Türkiye AB'ye 
			Teslim Olmayacaktır! 
		
		
		    
			Yıllardır sefalet denizinde kulaç atan Türkiye'nin, fakirlik ve 
			işsiz kalma "özgürlüğünün" getireceği bu ırkçılık soslu "mutluluktan" 
			yararlanmak için AB'ye üye olmasına gerek var mı?  
			 
			 
			"1970'li yılların sonunda Yunanistan tam üyelik için AB'ye 
			başvurduğunda biz de bu fırsatı değerlendirseydik, bugün tam üyelik 
			konusunda başımız bu kadar ağrımazdı. 1981'de Yunanistan AB üyesi 
			olduğunda milli geliri ...bin dolardı. Oysa bugün en azından üç katı… 
			AB'ye giren zenginleşiyor. Oysa biz hala 5000 doları bile bulmayan 
			bir milli gelir seviyesindeyiz. Artık sınırların kalktığı bir 
			dünyada yaşıyoruz. AB geleceğin dünyasıdır. Bulgaristan'dan yola 
			çıkan biri Belçika'ya, Portekiz'e, İngiltere'ye kadar elini kolunu 
			sallayarak gidebilir. Ulus devletin egemenliği sona eriyor artık. 
			Egemenlik paylaşımına hazırlanmalıyız. AB; özgürlük, refah, mutluluk, 
			bolluk, zenginlik demektir. AB sosyal adalettir, piyasanın 
			düzenleyici rolünün nasıl başarılı olduğunun somut kanıtıdır. 
			Kısacası, AB bir uygarlık projesidir. Keşke biz de üye olabilsek…" 
			 
			Türkiye yıllardır bu masalları dinliyor. Daha da dinleyeceğinden 
			başka... Sadece kendi kaderini AB'ninki ile birleştiren sermaye 
			sınıfı ve onun temsilcilerinin ağzından değil, topluma "ulusalcı", "milliyetçi" 
			ve "solcu" olarak sunulan nice "aydın" kişinin ağzından da dinledik 
			bu hoş, ama boş sözleri… Kimi zaman demokrasi ve özgürlük, kimi 
			zaman bolluk ve zenginlik edebiyatı ile pazarlandı AB… Sözde Ermeni 
			Soykırımı, Kıbrıs, azınlıklar sorunu, "imtiyazlı ortaklık" vb. gibi 
			dayatmalar karşısında toplum vicdanı yaralanmışken bile, yine de 
			AB'nin zenginlik, bolluk, özgürlük ve mutluluk getireceği hayalinden 
			vazgeçilmedi, bu yanılsamanın bilinçlere kazınmasından geri 
			kalınmadı. Liberalizmin ekonomik ve siyasal düzeninin kime, nasıl 
			bir "zenginlik" ve "özgürlük" getirdiğinin, dünyanın diğer 
			bölgelerindeki somut örnekleri özenle gözlerden saklandı. Çünkü AB, 
			bir mutluluk ve bolluk adasıydı! 
			 
			Hâlâ bu tatlı masallara inananlar var. Gelecekte de var olmaya devam 
			edecekler kuşkusuz. Üstelik bu grup için, kimi AB vatandaşlarının 
			sefaletinin diz boyu olmasının hiçbir önemi de yok. James Watt, "gerçek 
			botlarını giyene kadar yalan dünyayı dolaşır" demiş, ama AB 
			pazarlamacılarının yalanlarının ortaya çıkması için o kadar uzun bir 
			zaman geçmesine de gerek kalmadı. AB, vatandaşlarının sefaletini 
			bizzat açıkladı (Euro). 
			 
			Avrupa Komisyonu'nun 2004 verilerine dayanarak hazırladığı "Sosyal 
			Koruma Raporu" durumun içler acısı halini ortaya koyuyor. 1 Rapora 
			göre "AB vatandaşlarının yüzde 16'sı fakirlik sınırının altında 
			yaşıyor." Bu oran Litvanya ve Polonya gibi ülkelerde yüzde 21! İşin 
			çarpıcı yanı, çocukların daha büyük bir fakirlik riski ile karşı 
			karşıya olmasıdır. 18 yaş altındaki fakirlik oranı yüzde 18'i 
			buluyor. Diğer bir ifade ile her 5 çocuktan biri fakirliğin 
			pençesinde… 
			 
