- 
				
				
				Prof. Dr. ENVER_Toc177743175 HASANOĞLU (Başkent 
				Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü)
				 
				- 
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
				
 
				- 
				
 
			 
			
		
		
				- Gündüz AKTAN 
				(E. Büyükelçi)
 
				- Prof. Dr. 
				Hikmet ÖZDEMİR (TTK Ermeni Araş.Bşk)
 
				- Bilal ŞİMŞİR 
				(E. Büyükelçi)
 
				- Doç. Dr. Yusuf 
				SARINAY (Başbakanlık Devlet Arş.Gen.Müd.)
 
				- 25 Şubat 
				2005'de, Başkent Üniv.Stratejik Araştırmlar Mrk. düzenlediği 
				panel.
 
			 
			  
		Sayın Rektörüm, 
			değerli misafirler; Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar 
			Merkezinin düzenlemiş olduğu, "Tarihte Türklere Yapılan Katliamlar" 
			konulu panele hoş geldiniz. 
			Açılış 
			konuşmasını yapmak üzere, Başkent Üniversitesi Stratejik 
			Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Dr. Enver Hasanoğlu'nu kürsüye 
			davet ediyorum. 
						
						
		
		
						
						
		
		Sayın Rektörüm, 
			değerli konuklar, değerli öğretim üyeleri, sevgili öğrenciler, 
			basınımızın güzide temsilcileri; Başkent Üniversitesi Stratejik 
			Araştırmalar Merkezi, birkaç yıldan beri periyodik olarak paneller 
			düzenlemektedir ve bu panellerin konusunu çoğunlukla yurdumuzu 
			ilgilendiren ve çevremizde cereyan eden hadiseler oluşturmaktadır. 
			Böylelikle üniversitelerin önemli görevlerinden biri olan, kamuyu 
			aydınlatma ve ilgilileri uyarma görevini, Başkent Üniversitesi 
			olarak, sizlerin de katılacağını umarak bihakkın yerine getirdiğine 
			inanmaktayım. 
			Bugünkü 
			panelimizin konusunu çok önemsiyorum. Zira, kanımca bu panelde 
			Batı'nın siyasal ve insanlık tarihinin belli kesitlerine ışık 
			tutulacak ve önemli bazı gerçekler aydınlanacaktır. Türkiye'ye karşı 
			yıllardır planlı bir şekilde sürdürülen haksız soykırım iddialarını 
			ileri süren Batılılar, kendi tarihiyle yüzleştirileceklerdir. 
			Değerli panelistlerimiz Türklere karşı yapılan katliamları, unutulan 
			tarih sayfalarından çıkarıp kamuoyuna ve sizleri sunacaklardır. 
			Değerli konuklar; 
			gerçeklere dayanmayan Ermeni soykırımı iddiaları, siyasi hesaplarla 
			senaryolaştırılmış ve terör eylemleriyle desteklenmiş ve birçok 
			değerli diplomatımız şehit edilmiştir. Ama bugün parlamentolarından 
			Türkiye aleyhine kararlar üretenler; Ermeni terörünü el altından 
			desteklemişler, hatta çeşitli yollarla teşvik etmişlerdir. 
			Batı dünyası, 
			dünya siyasi tarihine sömürgeci olarak damgasını vurmuştur. 
			Sanayileşmeyle başlayan yeni ekonomik sistemin gelişmesi, yaşaması 
			ve daha da güçlenmesi için, daha çok mazlum ulusun sömürge haline 
			getirilmesi gerekmekteydi. Daha çok sömürge demek, daha çok savaş, 
			daha çok acı, daha çok insan ölümü demektir. Bugün Türkiye'yi 
			soykırım yapmakla suçlayan, Ermeni anıtları diken Fransa, 
			Çukurova'da kendi himayesinde bir Ermeni cumhuriyeti kurmak için 
			silahlandırdığı Fransız üniformalı Ermeni çeteleriyle, o bölgelerde 
			vahşet yarattığı bir gerçektir. İngiltere, Fransa ve diğer sömürgeci 
			ülkeler, Asya'da, Afrika'da, Hindistan'da, Çin'de, Latin Amerika'da 
			kısacası dünyanın her yerinde, sömürdükleri ve işgal ettikleri ülke 
			insanlarını sindirmek için baskı yöntemlerinin en ağırını 
			uygulamışlardır. 
			Sevgili konuklar; 
			Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde, bağımsızlık adı altında 
			"93 Harbi" diye adlandırdığımız tarihlerde, Avrupa devletlerinin 
			yaptıkları zulüm ve katliamlar neticesinde, neredeyse Avrupa'daki 
			bütün Türkler Anadolu'ya akın ettiği herkesin malumudur; âdeta 
			Avrupa Türkleri Anadolu'ya sürülmüşlerdir. Yunanlıların Anadolu'da, 
			Girit'te, Kıbrıs'ta, Batı Trakya'da yaptıkları katliamları seyreden, 
			onlara daha çok silah ve daha çok para veren Fransa, Amerika 
			Birleşik Devletleri, İngiltere gibi ülkelerin politikacıları ve 
			genel olarak Avrupa Parlamentosu'ndaki politikacılar, tarihte 
			ulusların gerçekleştirdikleri katliamları ve rezillikleri 
			unutturarak, parmak hesabıyla tarih yazmaya çalışmaktadırlar.. 
			Polıtik katılımcıların bu tür hareketlerden ve girişimlerden 
			vazgeçmelerini ve bunları tarihçilere bırakmalarını öneririm ve 
			eminim ki, tarihin ağır yargısı, mutlaka bunun hesabını 
			Batılılar'dan soracaktır. 
			Bu duygularla 
			panelimizin başarılı geçmesini diler, panelistlere bu kadar yoğun 
			işleri arasında davetimizi kabul ettikleri için teşekkür eder ve her 
			zaman yanımızda olduğu için Sayın Rektörümüz Mehmet Haberal'a 
			teşekkür eder, hepinize saygı ve sevgiler sunarım. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Değerli konuklar; Üniversitemizin Stratejik Araştırmalar Merkezi'ne 
			gerçekten çok teşekkür ediyorum. İyi ki, bu konuları gündeme 
			getiriyorlar, aksi halde tarih bir yerde kendi kendisiyle 
			yüzleşemeyecekti. 
			
