| 
 
 
 |  | 
	
		
            
            
            Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri Soğuk Savaş Sonrasında “Sessiz 
            Darbe” mi?
		Uzun yıllardan beri Türkiye-Avrupa ilişkileri üzerinde çalışmalar 
            yapan bir akademisyen olarak, “soğuk savaş sonrasında, tespit 
            ettiğim ancak gerekçelerini anlamakta zorlandığım” bazı anlamsız 
            olayların nedenlerini, ancak parçaları bir araya getirince 
            görebildiğimi itiraf etmeliyim. 
             
            Türkiye’nin ulusal çıkarları ile taban tabana zıt bulunan bazı 
            kararlar neden alınıyordu? Türkiye’nin çıkarları ile siyasi, 
            iktisadi ve hukuki boyutlarda çelişkili olan bu kararların 
            çelişkilerini, Türkiye üzerinde yaratacağı olumsuz etkileri “daha 
            baştan anlamak, görmek mümkün iken” neden bazı çevreler bu anlamsız 
            kararda ısrar ediyorlardı? Alınmakta olan kararların anlamsızlığını 
            görüyor, ancak neden ısrar edildiğini anlamakta zorlanıyordum. 
             
            1989 yılında Avrupa (Avrupa Toplulukları) Türkiye’nin 1987’de 
            yaptığı tam üyelik başvurusunu reddedince ertesi gün, hiç vakit 
            geçirmeden başbakan Turgut Özal neden “Avrupa (AT) içine alınmasak 
            da Gümrük Birliği’ne gireceğiz” açıklamasını kamuoyuna yapıyordu. 
            Konuyu biraz bilen biri bunun siyasi, iktisadi ve hukuki 
            anlamsızlığını kolayca görebilirdi. Turgut Özal’ın görmemesine imkân 
            yoktu.O halde bu anlamsız tutumun arkasındaki “esas sebepler” 
            nelerdi? 
             
            Neden Türkiye AT’ye (AB’ye) tek taraflı bağlanmak isteniyordu? Önce 
            tam üye olunması gerektiği, ondan sonra da Gümrük Birliği dahil AT 
            (AB) içindeki bütün diğer sistemlere tam üye olunduktan sonra 
            bağlanılacağını Turgut Özal’ın bilmemesine imkân olamazdı. 
             
            - Üstelik konu hükümet içinde de konuşulmamıştı. Turgut Özal’ın 
            açıklamasını, ekonomiden sorumlu bakanı Ekrem Pakdemirli de 
            gazetelerden öğreniyordu. Açıklamanın gazetelerde yer aldığının 
            ertesi günü İstanbul Sanayi Odası’nın kokteyli vardı. Turgut Özal’a 
            açıklamasının gerekçesini sordum; “bir şey olmaz, işler yürür” 
            gibisinden yuvarlak birkaç söz söyledi. İleride duran Ekrem 
            Pakdemirli’ye sordum, o da “benim haberim yok” diyordu. Bu konuyu, 
            2001 yılında Kanal D’deki Avrupa tartışmasında Pakdemirli’ye teyit 
            ettirdim. 
             
            Evet bu çok önemli konu, Türkiye’yi AB’ye (AT’ye) tek taraflı 
            bağlayacak olan, Lozan’ı, Anayasa’yı delecek olan hadiseden Özal’dan 
            başka kimsenin haberi yoktu.  
             
            Veya “bazılarının” haberi vardı ve biz bunu bilmiyorduk. Acaba, 
            “Özal’a çok yakın, dış ilişkilerde ve stratejik kararlarda oturup 
            baş başa konuştuğu” bazı işadamları ile mi bunu kararlaştırmışlardı? 
            Karine yolu ile şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; hatırlayalım, o 
            yıllarda Turgut Özal çok önemli stratejik kararlarda bazı işadamları 
            ile doğrudan işbirliği yapmakta idi. 
             
            Bu tür faaliyetler, medyada da bilinmekte, hatta resimleri ile yer 
            almaktaydı.  
             
            Soğuk Savaş Sonrası “Türkiye’nin Yönü”... 
             