			Ayrıca AB, işsizliğin kol gezdiği bir "uygarlık adası"… Rapora göre 
			aile fertlerinden hiçbirinin çalışmadığı hane oranı yüzde 10. 
			Çocuklu evlerdeki işsizlik oranı ise Britanya ve Bulgaristan'da 
			yüzde 14. Daha ilginci de şu ki, kimi zaman çalışmak bile yetmiyor. 
			Çünkü iş sahibi olup da fakirlik sınırı altında kalanların oranının 
			yüzde 8 olduğunu bildiriyor, AB Komisyonu raporu… 
			 
			Öte yandan söz konusu olan sadece işsizlik ve yoksulluk değil. 
			Türkiye'de "vatan", "millet", "bağımsızlık", "egemenlik" diyen 
			herkesi ırkçı ilan eden mandacı takımının kulakları çınlasın, Avrupa 
			Birliği'ne üye ülkelerde yapılan bir araştırmanın sonuçları ırkçılık 
			ve yabancı düşmanlığında önemli artışlar olduğunu gösteriyor. AB 
			Haber isimli internet sitesinde 20.2.2007 tarihinde yayınlanan bir 
			habere göre, Avrupa Birliği Komisyonu Başkan Yardımcısı Franco 
			Frattini, araştırmanın sonuçlarının henüz resmen açıklanmadığını, 
			adını söylemek istemediği bir ülkede, yabancı düşmanlığı oranının 
			yüzde 70'e ulaştığını söylüyor. Frattini; İtalya, Fransa, Hollanda 
			ve Belçika'da ise bu oranın yüzde 25 ile yüzde 45 arasında 
			değiştiğini belirtiyor. 
			 
 Peki, AB üyesi ülkelerde 
		yaşayanların bu ve benzer sorunlar karşısındaki tavrı ne yöndedir? AB 
		vatandaşlarının kendi ülkelerindeki yaşam koşullarından ne ölçüde memnun 
		oldukları, temel sorunları, geleceğe dönük beklentileri ve AB'ye bakış 
		açıları gibi konuları değerlendirmek amacıyla her yıl ilkbahar ve 
		sonbaharda olmak üzere iki kez yapılan Eurobarometre'nin standart 
		kamuoyu yoklamaları bu konuda aydınlatıcı veriler sağlıyor. 2007 
		ilkbaharında yapılan ve Temmuz 2007'de ilk sonuçları yayınlanan 
		Eurobarometre araştırmasına göre AB ülkelerinde önümüzdeki 12 aylık 
		dönemde yaşam koşullarının iyileşeceğini düşünenlerin oranı sadece yüzde 
		37… AB üyesi ülkelerde gelecek 12 ay içerisinde istihdamda bir iyileşme 
		olacağını düşünenlerin oranı ise sadece yüzde 31… Araştırmaya göre AB 
		ülkelerinin genelinde en temel iki problemin, "işsizlik ve suç oranı" 
		olarak öne çıktığı görülüyor. Sonuç olarak AB üyesi ülkelerin 
		vatandaşlarının yüzde 43'ü AB'ye güvenmediklerini belirtiyorlar. 
			 
			Kısacası, AB'nin temelini oluşturan liberal ekonomik düzen işte bu 
		tür bir "refah" getiriyor. Yıllardır sefalet denizinde kulaç atan 
		Türkiye'nin, fakirlik ve işsiz kalma "özgürlüğünün" getireceği bu 
		ırkçılık soslu "mutluluktan" yararlanmak için AB'ye üye olmasına gerek 
		var mı? Üstelik Eurobarometre araştırmasının yapıldığı AB üyesi 
		ülkelerin hiçbiri, üyelik sürecinde Türkiye'nin karşılaştığı 
		dayatmalarla ve özel koşullarla da karşılaşmış değiller. Diğer bir 
		ifadeyle, kimi kesimlerin söylemeyi pek sevdiği gibi, bütün bu ülkeler 
		AB'ye "onurlu" bir şekilde üye olmuşlar! 
			 