			Ben kendime bir soru sordum, dedim ki, bugün özellikle Avrupa'da ve 
			bir bakıma maalesef, Amerika'da da bizim ülkemizi, yani Osmanlı 
			İmparatorluğu'nu yıktılar. Onun üzerine gencecik bir Türkiye 
			Cumhuriyeti kuruldu ve âdeta bizleri sorguluyorlar. Bunun anlamı 
			nedir? Bu sorgulamayı kendilerinde yapma yetkisini görenler, acaba 
			tarihi mi sorguluyorlar, yoksa iddia ettikleri gibi gerçekten 
			demokrasi, insanlık, medeniyet; onu mu yapmaya çalışıyorlar? Eğer, 
			tarihi sorguluyorlarsa, o zaman işe bir başka yerden, bir başka 
			açıdan bakmamız gerekiyor. Çünkü tarihe baktığımız zaman, eğer bir 
			soykırım söz konusu ise, eğer toplumların yok edilmesi söz konusu 
			ise; o zaman işe ta dünyanın öteki yüzü Japonya'dan başlamak lazım. 
			Acaba, Japonya'da ne kadar insan öldürüldü? Ondan sonra Çin'e 
			geleceğiz, acaba Çin'de ne kadar insan öldürüldü, ne kadar insan 
			katledildi? Yavaş yavaş Hindistan'a geleceğiz. 
			Hindistan ne idi, ne oldu? Pakistan ne idi, ne oldu? Ortadoğu'ya 
			geleceğiz; Ortadoğu'da neler oldu? Orta Asya'da neler oldu ve 
			bunları kimler yaptı? Dahası elbette ki, Afrika'ya ve özellikle de 
			Kuzey Afrika'ya geleceğiz, onu sorgulayacağız. Buradaki milyonların 
			hesabını kim verecek? Bitmedi; Afrika'nın güneyine gideceğiz, o da 
			bitmedi, Amerika'nın güneyine gideceğiz; orada kimler, ne yaptı? 
			Dahası çok yakın, Avrupa'nın ortasına gideceğiz; 260 bin insanı kim 
			katletti? Dahası şöyle bir Akdeniz'e gelelim, Balkanlar'da ve Kıbrıs'ta, 
			banyoda Türk vatandaşlarını, acaba kimler katletti, bunları katleden 
			kimlerdi? 
			
			Şimdi önce bunun bir hesabını yapalım: Eğer tarihin 
			değerlendirmesini yapacaksanız, eğer başka bir deyişle 19.ve 20. 
			asrı değerlendireceksek, bunun hesabını yapmamız gereklidir. Eğer 
			bunun hesabını yapmıyor da, başka emeller peşinde koşuyorsak; o 
			zaman o değerlendirmeyi de başka açıdan yapmamız gereklidir. Hani 
			bizim bir tabirimiz var ya halk arasında; amaç üzüm yemek mi, 
			bağcıyı dövmek mi? Tabii, burada ikisi de geçerli, hem üzüm yemek, 
			hem de bağcıyı dövmek. 
			
