
 
				- Bizde 
				kanaat bir erdem, onlarda ise miskinlik. (aktaran Kudret, 
				1984: 267-271).
 
			 
			
			  
			
			Alafrangalık züppe, şık, sivilize, 
			asri, sosyetik, snop, bobstil, olarak anılmış, ve bu nitelendirmeler 
			popüler bir hoşnutsuzluğu dile getirmiştir. Alafranga tiplerin, 
			hatta Doğu kültürü ile Batı kültürü arasında kalmış olanların 
			kimliksizlik ve köksüzlükten malul oldukları düşünülmüştür (Mardin, 
			1974). Başka bir açıdan, alafrangalığın eleştirisi toplumda alt ve 
			üst tabakadan olsun muhafazakar kesimlerin yenilik karşısındaki 
			ortak tutumları ve gizli toplumsal denetim mekanizmaları olarak da 
			görülmelidir. Cumhuriyet dönemindeki eserlerinde Yakup Kadri, bu 
			toplumsal denetim mekanizmasını konu edinmiş ve Osmanlı zihniyetinin 
			aşırı Batıcılığa gösterdiği aşağılayıcı ve alaycı tutumun aslında 
			toplumsal normlara uymayan ya da onların dışında olana yönelik 
			otoriter bir denetim olduğunu göstermeye çalışmıştır. 
			
			  
			
			Alafrangalığa gösterilen tepkinin 
			ardında sadece tutuculuk olduğu düşünülmemelidir. Alafrangalık, 
			belli bir tüketim biçiminin de göstergesidir. Alafranga yaşamak bir 
			bakıma konforlu ve iyi yaşamaktır, alaturka ise bunun tam tersidir. 
			İki yaşam biçimi farklı tüketim kalıplarına denk düşer. Fes, sarık, 
			İslâmî saat ayarları burjuva toplumun varolmadığı zamanların birer 
			simgesidir (Kaplan, 1974). Alaturka tüketim biçimi belli bir döneme 
			kadar anti-kapitalisttir, çünkü aslında bir yönüyle de alafranga 
			yaşama biçimini kaldıracak ekonomik güce ve zenginliğe sahip 
			değildir. Osmanlıda ticaretin ve ticaretten kaynaklanan sermaye 
			birikiminin gayrimüslimlerin elinde olduğu düşünülürse, bu 
			ayrışmanın millet sistemi dolayımındaki ayrışmaya da denk düştüğü 
			görülür. Osmanlı toplumsal ve ekonomik yapısı içinde bu tür 
			servetlerin namuslu yollardan kazanılmamış olduğuna yönelik yaygın 
			kanı da anti-kapitalist, alaturka kesimin ortak noktasıdır. 
			
			  
			
			Cem Behar ve Alan Duben (1998: 
			209-255) 19. yüzyılın başında değişen şehir adetlerini yorumlarken 
			Osmanlı üst ve orta sınıflardaki Avrupalılaşmanın alaturka ve 
			alafranga, yani Osmanlı, Türk ve Avrupai tarzlar arasında bir 
			ayrılık yarattığına ve bunun etkisinin aile yaşamının iç işleyişine 
			kadar uzandığına işaret etmektedirler. Batı'dan alınan aletler, 
			mobilya, ve giyim eşyaları özel yaşamdaki bedensel alışkanlıkları 
			etkilemekteydi. Yüksek arkalıklı iskemlelerde oturmak farklı kas 
			dizilerini çalıştırıyor, alafranga tarzda yemek yemek aile üyeleri 
			arasında belirli bir mesafaye, hatta resmiyete yol açan bir takım 
			yeni kurallara sebep oluyordu. Öğünler daha düzenli hale geliyor, 
			sofrada önce kadınlara servis yapılıyordu. Elle yemek yemek sağlığa 
			aykırı, hatta itici bulunuyordu. Sonuçta, bütün bir değerler 
			hiyerarşisi yeniden düzenleniyordu. Görünüşte sıradan bedensel 
			hareketlerin yeniden tanımlanmasıyla birlikte alışkanlıklar yeniden 
			biçimleniyor ve yeni toplumsal özneler ortaya çıkıyordu. 
			
			  
			
			Aile içinde düzenlenen doğum ve 
			evlilik yıldönümlerini kutlama alışkanlığı da cumhuriyetle birlikte 
			yaygınlaşmıştır. Osmanlı toplumunda ortalama bir ailenin gündelik 
			hayatında doğum ve evlilik yıldönümleri kutlama adeti yoktu. İnsana 
			ait tek anma töreni ancak öldükten sonra, o da dinin emri gereği 
			yapılırdı. Ayrıca ailelerin 19. yüzyıla kadar belirli yemek 
			zamanları yoktu (Duben ve Behar, 1998: 225-26). Zamanları ayarlama 
			genellikle aile büyüğünün inisiyatifine kalmıştı. Cumhuriyet 
			döneminde ise zaman kavramı adeta gündelik hayatı idare eden gizli 
			bir güçtü. 
			
			  
			
			Osmanlıda Batılılaşma büyük ölçüde 
			Doğu ile Batı'nın yanyana varolmasıyla sonuçlanmıştı. Fakat, Avrupa 
			karşısında Türk toplumunu uygar bir kalıba dökme programı, 
			Cumhuriyetin resmî devlet politikasına katı bir merkeziyetçilik 
			kazandırır. Osmanlı dönemindeki gibi birbirinden farklı ütopyalar 
			yaratmak yerine, farklı toplum kesimlerinin tek bir ütopya 
			çevresinde toparlanmaya çalışılması bu modernleştirme programının 
			resmi karakterini yeterince somutlaştırır (Işın, 1987: 333-340). 
			
			  
			
			Modernleşmenin vitrinini Osmanlı 
			aydınları kadar Cumhuriyet dönemi aydınları için de sokaktaki 
			gündelik yaşam oluşturmuştur. Yine de sokak ile gündelik yaşam 
			arasındaki geçişi ve her ikisinin de dönüşümünü sağlamakta 
			Cumhuriyet dönemi daha tutarlı bir siyaset izlemiştir. Modern Türk 
			insanını yaratmak amacıyla öncelikle dış görüntünün Batı standardına 
			göre düzenlemesine girişilmiştir. Sokağa çıkmak, Cumhuriyet insanı 
			için modern görüntüsünü Avrupa dünyasına sergilemek anlamını 
			taşıyordu. Dış görünüş bakımından devlet dairelerini dolduran 
			yönetici insan kalabalığı, sakalını kesmiş, [9] çarşaf ve fesini 
			çıkarmış, takım elbiseli, kravatlı modern bir topluluğa dönüşmüştü 
			(Işın, 1987). Osmanlıdaki kozmopolitliğin yerini 1930larda daha 
			bir örnek (dolayısıyla daha renksiz) bir giyim ve davranış biçimi 
			alır. Resmî popülizm, bürokrat ile sokaktaki vatandaş arasındaki 
			kıyafet farkını ortadan kaldırmakla toplumun görüntüsünü 1930lu 
			yılların Avrupa standardına uyarlamaya çalışmıştır (Işın, 1987). 
			
			  
			
			Şapka giyilmesi hakkındaki kanunun 
			gerekçesinde, Adliye encümeni mazbatasında bu durum kesin olarak 
			belirtilmiştir. Türklerle Batı milletleri arasında bir alameti 
			farika olan mevcut serpuşun değiştirilerek yerine medeni ve modern 
			toplumların müşterek serpuşu olan şapkanın giyilmesi gerekir 
			(Tunaya, 1960: 129). 
			