			Oysa bazı yurtsever aydınlarımız, bir yandan AB'nin emperyalist 
		dayatmalarına karşı çıkarken, diğer yandan uzun vadede AB idealini bir 
		umut olarak canlı tutma gayreti içinde görünüyorlar. AB'nin Türkiye'ye 
		yönelik dayatmalarının ve emperyalist amaçlarının, onun özünün ve var 
		oluşunun bir sonucu olduğunu görmemezlikten gelerek, "onurlu bir üyelik" 
		olabileceği yanılsamasını savunuyor, bunu ima ediyorlar. Örneğin Erol 
		Manisalı şunları söylüyor: 
			 
			"... "Erol Manisalı, AB'ye karşıdır" ifadesi yanlıştır. Ben AB'nin 
		Türkiye üzerindeki sömürgeci politikalarına ve uygulamalarına karşıyım. 
		Sömürgeci olduğu için ona karşıyım. AB sömürgeci olmasa, vahşi 
		kapitalizmi dayatmaya kalkmasa ben neden AB'ye karşı olayım? ...Hep aynı 
		soruyu soruyorlar; AB'ye (Batı'ya); karşı mısın? 
			 
			 
			Ben AB'ye karşı değilim. 
			Ben onun emperyalist politikalarına karşıyım; 
			Beni bölmek istemesine karşıyım; 
			İçimde "işbirlikçiler" üretmesine karşıyım; 
			Onun vahşi kapitalizmine karşıyım; 
			 
			Bunlardan vazgeçtiği zaman karşıtlığım da ortadan kalkar" 
			 
			Üstelik Erol Manisalı, bu yaklaşımını haklı göstermek için şöyle bir 
		gerekçe ileri sürüyor: 
			 
			"AB'ye karşıyım ya da yanındayım dedirtmek isteyenler AB'nin ve 
		ABD'nin sömürgeciliğini unutturmak isteyenlerdir. "Görüyorsunuz bunlar 
		Batı'ya her yanıyla karşı; edebiyatına, sinemasına, resmine, müziğine de 
		karşılar" diyerek meseleyi saptırıyorlar ve esas konuyu unutturuyorlar." 
			 
			AB ile ilişkiler sürecinde yaşanan bunca deneyimden sonra artık 
		hepimiz biliyoruz ki sömürgecilik ve emperyalizm AB'nin olmazsa olmaz 
		özelliğidir. AB, dünya çağındaki emperyalist rekabette ayakta kalabilmek, 
		var olabilmek için kurulmuştur, Batı'nın edebiyatı, sineması, resmi ve 
		müziğini yaymak için değil! Kaldı ki günümüz dünyasında bu ikincilerin, 
		emperyalist amaçlar doğrultusunda nasıl kullanıldığı da ayrı bir 
		gerçektir. Üstelik Manisalı'nın AB'yi değerlendirirken benimsediği 
		mantık da hatalıdır. "AB=Batı (uygarlığı)" değildir. Batı uygarlığı 
		AB'den önce de vardı. Ayrıca her uygarlık gibi iyi ve benimsenecek 
		yönleri de vardır, reddedilecek yönleri de... 
			 
			Bütün bu gerçekleri AB konusunda yetkin çalışmaları olan Erol 
		Manisalı'nın bilmediği düşünülemez. O zaman Erol Manisalı niçin, "AB 
		sömürgeci olmasa, vahşi kapitalizmi dayatmasa ben neden AB'ye karşı 
		olayım?" diyor? 
			 
			Erol Manisalı'nın sorusu, ancak "eğer gerçekten ulusalcıysak, 
		gerçekten Kemalist isek… İşte o nedenle AB'ye karşı olmalıyız" 
		biçiminde yanıtlanabilir. Çünkü AB basit bir uluslararası örgüt değildir. 
		AB, ulus-devleti aşmayı amaçlamış bir ulus-üstü, emperyalist 
		yapılanmadır. AB'ye üye olmak (hem de Erol Manisalı ve onun gibi 
		düşünenlerin hayal ettiği biçimde "onurlu" üye olmak) egemenlik ve 
		bağımsızlıktan vazgeçmek demektir. Bir ulus devleti, devlet yapan yasama, 
		yürütme ve yargı alanındaki hak ve yetkilerin AB kurumlarına 
		devredilmesi demektir. AB'ye üye olan bir devletin bu alanlardaki söz 
		söyleme hakkının, AB içindeki temsil payı oranına inmesi demektir. 
		Kısacası AB'ye üye olmak demek, Türkiye Cumhuriyeti üzerinde bir 
		otoritenin varlığını kabul etmek demektir. İşte asıl bu nedenle AB'ye 
		karşı olmak gerekir. İşin özü budur. Zaten bu öze dâhil olduğun an, 
		AB'nin sömürgeciliğinin nesnesi haline gelmişsin demektir. Bu öze karşı 
		çıkmadan "AB'nin sömürgeciliğine, vahşi kapitalizmine karşıyım" demenin 
		hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Egemenlik ve bağımsızlıktan vazgeçerek, 
		AB içinde erimeyi kabul etmenin "onur" neresindedir? 
			 