            1989, Soğuk Savaş bitmişti, AT (Avrupa), Türkiye’yi içine almıyordu. 
            Türkiye’nin Batı’dan (ve Avrupa’dan) uzaklaşma riski vardı. Bu risk 
            “bazı iş çevreleri ve Batı’daki bazı güç odakları için” büyük önem 
            gösteriyordu. Türk halkı için olmasa bile bu dar çevre en başta şu 
            nedenlerle bu tehlikeyi önlemek istemekle kendileri için haklı 
            olabilirlerdi;  
             
            - Birincisi, Türkiye öylesine stratejik bir konumda bulunuyordu ki, 
            “ulusal inisiyatif almasına izin verilemezdi”, Batı’nın denetiminde 
            olmalı idi. Bu gerçeği 12 yıl sonra bazı “Türk gazeteciler” şöyle 
            ortaya koyuyordu, “Türkiye; yönetimi Türklere bırakılmayacak kadar 
            önemlidir”. Açık açık köşelerinde yazmışlardı.  
             
            - İkincisi, “içerdeki bazı güç odakları ve dışardaki ortaklarının” 
            Türkiye’nin örtülü hükümeti olarak ülkeyi yönlendirmeleri ve 
            yönetmeleri, ülkenin “Batı’nın himayesi altında tutulmasına” bağlı 
            idi. Kendi örtülü iktidarlarını ancak, ülkeyi Avrupa himayesi altına 
            sokarak sürdürebilirdi. Ulusalcı hareketler engellenmeli idi. 
             
            Soğuk Savaş sonrasında, çok ilginç bir biçimde Türkiye’deki bazı 
            büyük sermaye çevreleri, Osmanlı’nın son dönemindeki “Gayri Müslim” 
            nüfusun yaptığı işi üsleniyordu. 
             
            Ekonomide, kültürde, savunmada “ulusal olan herşeye karşı idiler” 
            Halbuki bu çevrelerin özendikleri Batı, Soğuk Savaş sonrasında “daha 
            ulusal politikalar” izlemeye başlıyordu. Batı, kendi dışındaki 
            dünyaya “küreselleşin derken kendisi dışarıya karşı iktisadi, siyasi 
            ve kültürel çıkarlarını daha da katı bir biçimde koruyordu”. 
            1990-2002 arasında Avrupa’da yapılan seçimlerde bu açık olarak 
            görüldü. ABD’de ise Clinton döneminin yerine zorla “Bush anlayışı” 
            egemen oldu.  
             
            Avrupa İçine Almıyorsa... 
             
            Türkiye içindeki bu güç odakları Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin, 
            “Avrupa’nın içine alınmayacak olan Türkiye’nin, Avrupa’ya (ve 
            Batı’ya) tek taraflı bağlanmasını tercih etmişlerdi.  
             
            - Muhtemelen bu nedenle, 1989’da AB(AT) tarafından tam üyeliği 
            reddedilen Türkiye’nin, Gümrük Birliği kanalı ile AB’ye tek yanlı 
            bağlanması isteniyordu. 
             
            - 1992, 1993’te özel televizyonlar, kanunlara, anayasaya aykırı 
            olarak büyük sermayeye açılıyordu. Artık büyük sermayenin eline, 
            hukuk dışı da olsa yeni bir güç veriliyordu. “Dördüncü Kuvvet” 
            yerine para gücünün ülkeyi yönetmesi öne çıkıyordu. Üstelik bu güç, 
            Türkiye’yi Batı’ya tek yanlı bağlanmasında en önemli bir silâh 
            olacaktı. Nitekim 1995’te Gümrük Birliği imzalanırken halk bu 
            şekilde kandırılmıştı. 
             
            - Bu nedenle 1995’te, Türkiye’yi içine almayacak AB ile, Norveç 
            modeli yerine (serbest ticaret anlaşması) “tek yanlı bağlılık modeli” 
            halk kandırılarak, gizli ve tartışmasız bir biçimde imzalanıyordu. 
             
            - Avrupa (AB) himayesi altına alınacak olan Türkiye’nin, 
            “Yunanistan’ın öncelikli taleplerini” yerine getirmesi gerekiyordu. 
            İşte bu nedenle, “önce bazı Türk işadamları, Yunanlı işadamları 
            politikacılarla masaya oturuyorlardı”. Birçok iş, 
             
            - devletin 
             
            - bürokrasinin 
             
            haberi olmadan yürütülüyordu. Soğuk Savaş sonrası Türkiye’yi tek 
            yanlı bağlama sürecinin ağları örülüyordu. 
             
            Türk-Yunan işadamları kuruluşları adeta, Ankara’nın gıyabında 
            politika belirliyorlardı. Bıçak Sırtı köşemde ve Avrupa Çıkmazı 
            kitabımda da yazdım; İnal Batu müsteşar yardımcısı iken kaç defa 
            telefon edip, “bizim bazı işadamlarının Yunanlı’larla bazı ortak 
            girişimlerini, Ankara’nın haberi olmadan yürüttüklerini” bana 
            yakınarak söylerdi. 
             