			  
			
			Atatürk Nutukta der 
			ki: 
			
			  
			
			Fesin kaldırılması zorunluydu. 
			Çünkü fes kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, 
			uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir 
			simgesi gibi oturuyordu (Kaplan, 1974). 
			
			  
			
			Almanyanın Ankara Büyükelçisi Rudolf 
			Nadolny (1987: 198-199), şapka inkılabını şu sözlerle rapor 
			etmektedir: 
			
			  
			
			Türk devrim hareketi, bilindiği 
			gibi diğer hedeflerinin yanısıra, eski ve tamamiyle İslâm dinine 
			dayalı Türk kültür ve devlet anlayışını yıkmayı da kendisine görev 
			edinmiştir. Devrim hareketi, bunu, göze batan İslâm-Doğu adetlerini 
			ortadan kaldırmak suretiyle görünüşte de vurgulamak ve Türkiyenin 
			bu açıdan da Avrupalı olduğunu anlatmak çabasındadır. 
			
			  
			
			Osmanlı İmparatorluğunda tebanın 
			giymesine izin verilen elbiselerden, hatta bunların renklerinden 
			rütbe, köken, etnik ve dinî kimlik açıkça anlaşılabilirken, 
			Cumhuriyet reformlarıyla gelen şapka ve kravat, moda unsuru olmanın 
			ötesinde, dinsel, etnik ve toplumsal (kentli-köylü) farklılıkları 
			eritip ortadan kaldıran bir nitelik kazanmış ve devlete sadakati 
			gösteren bir laiklik üniforması haline gelmiştir. Devlete boyun 
			eğmemekse, aykırı bıyık ve sakal ya da uygun olmayan başlıkla ifade 
			bulmuştur. Giyim/kuşamın Cumhuriyet reformlarının ve dolayısıyla 
			Cumhuriyet ideolojisinin bir parçası olmasıyla, kültürel olanla 
			siyasal olanın içiçe geçmişliği belirgin hale gelmiştir. Batılılığın 
			şapkayla temsil edildiği bir toplumda, dindarlık da turbanla ya da 
			belli sakal biçimiyle temsil edilegelmiştir. 
			
			  
			
			Dış görünüş kadar iç dünyanın da laik 
			bir zemin üzerinde tavır, hareket ve jestlerde kendini göstermesi 
			gereği, modern adab-ı muaşeret, üstünde çok tartışılan bir konu 
			haline gelmişti. Bir çok görgü kuralı zaten 19. yüzyılda değişikliğe 
			uğramıştı. Fakat değişikliklerin büyük kısmı ikinci bir değişikliğe 
			uğramış, alaturkalaştırılmıştı. Örneğin Abdullah Cevdet sofra 
			peçetesini tanıtırken, kuşkusuz bu nesne uzun zamandan beri Türk 
			toplumunda kullanılmaktaydı; fakat kullanım biçiminin alaturkalaşmış 
			olması, nesne hakkında doğru bilginin adab-ı muaşeret gereği 
			verilmesini zorunlu kılıyordu. Peçeteyi önlük gibi kullanarak 
			bununla el ve yüz silmek bir Osmanlı geleneğiydi. (Işın, 1987). 
			Kendinden emin bir insanın hareket rahatlığı ya da esnek jest 
			kabiliyeti de henüz tam anlamıyla yerleşmemişti. İnsanlar nerede 
			nasıl davranacaklarını bilmiyorlar, dilin saygı sözcüklerini 
			rastgele kullanıyorlar, Cumhuriyet balolarında vals ve tangodan 
			sonra zeybek oynuyorlardı (Işın, 1987). Fes giyme adabını en ince 
			ayrıntısına kadar bilen Osmanlı efendisi, aynı beceriyi şapka 
			konusunda gösteremeyecek, bu nedenle şapka bir süre fes gibi alnın 
			gerisine itilerek (Işın, 1987) giyilecektir. Dolayısıyla en son 
			Avrupa modasına göre bile olsa kıyafetler alaturkalaşmıştır. Bu 
			dönüşüm özellikle Demokrat Parti döneminde resmiyetin giderek 
			sivilleşmesine, taşralılaşmasına ve alaturkalaşmasına dönüşmüştür. 
			Kadın giyiminde ise çarşafın kaldırılması, kadının iffeti ile ilgili 
			kaygıların ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. 
			  
			
			Türkiyenin modernleşme projesinin 
			önemli hedeflerinden biri kadının toplumdaki konumudur. Kadın 
			hakları, din hegemonyasını kırmakta ve Osmanlı toplum yapısından 
			sıyrılmakta önemli bir araç olarak görülmüştür. Çünkü din 
			otoritesinin en belirgin görüntüsü kadında odaklaşmaktaydı (Işın, 
			1987). Kadının toplumsal konumu Batılılaşmanın mihenk taşı olarak 
			görülebilir (Göle, 1999: 35). Bu anlamda temel ölçüt ise kadının 
			görünürlüğüdür [visibility] (Göle, 1999: 35). Görünürlük, mahremin 
			değişikliğe uğraması, mahrem/namahrem sınırının yeniden 
			düzenlenmesiyle açıklanabilir. 
			
			  
			
			Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni 
			devletin modernliğini, rejimin ikonografisinde kilit önem taşıyan 
			kadın imgeleri (geçit törenlerinde bayrak taşıyan şortlu, okul 
			önlüklü ya da asker üniformalı genç kızlar ya da balo salonunda dans 
			eden tuvaletli kadınlar) simgeledi. Kadın bir pilot, Batılı 
			giysiler içinde bisiklet süren kadın, liberal, demokratik ve laik 
			bir toplum yaratmayı hedefleyen yüzü Batıya dönük Türk modernleşme 
			projesini anlattı. Kemalist dönemde kadın meselesine yaklaşımın 
			önceki dönemlerdeki yaklaşımlardan farkı, ilk kez açıkça kadının 
			(kamusal) toplumsal görevleri ev içi geleneksel rollerinden daha 
			üstün olarak değerlendiril[mesi] ve meslek sahibi, eğitimli 
			kadın[ın], geleneksel ev kadınına göre üstün, saygın bir statüyle 
			ödüllendiril[mesidir] (Durakbaşı, 1988: 167-171). 
			
			  
			
			1926da Şeriat'ın yerine Medeni 
			Kanunun kabul edilmesi ve 1934de birçok Batılı devletten önce 
			kadınlara oy hakkı tanınması kadın-erkek eşitliğinin 
			kurumsallaştırılması konusundaki kararlılığın bir göstergesidir. 
			Modernleşmenin, kadınların yalnız kamu alanında değil, geleneksel 
			alanda da, ama Batılı bir anlayışla, rol oynamasını gerektirdiği 
			düşünülmüştür. 1928de kurulan Kız Enstitüleri ve daha sonra 
			oluşturulan Akşam Kız Sanat Okulları, ev kadınlığının bile Batılı 
			bir form kazanmasını arzulayan bir zihniyetin ürünleridir. 
			