			Daha ilginci de şudur ki, Erol Manisalı'nın bu yazısının 
		Cumhuriyet'te yayınlandığı 29 Haziran günü çıkan "Halk AB'den Soğudu" 
		başlıklı bir haberde, "Türkiye'de AB'ye olumlu bakanların oranı yüzde 
		27'ye düştü" deniliyordu! AB'nin ne mal olduğunun Türk halkı tarafından 
		her geçen gün daha da iyi anlaşıldığı, bu emperyalist oluşumunun 
		maskesinin düştüğü koşullarda Erol Manisalı tarafından AB idealinin 
		canlı tutulmasına verilen bu destek ise gerçekten düşündürücüdür. 
			 
			"Onurlu üyelik" biçiminde de ifade edilen bu kafa karışıklığı sadece 
		Erol Manisalı'ya özgü değildir. Örneğin Ankara Ticaret Odası (ATO) 
		Başkanı Sinan Aygün geçmişte kendisiyle yapılan bir söyleşide "AB'ye 
		karşı mısınız ?" sorusuna "AB'nin Türkiye'ye çifte standart uygulamasına, 
		Kopenhag kriterleri dışında kriterler dayatmasına karşıyım. Yoksa AB'nin 
		sağlık, eğitim, hukuk sistemine "evet" diyorum. Yunanistan, İtalya nasıl 
		üye olmuşlarsa, Türkiye'nin de AB'ye öyle üye olmasından yanayım" 
		şeklinde yanıt vermiştir. 
			 
			İlginçtir bu "onur üyelik" yanılsaması, siyasi partiler arasında en 
		AB karşıtı sanılanlarda bile egemen olan bir anlayıştır. Örneğin 29 
		Eylül 2005 Perşembe günü Milliyet gazetesinden Fikret Bila'nın 
		sorularını yanıtlayan MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır, 2 Ekim 
		tarihinde Ankara'da düzenlenecek MHP mitingi konusunda şunları 
		söylemekteydi: "Kesinlikle AB'ye hayır mitingi değil. AB'ye bir 
		karşıtlığımız da yok. Bizim AB'ye "onurlu giriş" tezimiz var. Biz AB'ye 
		değil, Türkiye'nin temellerinin zedelenmesine karşıyız. Bu bakımdan 
		mitingimiz AB'ye hayır veya hükümete karşı bu konuda bir karşılık 
		mitingi değil." 
			 
			Üstelik MHP bu anlayışını, Parti Programı'nın, "Dış Politika" 
		başlıklı 11. bölümünde AB hakkında şu amaçları benimseyerek ifade 
		etmektedir: 
			 
			"Milliyetçi Hareket Partisi, devlet politikası mahiyeti kazanmış 
		olan Avrupa Birliğine tam üyeliği ilke olarak benimsemekte, ilişkilere 
		karşılıklı iş birliği ve anlayışın hâkim olması gerektiğine inanmaktadır. 
		Avrupa Birliğiyle ilişkilerimiz, ülkemizin sadece bir bölgesel oluşuma 
		iştiraki değil, aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve uluslararası alanda 
		yeni gelişmeleri beraberinde getirecek stratejik tercihlerden birini 
		ifade etmektedir."  
			 