            Devlet ve hükümet politikasını bazı iş çevreleri yürütür hale 
            gelmişti. Bu aslında yeni bir şey değildi. Ancak Soğuk Savaş 
            bittikten sonra yavaş yavaş kurumsallaştırıldı ve medya da tamamen 
            ellerine geçtiği için etkileri arttı. 
             
            Öte yandan Vakıf Üniversiteleri de büyük sermayenin “devlet 
            yönetimini paylaşmalarının bir vasıtası” haline getirildi. Bunun en 
            somut örneğini devlet bakanı Kemal Derviş’in bir vakıf 
            üniversitesinin Floransa’da ve İstanbul’da 2001 yılında düzenlediği 
            iki konferansta, “Türkiye AB dışında olsa da Avrupa Birliği’nin para 
            sistemine girmelidir” diyebiliyordu. Bir bakan dışardaki Türkiye’nin, 
            “Brüksel tarafından yönetilmesini ve parasal alanda da tek yanlı 
            bağlanmasını” öneriyordu. Aynen 1989’da Turgut Özal’ın, 12 yıl önce, 
            “AT (AB) dışında olsak da Gümrük Birliğine gireceğiz” demesi gibi. 
            Bu aslında, adı konmamış bir darbe idi, sessiz sedasız yürütülen bir 
            darbe: Sessiz Darbe! 
             
            Sessiz Darbe’nin en büyük operasyonu 6 Mart 1995 Gümrük Birliği 
            belgesi ile sağlanıyordu. Bu belge ile Türkiye’nin AB’ye tek yanlı 
            bağımlılığı “kurumsallaştırılmış” oluyordu. Türkiye, içinde 
            bulunmadığı AB’ye bazı hükümranlık haklarını devrediyordu. Hem de 
            büyük bir gizlilik içinde.  
             
            Sessiz Darbe’nin son operasyonları 1999 ve 2000’li yıllarında 
            yaşandı. Türkiye’nin 1999 Aralık ayındaki göstermelik adaylığı 
            sırasında başbakan Ecevit ısrarla, “adaylık Helsinki’den koşullu 
            çıkarsa hayır diyeceğim” açıklamasını yapıyordu. Kastedilen koşullar 
            Kıbrıs ve Ege idi. Adaylık koşullu çıktı ancak Ecevit üzerinde 
            sessiz darbeciler öyle büyük bir baskı yarattılar ki Ecevit’in gücü, 
            Türkiye’nin tek yanlı bağlanma sürecinin devam etmesini 
            engelleyemedi. Ecevit de itiraf ediyordu; “İçime sindiremedim” 
            diyordu. Ancak onun da sindirmesini sağlamışlardı.  
             
            1994’teki Sir Leon Brittan’ın Türkiye raporu içinde Türkiye’nin tek 
            yanlı bağlanma” süreci Brüksel tarafından da itiraf ediliyordu: 
            Kasım 1995’te Komisyonun Avrupa Parlamentosu’na gönderdiği Türkiye 
            Raporu’nda şu ifade yer alıyordu; “Gümrük Birliği belgesi (anlaşması) 
            Parlamento’dan geçmeli; aksi halde AB Kıbrıs politikasında amacına 
            ulaşamaz”.  
             
            Türkiye tek yanlı bağlanarak Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, Ermeni meselesi, 
            Avrupa Ordusu (AGSP) konusu da Brüksel, “himayesi altındaki 
            Türkiye’den istediklerini daha kolay alabilecekti. Salamın ilk 
            dilimi Kıbrıs idi. Ege fırına sürülmüş, diğerleri henüz fırının 
            ağzında bekletiliyordu. 2002 yılının ikinci yarısında manzara bu idi.
             
             
            Olmaması Gereken Olaylar Dizisi 
             
            Ardarda dizilen ve Türkiye’nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan 
            olaylar dizisi “bazı çevrelerin” Soğuk Savaş bitiminde Türkiye’yi 
            AB’ye (ve Batı’ya) tek yanlı bağlama politikalarının uygulamalarıdır. 
             
            Bu uygulamalar Türkiye içinde “bir dönüşümü” gerektiriyordu. Ancak 
            bu dönüşüm bir ulusal inisiyatifin sonucu değildi. Bu dar çevrenin, 
            Türkiye’yi tek yanlı bağlama amacının bir vasıtası olarak ortaya 
            çıkmıştı. Önde gösterilen olumlu bazı pratik gelişmelerin arkasına, 
            sinsi bir biçimde tek yanlı bağlanma ağları yerleştiriliyordu.  
             