			  
			
			Kadının giyim/kuşamından eğitimine, 
			aile içindeki görevlerinden Medeni Kanunla kazandığı yeni yasal 
			haklara kadar bir çok alandaki değişim, toplumun ahlakını ve ailenin 
			istikrarını tehdit ettiği gerekçesiyle, İslâmcı ve muhafazakar 
			çevreler tarafından Batılılaşmanın en tehlikeli sonuçlarından biri 
			olarak görülmüştür. Ali Fuat Başgil, 1951de, Medeni Kanuna ilişkin 
			olarak şunları söylemektedir:  
			
			  
			
			Bu kanunun evlenme ve miras 
			sistemlerinin aile ocağını bombaladığı bir hakikattir. Millet 
			varlığımızın temeli olan bu ocak, gözlerimizin önünde her gün biraz 
			daha çökmektedir. Komünizmin aile düşmanlığından bahsolunuyor. Fakat 
			Türk ailesi için bu düşmanlığı evvelemirde Medeni Kanunda aramak 
			lazımdır. Bu kanunu memleketin tarihi realitelerine, içtimai 
			mütalalarına, ruhi ve örfi temayüllerine intibak ettirmek üzere 
			yeniden gözden geçirmek, kanaatimce acil bir zarurettir. Fakat 
			sorarım bunu görüp söylemek irtica mıdır? (aktaran Tunaya, 1960: 
			141). 
			
			  
			
			Cumhuriyet döneminde çağdaş kadın 
			kimliğinin kuruluşunda Batılı devletlerdeki kadın örnek alınıyordu. 
			II. Dünya Savaşı sonrasında Batı toplumlarında (özellikle Amerika 
			Birleşik Devletlerinde) gelişen muhafazakarlığa paralel olarak 
			kadınlar eve ve geleneksel rollerine itilmeye başlamışlardı. Aynı 
			dönemde Türkiye de ABD ile yakınlaşmak istemekteydi ve ABDnin 
			Tükiyedeki kültürel etkisi de giderek artmaktaydı. Böylece, 1945 
			sonrasında Soğuk Savaş dönemine girilirken, yeni çağdaş Türk 
			kadınının esin kaynağı da muhafazakar Amerikan toplumu oluyordu. 
			Türkiyede de ailenin yüceltilmesi, toplumsal istikrarı sağlayan en 
			önemli etken olarak görülmeye başlanmasıyla birlikte çağdaş kadın 
			kimliği aile ile tanımlanmaya, kadının temel görevinin aileyi 
			kurmak, kollamak ve annelik olduğu vurgulanmaya başlanmıştı (Konyar, 
			1993). 
			
			  
			
			Cumhuriyet insanlarının fiziksel 
			çevreleri kadar düşünce dünyalarını da etkileyen en büyük değişiklik 
			alfabe ve dil reformudur. Arapça ve Farsça öğelerle süslü şehirli ve 
			aydın dilinin karşısında sade halk Türkçe'si, bir dönem için 
			alafranga-alaturka karşıtlığının bir parçası olmuştur. Fakat 
			ilerlemeci Türk aydınının pozitivist bir konumu benimsemesiyle 
			milletleşme süreci Batılılaşmanın bir parçası sayılacak; bu 
			çerçevede de dilde özleşme hem ümmetten millete geçişin ayrılmaz bir 
			parçası hem de okur-yazarlığı yaygınlaştırmanın ve dolayısıyla 
			demokratikleşmenin bir aracı olarak görülecektir. 
			
			  
			
			En önemli adım, elbette ki alfabenin 
			değiştirilmesi ve ardından başlatılan eğitim seferberliğidir. [10] 
			Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun, 3 Kasım 1928 günü 
			yayınlanmıştır. Kanuna göre 1 Ocak 1929 tarihinden itibaren 
			Türkiyede Arap harfleriyle hiç bir şeyin basılamayacağı yasaya 
			bağlanır (Özerdim, 1958: 17). Buna göre, yeni harflere geçişin 
			hazırlıkları 1928 yılında başlatılır. 1928 Ağustosundan itibaren 
			İstanbul ve Ankarada devlet dairelerinde kurslar açılır. Devlet 
			Basımevi gerekli harfleri döktürmeye başlar. Aynı zamanda Devlet 
			Denizyolları vapurların adlarını ve vapur tarifelerini yeni 
			harflerle yazdırmaya, Telgraf Umum Müdürlüğü yeni harflere göre 
			sistemini değiştirmeye başlamıştır. Değiştirilmesi gereken bir çok 
			şey arasında otomobil plakaları, sokak levhaları, dükkan tabelaları 
			gibi toplumsal yaşamın fiziksel ortamının görünümünü de radikal 
			biçimde etkileyen değişiklikler yapılması gerekmiştir. 
			Üniversitelerde yeni dönemde derslerin yeni harflerle verileceği 
			duyurulmuş, yeni diplomaların yeni harflerle düzenlenmesine karar 
			verilmiştir. 11 Eylül günü Cumhuriyet gazetesi ortaya bir soru 
			atıyor, Türkiyede çıkan Rumca, Ermenice gibi gazetelerin de yazı 
			bakımından birleşmesi gerektiğini ileri sürüyordu (Özerdim, 1958: 
			23). 1928 yılının Eylül ve Ekim aylarında öğretmenlerin kurstan 
			geçirildikten sonra üçer kişilik komisyonlar önünde sınava 
			çekilecekleri, başarıya erişenlere belge verileceği, başarı 
			gösteremeyenlerin onbeş gün sonra yeniden sınava alınacağı, o zaman 
			da başarı gösteremezlerse öğretmenlikten çıkarılacakları 
			bildirilmişti. Muhtar ve ihtiyar heyetleri üyeleri de yeni harfleri 
			öğrenemedikleri takdirde işlerinden çıkarılacaklardı. 10 Kasım 
			1928de okullardan Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması için 
			Meclise önerge verildi. İçişleri Bakanı, valilere gönderdiği bir 
			genelgede, bütün memurların kursa devamlarının sağlanmasını 
			istiyordu. Bu genelgeden anlaşıldığına göre bir takım memurlar 
			yeniden alfabe öğrenmeyi onurlarına yediremiyorlar, kursa devama 
			yanaşmıyorlardı (Özerdim, 1958: 31). Aralık ayının üçüncü haftasında 
			Millet Mekteplerine gidecek 16-45 yaş arası tüm yurttaşların 
			çizelgesi polisten istenmişti. Okullarda erkeklere haftada dört, 
			kadınlara iki gece ders verilecekti. Ocak 1929da açılan Millet 
			Mektepleri, 1950 yılına kadar faaliyet göstermiş ve bu dönemde 
			1.527.184 öğrenci bu okullardan sertifika almıştır (Oğuzkan, 1955: 
			53). 
			
			  
			
			Yeni geliştirilen dil, Öztürkçe, 
			günümüzde Osmanlıca kadar anlaşılmazdır. [11] Dilde değişim öylesine 
			hızlı ve değişkendi ki işin başındakiler dahi bir tutarlılık 
			sağlayamamışlardı. CHP Kongresinin 1934teki tutanakları Tutulga 
			olarak, 1938de Zabıt olarak, 1948de Tutanak olarak 
			adlandırılmıştır (Lewis, 1984: 209). 
			