			Ana muhalefet partisi CHP ise, daha yıllar öncesinden Türkiye'nin AB 
		üyeliğini savunduğunu açıklamış, bunu defalarca ilan etmiştir. Bugüne 
		kadar sayısız defa çeşitli AB yetkilileri ve devlet başkanları 
		tarafından Türkiye'ye AB'de yer olmadığı söylenmiş olmasına rağmen, CHP 
		Genel Başkanı Deniz Baykal, 22 Temmuz seçimi öncesinde CNN Türk'te 
		yayınlanan Ankara Kulisi programında, "Bizim AB ile çatışarak siyaset 
		yapmamız söz konusu değil" diyebilmiştir. "Onurlu üyelik" hayali, 
		CHP'nin AB konusundaki yaklaşımına ve söylemine de egemendir. 
			 
			Asıl önemlisi şudur ki, bu "AB sömürgeci olmasa, vahşi kapitalizmi 
		dayatmasa ben neden AB'ye karşı olayım?" ya da "onurlu üyelik" anlayışı, 
		sadece teorik bir tartışmanın konusu da değildir. Önümüzdeki günlerde 
		Türkiye'nin gündemini işgal edecek olan anayasa tartışmalarında 
		egemenlik sorununun merkezi önemde olacağı açıktır. Anayasa taslağının 
		5. maddesinde yer alan ve bundan önceki hiçbir anayasamızda bulunmayan "Milletlerarası 
		ve milletler-üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar 
		saklıdır." cümlesi hukuki-siyasal anlamda egemen ve bağımsız olan 
		Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-üstü emperyalist bir oluşum, milletler-üstü 
		bir kuruluş olan AB potasında eritilmesinin anayasal ifadesidir. 
		Milletler-üstü emperyalist bir oluşum olan AB'ye üyelik, adı üzerinde 
		milletler-üstü bir otoriteyi, bir üst iktidarı tanımayı gerektirecektir. 
		Örneğin, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmezliğine, yani üniter 
		devlet niteliğine aykırı olduğu için -PKK ve yasal uzantısı DTP 
		tarafından savunulan ve talep edilen- federasyona karşı çıkan Türkiye 
		Cumhuriyeti, AB'ye üyelikle -bir anlamda- konfederal ya da federal bir 
		yapıyı andırır bir oluşumun alt birimlerinden (federe ya da konfedere 
		parçalarından) biri haline gelecektir. Örneğin, kâğıt üstünde "Türk 
		milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yasama, yürütme 
		ve yargı organları eliyle" kullanacaktır, ama bu kullanım gerçekte "…milletler-üstü 
		kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar" izin verdiği ölçüde 
		olacaktır. Örneğin, kâğıt üstünde "egemenliğin kullanılması hiçbir 
		surette, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa" bırakılmayacaktır, ama 
		gerçekte bu durum milletler-üstü kuruluş AB'nin kurumları için 
		bağlayıcılık taşımayacaktır. Zaten Türkiye, daha üye olmadan AB ile 
		Gümrük Birliği'ne girerek, Birliğin ticaret politikasını -oluşturulmasında 
		hiçbir katkısı olmamasına rağmen- kabul ederek bu konudaki niyetini de 
		ortaya koymuştur! 
			 
			Sonuç olarak "AB sömürgeci olmasa, vahşi kapitalizmi dayatmasa" 
		bile, onurlu (!) bir şekilde AB üyesi olmak için, özellikle yetki devri 
		açısından Türkiye'nin AB'ye katılıma hazır hale gelebilmesi amacıyla 
		anayasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. "Onurlu üyelik" hayali 
		de bu egemenlik devrini dışlamamaktadır. Bu durum ise Türkiye 
		Cumhuriyeti'nin varlığını, egemenliğini ve kaldığı kadarıyla 
		bağımsızlığını yok edecektir. Bu nedenle Atatürk'ü gerçekten anlamış tüm 
		yurtseverlerin bu süreçte "onurlu üyelik", "uygarlık projesi" ya da "mutluluk 
		ve refah adası AB" masallarına kanarak suskun kalmaları beklenmemelidir. 
		1920'lerde Kemalistlerin öncülüğünde emperyalizme karşı verilen bir 
		Ulusal Bağımsızlık Savaşı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yine 
		Kemalistlerin öncülüğünde emperyalist AB'ye direnecek ve AB sömürgeci 
		olsa da olmasa da ona teslim olmayacaktır.
			 
			 
			
			Serdar ANT 
						
		
		
			
			 
			TransAnatolie Tour  
		
						 
		   |