            Nihai hedef Türkiye’nin Avrupa (AB) himayesi altına alınması idi. Bu 
            arada “vasıtanın içinde yararlı dönüşüm unsurlarının da bulunması 
            doğaldı”. Ancak, uzun vadede tek yanlı bağlanmış ve AB’nin örtülü 
            bir sömürgesi haline gelmiş bir ülkede bu olumlu ara özelliklerin 
            toplumsal boyutta bir olumlu katkısı olamazdı. Aynen sömürge 
            toplumlarında olduğu gibi, bundan sadece dar bir kesim “elit” 
            yararlanabilirdi. 
             
            Aynen Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi. Dar bir büyük sermaye 
            gurubu sanki bunu hissetmiş gibi, Osmanlı’nın son döneminde 
            İstanbul’daki Gayri Müslim iş çevrelerinin gördüğü rolü 
            üstlenmişlerdi.  
             
            - Yabancı iş çevrelerine çok bağlıydılar: Ankara onlar için ikinci 
            planda kalıyordu. 
             
            - Anadolu’ya iş hayatı olarak da uzantılar: çıkar çatışması içine 
            bile girmişlerdi. Anadolu sermayesi ile çatışma ortamını 
            hazırlamışlardı.  
             
            - Misyonerlere destek veriyorlardı. Fener Patrikhanesi’ne bile çok 
            yakındılar. 
             
            - Batı içinde bile eleştiri alan vahşi kapitalizmin güç odakları ile 
            yakın diyalog içinde bulunuyorlardı. Şöyle de tanımlanabilir; 
            Batı’daki belirli güç odaklarının Türkiye’deki uzantısı durumunda 
            idiler.  
             
            - Soğuk Savaşın bitiminde Türkiye’nin AB’ye (ve Batı’ya) tek yanlı 
            bağlanmasını öngören güç odakları, 2000’li yılların başına 
            gelindiğinde oldukça yol almışlardı. Ancak bu tek yanlı bağlanmaya 
            karşı Türkiye içerde ulusalcı güçler de tepki vermeye başladılar. 
            Aydınlar, işçi sendikaları, ulusal sanayiciler ve TSK Türkiye’nin 
            tek yanlı bağlanması sonucu ekonominin ve siyasetin dizginlerinin 
            yavaş yavaş “gayri milli” güçlerin eline geçmekte olduğunu 
            farkettiler. 2000 yılından itibaren tepkiler doğmaya başladı.  
             
            Taraflar Nasıl Ayrıldı? 
             
            Artık taraflar sağ-sol diye değil, ulusal ve “gayri milli” olarak 
            tanımlanmaya başladı. İş kesimi de ulusal ekonomiden yana olanlar ve 
            çok uluslu şirketlere bağımlı olanlar diye ayrılmaya başladı. 
             
            İşçi sendikaları içinde Türk-İş 2001 yılı sonunda yaptığı büyük 
            atılımla Türk işçisinin gerçek kimliğini ortaya koydu ve 
            finans-kapitalin yanında yer alan diğer sendika liderlerine karşı 
            ulusalcı cephede bulundu. “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” 
            başlığı ile hazırladığı raporla kamuoyunun desteğini aldı. TSK 
            Türkiye’nin AB’ye tek yanlı bağlanmakta oluşundan büyük rahatsızlık 
            duyuyordu. 2000’deki Nice doruğunda, AB’nin Kıbrıs, Ege ve Güneydoğu 
            ve diğer tek yanlı taleplerinde yaptığı çıkışlarla Türkiye’nin tek 
            yanlı bağlanmasına karşı koyacağını ortaya koydu.  
             
            Bu nedenle de bazı büyük sermaye çevrelerinin oklarına hedef oldu. 
            Sessiz Darbe’yi yürütmekte olan sermaye çevreleri artık, askeri 
            karşılarındaki en büyük engel olarak görüyorlardı. Kendilerine yakın 
            siyasiler ile işbirliği yaparak 2000 yılından itibaren TSK’ya karşı 
            sistemli bir kampanya başlattılar. Amaç, TSK’nın, “Türkiye’nin AB’ye 
            tek taraflı bağlanma sürecini engelleyemeyecek bir statüye 
            geriletilmesi idi.  
             
            - Medya ellerinde idi  
             
            - Elit’in bir kısmını yanlarına çekmişlerdi 
             
            - Brüksel zaten arkalarında bulunuyordu. 
             
            - İçerdeki “bazı siyasiler” de AB lobiciliğini bir iç politika 
            malzemesi olarak kullanıyorlardı.  
             