			  
			
			Dilin Türkçeleştirilmesi hareketine 
			karşı olanlara göre, sözcükler bir his ile birlikte anlam 
			kazanıyorlardı, adı özgürlük olunca hürriyet nasıl başıbozukluk 
			halini aldıysa, kişilik kılığına girince şahsiyet de yok oldu 
			deniyordu (Yücel, 1982: 53). Sözcüklerin yenilenmesi, Türk 
			milletinin tarihini Cumhuriyetten sonra başlatmak isteyen, millî 
			kültürü kökünden yıkıcı, hiç bir medeni ülkede görülmeyen sakat ve 
			zararlı bir eylem olarak görülmektedir. Sözcük dağarcığının bu 
			şekilde değiştirilmesi ve yeni tarih anlayışı ile milletin bütün 
			mazisi, bütün hatıraları, bütün felsefe ve edebiyatıyla arası 
			açılmaktadır. Genç kuşaklar yazı devriminden önce basılmış bir 
			kitabı okuyamayacak, kütüphanelerdeki 100 binden fazla cilt kitabı 
			anlamayacaklar denmektedir. Bir başka eleştiriyse, eski sözcüklerin 
			yerine önerilen yeni karşılıklara yöneliktir. Mesela istihbarat 
			gidiyor, enformasyon geliyor; şekil gidiyor, form geliyor; devre 
			gidiyor, etap geliyor. [
] Batı'dan gelenlere vize verecekler, 
			Doğudan gelip de yüzyıllardır Türkçeleşmiş olanlara pasaport 
			verecekler (Yücel, 1982: 63). 
			
			  
			
			Tahsin Yücel Osmanlıcanın Türkçe'nin 
			değişik bir biçimi değil, Türkçe'den ayrı bir dil olduğunu belirtir 
			(Yücel, 1982: 20). Fakat örneğin Fransızca sözcüklerin bir çoğu 
			Latince kökenlidir. Ama, Yücele göre, bu Latince kökenli sözcükler 
			Fransızca için yabancı sayılmazlar, çünkü Fransızca zaten 
			Latince'den doğmuştur (Yücel, 1982: 83). O zaman şu soru aklımıza 
			takılmaz mı: Türkçe Osmanlıcanın devamı değil midir? Fakat Yücele 
			göre Osmanlıca bir yabancı dildir. Dilde Türkçeleşmenin tek amacı 
			aydın-halk uçurumunu ortadan kaldırmak değildir. Herkes Osmanlıca'yı 
			bilip kullansaydı Osmanlıca'ya itiraz kalmayacaktı diyenlere, herkes 
			İngilizce konuşsaydı resmî dilimiz İngilizce mi olacaktı sorusunu 
			yöneltir (Yücel, 1982: 122). Oysa, 90li yıllara gelindiğinde artık 
			İngilizce eğitim yapan orta ve yüksek eğitim kurumları, Türkçe 
			eğitim yapan kurumlara tercih edilmektedir. 
			
			  
			
			Cumhuriyet döneminin en keskin 
			işleyen kültür politikalarından biri de müzik üstünde 
			yoğunlaşmıştır. Ziya Gökalpin Türkçülüğün Esasları kitabına 
			dayandırılan görüş, alaturkanın Türklerin değil, Bizanslıların, 
			İranlıların ve Arapların müziğinin bir karışımı olduğu, dolayısıyla 
			ulusal nitelik taşımadığı iddiasındadır (Aksoy, 1987: 105). Aslının 
			Bizans müziği olduğunun yanı sıra (klasik) Türk (sanat) müziğinin 
			armonisiz, sadece kederi işleyen, ruhları atıl bırakan, 
			miskinleştiren bir müzik olduğundan yola çıkılarak Batı müziği 
			yüceltilmiştir. Alaturka, insan hayatına hesapsız hüzünler çökerten, 
			aynı zamanda çok seslilikten yoksun bir sazlar safsatası olarak 
			görülmeye başlanmıştır (Kanberoğlu, 1951). 
			
			  
			
			Falih Rıfkı Atay, müzik reformu 
			tartışmalarının gündemde olduğu dönemde yazdığı bir makalesinde 
			(Atay, 1946) Bir garpçı ve Türkçü için müzik meselesinin 
			halledilmemiş olamayacağını, müzikte yönün şark milletlerarasından 
			garp milletlerarasına doğru olduğunu, bu yönelişte Osmanlı'nın 
			ikiz medeniyetçiliğine yer olmadığını ve fasıl ile operanın 
			birlikte yaşayamayacağını belirtir.  
			
			  
			
			II. Meşrutiyet döneminde açılmış olan 
			ilk Türk müziği okulu olan Dar-ül-elhan, I. Dünya Savaşı döneminde 
			kapanmış, Eylül 1923te yeniden açılmıştır. Dar-ül-elhanın Avrupa 
			konservatuarları gibi çağdaş bir kurum olması arzu edilmekteydi ve 
			bu nedenle iki şubeden oluşmasına karar verildi. Bunlar alafranga ve 
			Şark musikisi şubeleridir. Her onbeş günde bir Şark ve Garp 
			musikilerine ait konserler verilmekte, bu konserlere memleketin 
			aydınları, bilim adamları, üniversite öğrencileri ve yeni yetişen 
			gençlik davet edilmektedir (Paçacı, 1994: 52). Yine aynı dönemde 
			okul Türk sanat müziği eserlerini derleme ve notaya geçirme 
			çalışmaları yapmış, bunların büyük bir kısmı yayınlanmış ve 
			arşivlenmiştir. Ne var ki, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Güzel 
			Sanatlar Kurulu, Ocak 1927de Konservatuarda Türk müziğinin 
			eğitimine son vererek yalnızca notalarının tespiti ile sınırlandırma 
			kararı almıştır (Paçacı, 1994: 81). Kurul üyelerinden İsmail Hakkı 
			Baltacıoğlu 1934te yayımlanan bir makalesinde Alaturka musiki 
			irtica musikisidir, ona müdahale etmek lazımdı (aktaran Üstel, 
			1993: 295) demektedir. 
			  
			
			Aslında bu değişim, ülkede egemen 
			olan genel siyasal yönelimin sanatsal yaklaşımı da belirlemesi 
			şeklindeki acele, toplumdan kopuk bir yorum ve yanılgının tipik bir 
			uygulamasıdır (Paçacı, 1994: 54). Kurumdan Türk müziği eğitiminin 
			kaldırılması belli bir müzik politikasının ve müzikte kamplaşmaların 
			ilk işareti olarak kabul edilebilir. 1930lu yıllarda Kemalist 
			kadroların kültür siyasetindeki yönlendirici tutumu en üst 
			düzeydedir. 1932de Halkevlerinin ve Türk Dili Tetkik Cemiyetinin 
			kuruluşu ve 1933te Darülfünün Reformu ile pekişen bu siyaset CHP 
			hükümetinin hars-kültür oluşturma çabalarının yansımasıdır. 
			
			  
			
			Gökalp Türkçülüğün Esasları'nda Doğu 
			musikisinin hem hasta, hem de gayrimillî olduğunu gördük. Halk 
			musikisi millî kültürümüzün, Batı musikisi de yeni medeniyetimizin 
			musikileri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde, 
			millî musikimiz, memleketimizdeki Halk musikisiyle Batı musikisinin 
			kaynaşmasından doğacaktır. Halk musikimiz, bize bir çok melodiler 
			vermiştir. Bunları toplar ve Batı musikisi usulüne göre armonize 
			edersek, hem millî hem de Avrupalı bir musikiye malik oluruz 
			demektedir. Müzik meselesi bir kimlik meselesi olarak 
			anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım dolayısıyla Türk müziğinin kökeni tarih 
			ve müzik çerçevesinde değil siyaset ve ideoloji çerçevesinde 
			tartışılmıştır (Aksoy, 1987: 105-111). Böylece, Millî Musiki 
			oluşturma süreci başlamış, hem Gökalpin kuramından, hem onun 
			uygulamadaki örneği olan Rus ve Macar Beşlerinden esinlenerek Türk 
			Beşleri ortaya çıkmıştır. Millî Musikinin resmî politika ve 
			basında itibarlı yerini almasıyla hemen eş zamanlı bir biçimde, 
			geleneksel Türk müziğinin Bizans aksiyonu, Alaturka, Meyhane 
			musikisi, Enderun musikisi, Divan musikisi tanımlamaları 
			altında Kemalist 'intellegentsia'nın sert eleştirilerine hedef 
			olmasıdır (Üstel, 1993: 295-96) Fakat halk türkülerinin Batı 
			tekniğiyle işlenmiş biçimi olan Millî Musiki, halk tarafından 
			benimsenmemiştir. Millî Musiki lehine Şark musikisi 
			karşısındaki resmî tutumun bir başka sonucu da kitle eğitimi 
			bağlamında bir fikri kalkınma ve aynı zamanda da bir propaganda 
			aracı olarak ele alınan radyodan yapılan müzik yayınlarının 
			özellikle 1934-35ten başlayarak eleştirilere neden olmasıdır. 
			Radyo, yayımladığı müzik programları nedeniyle hars ve müzik 
			terbiyesini yozlaştırmakla, radyo yöneticileri ise, gayrimesul 
			kuvvet vaziyetinde halkın kafasında hükümran olmak istemekle 
			(Üstel, 1993: 296) suçlanacaklardır. Bu tartışmalı ortamda İçişleri 
			Bakanlığının verdiği bir karar sonucunda 2 Kasım 1934ten 
			başlayarak 6 Eylül 1936ya dek Şark musikisi radyodan 
			kaldırılacaktır. 26 Kasım 1934te toplanan Musiki Komisyonu [12] 
			izlenecek müzik politikaları bakımından radyodan sonra, plak 
			vasıtasıyla yahut umumi mahallelerde çalınan alaturka musikinin 
			meni çareleri arayacaktır (Üstel, 1993: 296). Radyodan Türk sanat 
			müziği ve geleneksel biçimiyle Türk halk müziği yayınının kesilmesi 
			insanların radyolarının kanalını Mısır radyosuna ayarlamalarına 
			neden olmuştur. Stokes, 1960larin ikinci yarısında arabesk müziğin 
			doğusunda Mısır müziğinin önemli bir etkisi olduğunu iddia ediyor 
			(Stokes, 1992: 42). 
			
			  
			
			Gerçi radyonun halkın zevkini 
			etkileyecek yaygınlıkta olduğu tartışmalıdır. Köylere radyo 
			ulaştırılmasında ciddi güçlükler vardır. Her şeyden önce Türkiyede 
			radyo üretilmemektedir, ithal edilen radyolar da talebi zaten 
			karşılamamaktadır. Ayrıca köylerin büyük kısmında elektrik yoktur, 
			köy radyolarının bataryalarını şarj etmek bile başlıbaşına bir 
			sorundur. Köylerde radyonun yaygınlaşması istenmektedir, çünkü 
			böylece başta tarım olmak üzere bir çok konuda köylünün 
			bilgilendirilebileceği düşünülmektedir, fakat 1946da Ankara ve 
			İstanbuldan yapılan yayınları köyde anlayanların yüzde onu 
			geçmediğinden, aydınların konuşup yazdıkları dille koy halkının 
			anlaşma vasıtası olarak kullandığı dil arasında hala uçurum var 
			olduğundan söz edilmektedir (Tuğrul, 1946).  
			
			  
			
			Yukarıdan belirlenen politikalarla 
			halk müziğine biçim verme çabaları çeşitli rahatsızlıklara neden 
			olmaktadır. Bu rahatsızlıklara ilişkin Ülkü dergisinde 1947de 
			yayınlanmış bir makalede şöyle denmektedir: 
			
			  
			
			Memleket türkülerinin toplanmasını on 
			yıldır üzerine alan Ankara Devlet Konservatuarı, araştırma ve 
			derlemelerini son derece resmî bir hüviyetle ve halk psikolojisine 
			aykırı gelen bir sistemle yaptığı için, verimli olabileceğine 
			şüphemiz vardır. [
] Köylülerin resmî temaslardan ne kadar 
			sıkıldıklarını hep biliriz. Köylü musikicilerin gözlerini yıldıran 
			bu heyetli ve heybetli araştırmaların akislerini gezdiğimiz 
			yerlerden aldığımız intibalarla da yakından biliyoruz (Ataman, 1947: 
			11-12).  
			
			  
			
			Halkın zevki zorla Batı'ya 
			yönlendirilmeye ve resmî müzik politikasına göre biçimlendirilmeye 
			çalışılırken, en istenmeyen şey olmuş, Mısır radyosuyla Doğu etkisi 
			Türk müzik zevkine işlemiştir. Bu etki, 60lı yıllarda arabesk müzik 
			olarak popülerleşse de 90lı yıllara dek TRT kanallarında 
			yayınlanmayacaktır. 1980de TRT yılbaşı programında Orhan 
			Gencebayın Yarabbim adlı şarkısının yer alması büyük bir olaydır. 
			Fakat 1988de dönemin başbakanı Turgut Özalın bir nişan töreninde 
			Orhan Gencebayla yakın ve dostça sohbet etmesi büyük bir skandal 
			olarak ertesi günkü gazetelere manşet olmuştur. Özal ve ailesi 
			arabesk müzik konserlerinde bulunmuşlar, ANAP arabesk müzik 
			parçalarını seçim kampanyalarında kullanmış, resmî davetlere 
			arabeskçiler davet edilir olmuş, ve TRT hiç alışık olmadığı güç 
			durumlarla düşmüştür. 
			
			  
			
			Arabesk müzik de alaturka gibi farklı 
			tüketim alışkanlıkları ve farklı gelir grubuyla, alt sınıflarla, 
			köyden kente göçenlerle özdeşleştirilmiş, elitist çevrelerce bir alt 
			sınıf kültürsüzlüğü olarak görülmüştür. Bu yaklaşımla gecekondu 
			müziği/dolmuş müziği olarak adlandırılmıştır. Oysa bu tarz müziğin 
			yalnızca yukarıda anılan toplumsal gruplar arasında popüler olduğu 
			son derece tartışmalıdır. 
			