            - Aşırı dinci ve bölücü çevrelerden de tam destek alıyorlardı. 
             
            2002 yılının ikinci yarısında Türkiye’de medyanın, kamuoyunun 
            kafasını özellikle karıştırmasına rağmen taraflar belli olmaya 
            başlamıştı.  
             
            * Bir tarafta Türkiye’yi AB’ye (ve Batı’ya) tek taraflı bağlama 
            sürecini yürüten Sessiz Darbeciler bulunuyordu:  
             
            * Diğer tarafta ise yavaş yavaş uyanmaya başlayan ve ulusalcı cephe 
            olarak tanımlanan gerçek Türkiye bulunmaktadır. 
             
            Türkiye’de artık sorunlar sağ-sol çatışması ya da laik-anti laik 
            çatışması değildir ve olmamalıdır da. Türkiye üzerinde esas tehdit, 
            Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’yi AB’ye tek taraflı bağlamak isteyen 
            iç ve dış odakların yaratmakta oldukları tehlikedir. Bunlar 
            yanlarına ümmetçileri ve etnik ayrımcıları de almışlardır. Yalnız 
            büyük sermayenin gayri milli kısmı değil, ümmetçiler ve etnik 
            ayrımcılar da “Türkiye’nin AB’ye tek taraflı bağlamasını hararetle 
            savunmaya başlamışlardır”.  
             
            Çünkü Sevr çizgisine yaklaştırılmış bir Türkiye bunların amaçlarına 
            fazlası ile hizmet etmektedir.  
             
            Bugün Türkiye-Avrupa birliği ilişkileri üzerinde oynanmakta olan 
            oyunu iyi görmemiz anlamamız gerekiyor. Türkiye yarının Avrupa 
            Birleşik Devletleri’nde yer almayacak, AB bunu istemiyor. Ancak 
            Türkiye “AB kapısı önünde, yıllardır yapıldığı gibi oyalanırken, tek 
            yanlı bağlanma süreci kemikleştirilecek”. Ve yarın hiçbir güç, tek 
            yanlı bile olsa, bu yapılanmayı değiştiremeyecek.  
             
            İşte, Sessiz Darbecilerin varmak istedikleri hedef bu. 7 Mart 2002 
            tarihinde Harp Akademileri’ndeki seminerde de belirttiğim gibi, 
            “bugünkü tek yanlı bağlanma süreci 15 yıl daha aynı tempoda devam 
            ettirilir ise, yarın TSK bile bu tek yanlı bağımlılığı 
            değiştiremeyecektir”. 
             
            Ancak, özellikle 2000 yılından itibaren TSK başta olmak üzere birçok 
            kesimde, Sessiz Darbecilere karşı hareketler hızlanmıştır. Toplumun 
            her kesiminden ulusalcı çizgide tepkiler yoğunlaşmaktadır. 
             
            Türkiye, yakın çevresi ve bazı Asya ülkeleri ile ikili ilişkilerini 
            hızla geliştirmeye başladı. ABD ve AB’nin Türkiye’ye uyguladığı 
            örtülü silah ambargosu Çin ve Rusya ile dengelenmeye başlandı.  
             
            Türkiye AB’nin Türkiye üzerindeki, Soğuk Savaş sonrası yeni 
            taleplerini, “yumurtaların yarısını, Batı sepetinden alarak Asya’ya 
            dağıtması ile” engelleyebilir. Bu da Türkiye’nin AB’ye tek taraflı 
            bağlanma sürecinin engellenmesi demektir. Yani Sessiz Darbe’nin 
            ortadan kaldırılması demektir.  
             
            2000’den itibaren bazı büyük sermaye çevrelerinin, büyük telaş 
            içinde ulusalcı çevrelere karşı kampanya başlatmasının, TSK’yı hedef 
            almasının arkasındaki gerekçe budur. 2000’li yılların başlarında 
            Türkiye, Sessiz Darbeciler ile Sessiz Darbeye karşı çıkanların karşı 
            karşıya gelmekte olduğu bir noktaya sürüklenmektedir. Ancak ulusalcı 
            cephe gerçek Türkiye’nin kendisidir ve halk gerçekleri daha iyi 
            anladıkça gerçek Türkiye Sessiz Darbecilerin oyununu ortadan 
            kaldıracaktır. 
 
            Prof. Dr. Erol Manisalı 
		
		
			
			 
			TransAnatolie Tour  
		  
		   | 
	 
 
 
 |  | 
 
Turkey 
Turquie 
Türkei 
Turkije 
Türkiye 
  
 |