			  
			
			Demokrat Partinin iktidara 
			gelmesiyle, fazla tutarlı bir biçim arz etmemekle birlikte, kültür 
			politikalarında önemli değişiklikler olacaktır. Bu değişikliklerden 
			biri ezanın Arapça okunmasının serbest bırakılmasıdır. 18 Temmuz 
			1932den başlayarak bütün Türkiyede ezanın Türkçe okunması kararı 
			alınmış, bu uygulamaya karşı Arapça ezanın devamını isteyenler 
			İstanbulda 1 Şubat 1933te bir protesto yürüyüşü yapmışlardır 
			(Dönmez, 1998: 177). Adnan Menderes, Atatürkün dayattığı Türkçe 
			ezan uygulamasına devam edilmesinin vicdan özgürlüğüne aykırı 
			olacağını açıkladığı mülakatta, Kemalist kültür siyasetine ilişkin 
			olarak izleyeceği tutumun millete malolmuş inkılapları savunmak 
			olacağını bildirirken, genel kabul görmeyenlerin gözden 
			geçirilebileceğini ima etmiştir (Heyd, 1968: 13). 1945te 
			Türkçeleştirilmiş olan anayasa dili, 1952 yılında Menderes 
			hükümetince eski biçimine döndürülmüş, adı da Teşkilat-ı Esasiye 
			Kanununa dönüştürülmüştür (Yücel, 1982: 39). Halkevlerinin, 
			Cumhuriyet Halk Partisi tarafından Batıcı görüşün yaygınlaştırılması 
			için kuruldukları ve Marksist düşünceyi yaydıkları iddia edilmiş, ve 
			Halkevleri kaldırılmıştır (Copeaux, 1998: 57). 
			
			  
			
			Türkiyenin NATO üyeliğine kabulüyle, 
			Batılılaşıldığına ve bunu Batılı devletlerce de kabul edildiğine 
			olan inanç, 50li yılların genel havasını belirler. Amerikan 
			yardımının ve soğuk savaş döneminin başlamasıyla, Menderes döneminde 
			Batı, artık Avrupa değil, Amerikadır.  
			  
			
			1960 askeri müdahalesi, her şeyden 
			önce Atatürk devrimlerini korumayı hedeflendiği iddiasından yola 
			çıkılarak gerçekleştirilmiştir. Millî Birlik Komitesi üyelerinin 
			birer birer açıkladıkları fikirlere ve Millî Birlik Komitesi'nin 
			amaçlarını bütün halinde açıklayan programına göre Türk devrimleri 
			bir bütün sayılmakta, onları geliştirmek millî bir vazife 
			olmaktadır. [
] Millî Birlik Komitesi'nin yeni bir iktidar olarak 
			Batılılaşma problemine verdiği anlam bu suretle belirmektedir 
			(Tunaya, 1960: 126). 
			
			  
			
			1960lı yıllarda, Kıbrıs sorununun da 
			etkisiyle, Türkiye uluslararası ilişkilerdeki siyasetini yeniden 
			gözden geçirme gereksinimi duymaktadır. Hem sağda hem de solda güçlü 
			bir Batı karşıtlığı, özellikle Amerikan karşıtlığı olarak sesini 
			yükseltmeye başlar. Ecevit hükümetinin Dışişleri Bakanı Gündüz 
			Ökçün, 1978de, Batı dünyasını, Türkiyeyi Doğu sınırlarının bekçisi 
			olarak görmekten vazgeçip belirli bir ekonomik ve toplumsal sistemin 
			taşıyıcısı olarak görmesi gerektiği konusunda uyarmıştır (Kushner, 
			1984: 235). 70li yılların sonunda Türkiye, Batının kendisiyle 
			sadece savunma çıkarları çerçevesinde ilgilenmesinden, dış ticarette 
			kotaların kalkmamasından yakınmakta ve kendisini Yunanistanla 
			karşılaştırmaktadır. 
			
			  
			
			Batı'yla ilişkilerin gözden 
			geçirildiği bu dönemde, Türk-İslam sentezi yaklaşımı giderek önem 
			kazanmaya başlamıştır. 1961de kurulan Türk Kültürünü Araştırma 
			Enstitüsü, 1970ten sonra, Batı karşıtı bir tepki olan Türk-İslam 
			sentezi yaklaşımının yayılmasında etkili olacaktır (Copeaux, 1998: 
			55-56). Aynı düşünce çizgisinde, ama daha fazla milliyetçi vurguyla 
			1970te kurulan Aydınlar Ocağı çevresine göre, Türk kültürü millî 
			eğitim, radyo-televizyon ve Türk Dil Kurumu gibi bazı büyük kültür 
			kurumları aracılığı ile Batı'nın etkisine fazla maruz kalmıştır. 
			Aydınlar Ocağı, Eylül 1980deki askeri darbeden etkilenmemiş, aksine 
			bir yandan Kemalist tapıncı (Copeaux, 1998: 59) güçlendirirken, 
			bir yandan her düzey okulda din eğitiminin zorunlu tutulmasını ve 
			İmam Hatip okullarının yayılmasını desteklemişlerdir. 1980lerde, 
			Aydınlar Ocağı ideolojisi Devlet Planlama Teşkilatının 1983teki 
			millî kültür raporu ile resmîleştirilmiştir. Bu rapora göre 
			devletin kültür politikası temellerini gerçek Orta Asya değerleri ve 
			Îslamiyet'in oluşturduğu millî kültüre yerini yeniden vermeli ve 
			korumalı ve Batı ile ilişkiler Türk ekonomisine yararlı tekniğin 
			getirilmesiyle sınırlanmalıdır (Copeaux, 1998: 59). 
			 
			
			  
			
			Bu yaklaşım Turgut Özalın 
			başbakanlığı döneminde en açık ifadesini bulmuştur. Bazı yazarların 
			yeni Osmanlıcı olarak adlandırdıkları bu dönemde, alaturka-İslâmî 
			yaşam tarzına teknoloji eklemlenmeye çalışılmış, Batı uygarlığı 
			sadece bilgisayar ve telekomünikasyon teknolojisiyle 
			sınırlandırılmıştır. Böylece, önceden aynı kültürel hedefi ifade 
			eden Batılılaşma ve çağdaşlaşma birbirinden ayrılır. Turgut Özalın 
			kendi sözleriyle Türkiyede çağ atlanmaktadır. Ekonomide izlenen 
			liberal politikalar, yeni kültürel eğilimle birleşince Kocatepe Cami 
			örneğinde olduğu gibi üstü cami, altı alışveriş merkezi sentezi 
			çıkmıştır. Artık, alaturka olan, yüzyılın başındaki gibi 
			kapitalizmden rahatsızlık duymamakta, tam aksine hızla 
			kapitalistleşmektedir. Atatürkçü kesimler, kültürel hegemonyayı 
			ellerinde tutmak istiyorlarsa sadece turban sorunuyla değil, 
			İslamcı sermaye ile de savaşmak zorunda kalacaklardır. Hızla 
			Amerikanlaşan popüler kültür orta direğin de çöküşüyle toplumsal 
			huzursuzluğun ve kimlik sorununun giderek şiddetlenmesine neden 
			olmuştur. 90ların kültürel ve ekonomik yapısına karşı sol ve 
			İslâmcı muhalefet paralel söylem geliştirmeye başlamıştır. İslamcı 
			bir yazar Kanaatkar Doğulu tüccar yerine atak ve çalak burjuva 
			yetiştirilmeye çalışılmış, sonunda Hiltonlarda oryantallara dolar 
			takan, gelinlere çil çil altın saçan, metreslerini arabalandıran ve 
			evlendiren beli silahlı işadamı yetiştirilmiştir (Duran, 1996: 
			133-34) yorumunu yapmaktadır. 
			
			  
			
			1980deki askeri darbenin ardından 
			Avrupa devletlerine Türkiyenin Batı demokrasisinden ayrılmadığı 
			güvencesi verilmeye çalışılmış, hatta Kenan Evren Türkiyenin 
			demokratik Avrupanın bir parçası olduğunu ve öyle kalmayı 
			amaçladığını ısrarla belirtmiştir. Fakat Türkiyedeki Batılılaşma, 
			1980 sonrasında artık insan hakları ve hukuk devleti çerçevesinde 
			tanımlanmaya başlanmıştır, ve bu açıdan bakıldığında Türkiye Batılı 
			bir devlet izlenimi vermemektedir. Batılı devletler arasına girmenin 
			yeni anlamı, Avrupa Topluluğu üyeliğidir, fakat üyelik için 
			yapılması gereken reformlar gönülsüzce, hatta Orhan Pamukun 
			ifadesiyle Avrupalılar görse ne der? (Pamuk, 1999: 329) ruh 
			haliyle gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 
			
			  
			
			Batılılaşma, Osmanlı 
			İmparatorluğunda ilk ortaya çıkışından bu yana daima siyasal 
			çatışmanın kültürelleştirilmesi ya da kültürel çatışmaya dönüşmesi 
			biçiminde tezahür etmiştir. Fakat, modernleşme projesi her zaman 
			yoluna çıkanları yutmuş ya da özümlemeye direnenleri dışlamış 
			değildir; çoğu kez zengin bir çeşitlilik gösteren yollardan protesto 
			ve direnişe, yeniden düzenlenmeye ve uyarlamaya yol açmıştır. 
			İnsanların direnme ve yeniden düzenleme çabalarının modernleşmenin 
			iktidar araçları üzerindeki beklenmedik etkilerini tespit etmek 
			mümkündür. Yine de, bir Doğu ülkesinde Batılı olduğuna 
			inandırılarak (Pamuk, 1999: 134) yetiştirilen onca nesilden sonra 
			Türkiyede Doğu Doğu mudur? 
			
			  
			
			Notlar 
			
			  
			
			[1] Bu uyarlamalar da Arnold 
			Toynbeeye (1953: 25) göre her zaman çok az ve çok geç 
			gerçekleştirilmiştir. 
			
			[2] Vurgu bana ait. 
			
			[3] Muasır medeniyet seviyesi, 
			çağdaşlığı temsil ettiği düşünülen Batı toplumlarındaki statükonun 
			erişilmesi gereken bir hedef olarak konulması anlayışına 
			dayanmaktadır. Jön Türkler gibi Kemalizmi oluşturan intelligentsia 
			da Batıya bakarken buradaki egemen pozitif söylemi dikkate almış ve 
			ideolojisini buna göre biçimlendirmiştir (Köker, 1990: 113; 
			Hanioğlu, 1997: 133-149). 
			
			[4] Layikliği biz sadece din ve 
			devlet ayrılması olarak kabul edemeyiz. Ona ikinci bir unsur 
			katıyoruz, o da şudur: devletin, dinci çevrelerin devlet işlerine 
			karışmamasını sağlaması ve onu kesin ve güçlü bir şekilde kontrol 
			etmesi (Tunaya, 1970: 34-35). 
			
			[5] Bkz.: Erik-Jan Zürcher, 
			Güneş-Dil Teorisi ve Türk Dil Reformundaki Yeri, Birikim, 2, 
			Haziran 1989. 
			
			[6] Savunmacı modernleşme tanımı 
			Cyril Black tarafindan Türk ve Japon modelleri düşünülerek 
			kullanılmıştır. Buna göre, her iki ülkede de modernleşmeyi başlatan, 
			bu toplumların iç dinamiklerden değil, Barinin siyasal ve ekonomik 
			emperyalizmine karsı güçlü ve istikrarlı bir ulusal birlik 
			oluşturarak korunma gereksinimlerinden kaynaklanmıştır (Ward & 
			Rustow, 1964). 
			
			[7] Batılılaşmanın kısmi olarak 
			gerçekleştirilmesi muhafazakâr kesimlerce savunulagelmiştir. Kısmi 
			modernleşmenin mümkün olabileceğine kanıt olarak da Japon modeli 
			gösterilir. İddiaya göre Japonlar bir Doğu toplumu olarak kendi 
			toplum yapılarında ve geleneklerinde bir kılı bile kıpırdatmadan 
			pekala Avrupa ilmini ve fennini alabilmişlerdir, böylece de 
			geleneksel kurumlarını güçlendirmişlerdir (Berkes, 1965: 77). 
			
			[8] Namık Kemal hem geleneksel 
			değerlerin korunmasından hem de Batı bilim ve teknolojisin 
			benimsenmesinden yanaydı. Fakat İslâm kültürünün bazı öğelerinin 
			maddi gelişmeye engel olduğuna inanıyordu. Bu nedenle İslâma içkin 
			olduğunu düşündüğü kaderciliğin yerini Batı'nın iktisadî 
			gelişmişliğinin temeli olduğuna inandığı ilerleme ve özgürlük 
			değerlerinin alması gerektiğini öne sürüyordu (Trimberger, 1978). 
			
			[9] Ömer Seyfettinin Kesik Bıyık 
			adlı öyküsünden öğrendiğimize göre, memleketimizde bıyık kesme 
			modası da 1911-12 sıralarında, Amerikalılara özenilerek başlamış. 
			Pala bıyıklarını kestiren öykü kişisini babası evden kovar, 
 
			Artık bıyıkların çıksa bile, namusun yerine gelmez! diye bağırır. 
			Saç uzatmak gibi bıyık kesmek de ilk zamanlarda cinsel sapıklık 
			olarak görülmüş, bunlara, sokakları dolduran züppeler diye 
			bakılmıştır (Kudret, 1984). 
			
			[10] 1928de büyük çaplı bir eğitim 
			seferberliği başlatılmıştır. 1927deki nüfus sayımına göre 13 milyon 
			civarındaki nüfusun yüzde dokuzu Arap alfabesi ile okuma yazma 
			biliyordu. Sadece 1928-29 döneminde yirmi binden fazla yeni alfabe 
			ile okuma yazma öğreten Millet Mektepleri acildi. Bu okullara devam 
			ve katılım zorunluydu. Aynı dönem içinde bu okullardan 500 bin kişi 
			sertifika aldı (Oğuzkan, 1955: 18). 
			
			[11] Bir Osmanlıca örnek: Bir 
			müsellesin mesaha-i sathiyesi, kaidesinin irtifaina hasıl-ı zarbının 
			nısfına müsavidir. Bir öz Türkçe örnek: 
			
			Avrupanın iki bitim ucunda yerlerini 
			berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, 
			önürme, uygunluk kıdacılar olmuş bulunuyorlar; önlar bugün, en güzel 
			utkuyu kazanmıya anıklanıyorlar: baysal utkusu. [Atatürkün 
			1934teki bir konuşmasından alınmıştır.] (Lewis, 1984: 205-6). 
			
			[12] Cemal Reşit Rey, Musiki 
			Komisyonuna dair bir anısında şunları anlatıyor: 
 hatırlamadığım 
			birisi, memlekette tek sesli şarkı söylemenin yasak edilmesi 
			gerektiğini teklif etti. Bunun üzerine ben de kalktım ve dedim ki; 
			bir çoban faraza davarlarını otlatırken şarki söylemek ihtiyacını 
			hissederse, ille köye gidip bir ikinci çobanı bulup, gel birader sen 
			de su ikinci sesi uydur da söyle mi desin? (Üstel, 1993: 298). 
			
			  
			
			Seçil Deren, Universiteit Leiden 
			
			  
			
			Kaynakça 
			
			  
			
				- Aksoy, 
				Bülent, Türk Musikisinin Kökeni Sorunu Aşıldı Mı?, Tarih ve 
				Toplum, 8 (1987), s.105-111.
 
				- Arat, 
				Yeşim, Türkiyede Modernleşme Projesi ve Kadınlar, Sibel 
				Bozdoğan ve Reşat Kasaba (der.), Türkiyede Modernleşme ve 
				Ulusal Kimlik içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 
				1998.
 
				- Ataman, 
				Sadi Yaver, Müzik Folkloru Araştırmaları, Ülkü III. 
				Seri, 7 (Temmuz 1947), s. 11-12.
 
				- Atay, F. 
				R., Üç Ülkü, Ülkü III. Seri, 1 Ocak 1946.
 
				- Berkes, 
				Niyazi, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Yön 
				Yayınları, İstanbul, 1965.
 
				- Copeaux, 
				Etienne, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, 
				çeviren Ali Berktay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998.
 
				- Dönmez, 
				Şerafettin, Atatürkün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, 
				Ayışığı Kitapları, İstanbul, 1998.
 
				- Duben, Alan 
				ve Cem Behar, İstanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve 
				Doğurganlık; 1880-1940, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998.
 
				- Durakbaşı, 
				Ayşe, Cumhuriyet Döneminde Kemalist Kadın Kimliğinin Oluşumu,
				Tarih ve Toplum, 9 (1988), s. 167-171.
 
				- Duran, 
				Bünyamin, Sekülerleşme Krizi ve Bir Çıkış Yolu Arayışı, 
				Timaş Yayınları, İstanbul, 1996.
 
				- Göle, 
				Nilüfer, The Forbidden Modern: Civilization and Veiling, 
				University of Michigan Press, Ann Arbor, 1999.
 
				- Hanioğlu, 
				Şükrü, Garbcılar: Their Attitudes Toward Religion and Their 
				Impact on the Official Ideology of the Turkish Republic, 
				Studia Islamica, 86 (1997), s. 133-158.
 
				- Heyd, 
				Uriel, Revival of Islam in Modern Turkey, The Magnos 
				Press, Jerusalem, 1968.
 
				- İleri, 
				Selim, Çağdaşlık Sorunları, Günebakan, İstanbul, 1978.
 
				- Işın, 
				Ekrem, Abdulah Cevdetin Cumhuriyet Adab-ı Muaşereti, Tarih 
				ve Toplum, 8 (1987), s. 333-340.
 
				- Kanberoğlu, 
				N., Türk Musikisi ve Mabadı, Orkun, 28.12.1951.
 
				- Kaplan, 
				Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket Yayınları, İstanbul, 
				1974.
 
				- 
				Kocabaşoğlu, Uygur, Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna, 
				AÜ SBF Yayınları, Ankara, 1980.
 
				- Köker, 
				Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim 
				Yayınları, İstanbul, 1990.
 
				- Konyar, 
				Hürriyet, CHPnin Yeni Çağdaş Türk Kadını, Tarih ve 
				Toplum, 120 (1993).
 
				- Kudret, 
				Cevdet, Alafranga Dedikleri, Tarih ve Toplum, 1 (1984), 
				s. 267-271.
 
				- Kushner, 
				David, Atatürks Legacy: Westernism in Contemporary Turkey, 
				Jacob M. Landau (der.), Atatürk and the Modernization of 
				Turkey içinde, E. J. Brill, Leiden, 1984.
 
				- Lewis, G. 
				L., Atatürks Language Reform as an Aspect of Modernization in 
				the Republic of Turkey, Jacob M. Landau (der.), Atatürk and 
				the Modernization of Turkey içinde, E. J. Brill, Leiden, 
				1984.
 
				- Mardin, 
				Şerif, Super Westernization in Urban Life in the Ottoman Empire 
				in the Last Quarter of the Nineteenth Century, Peter Benedict 
				(der.), Turkey: Geographical and Social Perspectives 
				içinde, E. J. Brill, Leiden, 1974.
 
				- Nadolny, 
				R., Almanyanın Ankara Büyükelçisi Rudolf Nadolnynin Gözü ile 
				Türkiyenin Avrupalılaşması: Şapka İnkılabı, çeviren Gülayşe 
				Koçak, Tarih ve Toplum, 7 (1987), s. 198-199.
 
				- Oğuzkan, 
				Turhan, Adult Education in Turkey, UNESCO, Paris, 1955.
 
				- Özerdim, 
				Sami N., Harf Devriminin Öyküsü, Türk Dil Kurumu 
				Yayınları, Ankara, 1958.
 
				- Paçacı, 
				Gönül, Dar-ül-elhan ve Türk Musikisinin Gelişimi I, Tarih 
				ve Toplum, 121 (1994).
 
				- Pamuk, 
				Orhan, Öteki Renkler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.
 
				- Sarısözen, 
				Mustafa, İki Sesli Halk Müziği, Ülkü III. Seri, 115, 
				Temmuz 1946.
 
				- Stokes, 
				Martin, The Arabesk Debate: Music and Musicians in Modern 
				Turkey, Clarendon Press, Oxford, 1992.
 
				- Toynbee, 
				Arnold, The World and the West, Oxford University Press, 
				London, 1953.
 
				- 
				Trimberger, Ellen Kay, Revolution from Above: Military 
				Bureaucrats and Development in Japan, Turkey, Egypt and Peru, 
				Transaction Books, New Jersey, 1978.
 
				- Tugrul, 
				Mehmet, Köylü ve Radyo, Ülkü III. Seri, Nisan 1946.
 
				- Tunaya, 
				Tarık Zafer, Atatürkçü Layiklik Politikasi, Atatürk 
				Konferansları III içinde, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 
				Ankara, 1970.
 
				- Tunaya, 
				Tarık Zafer, Türkiyenin Siyasi Hayatında Batılılaşma 
				Hareketleri, Yedigün Matbaası, İstanbul, 1960.
 
				- Turhan, 
				Mümtaz, Where are We in Westernization? (Garplılaşmanın 
				Neresindeyiz?), çeviren David Garwood, Türkiye Basımevi, 
				İstanbul, 1959.
 
				- Turhan, 
				Mümtaz, Kültür Değişmeleri: Sosyal Psikoloji Bakımından Bir 
				Tetkik, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 
				1951.
 
				- Üstel, 
				Füsun, Musiki İnkılabı ve Aydınlar, Tarih ve Toplum, 
				113 (1993).
 
				- Ward, R. E. 
				ve D. A. Rustow, Conclusion, Political Modernization in 
				Japan and Turkey içinde, Princeton University Press, 
				Princeton, 1964.
 
				- Yücel, 
				Tahsin, Dil Devrimi ve Sonuçları, Türk Dil Kurumu 
				Yayınları, Ankara, 1982.
 
				- Zürcher, 
				Erik J., Güneş-Dil Teorisi ve Dil Reformundaki Yeri, 
				Birikim, 2 (1989).
 
			 
			
			  
			
			Source 
			
			  
			
				- 
				Turkology Update Leiden Project Working Papers Archive; 
				Department of Turkish Studies, Universiteit Leiden
 
				- 
				Kültürel Batılılaşma, in: Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: 
				Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3 (İstanbul: İletişim Yayınları, 
				2002), pp. 382-427
 
			 
  | 
            
                |