			Nasıl iş o? Osmanlı İmparatorluğu'nu lütfen hatırlayın, maalesef biz 
			toplum olarak biraz tarihi az okuyoruz, aslında okumayı da biraz 
			sevmiyoruz diyebilirim. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl 
			yıkıldığı, kimlerin yıktığı, kimlerin kimleri kandırdığı, ne için 
			kandırdığı, o kandırılan insanlar ne idi, kimlerin ekmeğiyle, 
			kimlerin sağladığı imkânlarla yaşamlarını sürdürüyorlardı ve 19 uncu 
			asırda, başka bir deyişle, Birinci Dünya Savaşı'nda neler oldu, 
			bunları kim yaptı? Osmanlı İmparatorluğu ne şekilde parçalandı ve 
			bunu kimler yaptı? Eğer bu soruların cevabını verirsek, o zaman 
			maalesef iki gün önce Avrupa Parlamentosu denilen parlamentoda, 
			benim parlamenterlerimin karşısına çıkıp, "Siz Sevr'i kabul edin" 
			deme cesaretini elbette ki bulamazlardı. Ama yine, halk arasında bir 
			tabir var ya, "Söyleyene değil, söyletene bak!" Eğer, bu kişiler 
			böyle bir cesareti kendilerinde bulabiliyorlarsa, elbette ki onun 
			kabahatini kendimizde aramak sorundayız. 
			
			Böyle bir şey olabilir mi değerli konuklar, siz bir imparatorluğu 
			yıkacaksınız, onun topraklarını istediğiniz şekilde bölüşeceksiniz; 
			ama oradan bir avuç insan çıkacak, işte Atatürk, arkadaşları, aziz 
			şehitlerimiz hayatları pahasına yeni bir devlet kuracaklar; Türkiye 
			Cumhuriyetini kuracaklar, hani boşuna demedik, "Bayrakları bayrak 
			yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır" ve 
			böyle bir vatanı bize bırakacaklar ve bugün bunları yapanlar, bizim 
			karşımıza çıkacak diyecekler ki, "Siz soykırımı yaptınız," 
			
			Efendiler, esas soykırımı, esas katliamı sizler yaptınız. 
			
			Bunu biz bugüne kadar niye söylemedik? Doğrusu, bir bakıma bu da 
			bizim ayıbımızdır; bu da bizim tarihi gerçeklerimize sahip 
			çıkmayışımızdır. Ama hani laf var ya; "Geç olsun temiz olsun." Hiç 
			olmazsa bugünler, bu olaylar karşısında artık bu katliamları 
			yapanlara, birçok toplumun insanını aldatanlara kendi çıkarları için, 
			hani diyorlar ya; "Medeniyet çatışması" medeniyet çatışması falan 
			değil, çıkar çatışması. Bu çıkar çatışmasının elbette ki, birtakım 
			toplumların hayatı pahasına olacağını bütün dünya biliyor, bütün 
			dünya da görüyor; ama ben yine buradan söyledim. Maalesef bugün 
			Darwin haklı; kim güçlüyse o, gücünü üstelik demokrasi adına, 
			demokrasiyi katlederek kullanıyor. İnsanlık adına, insanlığı 
			katlederek kullanıyor, ama bunu da birtakım toplumlara âdeta kabul 
			ettirmeye çalışıyor. 
			
			Bu toplumlar belki bunları kabul edebilir, ama biz asla. Değerli 
			konuklar; bu ülke bizimdir ve bu ülkenin, yine buradan söyledim 
			söylemeye devam ediyorum; her çakıl taşı bizim için kutsaldır. Onun 
			için ne gerekirse bunu yapacağız. Burada hiç kimsenin şüphesi 
			olmasın. Dünyanın hiçbir toplumu, hiçbir ülkesi de sakın ola ki 
			kendisini bizden daha üstün görmesin. Çünkü dünyada, en az başkaları 
			kadar biz de güçlüyüz. Ha tabii, ben yine bu kürsüden söyledim: 
			Burası anavatan, ama unutmayalım Kuzey Kıbrıs'da yavru vatandır. 
			Nasıl ki; Türkiye Cumhuriyeti'nin Misak-i Milli hudutları içerisinde 
			her santimetre karesi kutsaldır; bana göre Kuzey Kıbrıs Türk 
			Cumhuriyeti hudutları içerisinde de, o ülkenin her çakıl taşı benim 
			için kutsaldır. 
			
			İnanıyorum ki, bugün bu panelde çok değerli panelist arkadaşlarım; 
			bir bakıma Sayın Hasanoğlu'nun da söylediği gibi; âdeta tarihin 
			gerçeklerini burada gündeme getirecekler ve o sözde Avrupa 
			Parlamentosu'ndaki konuşmaya kalkışan efendilere de gerekli ders 
			buradan verilecektir. 
			
			Hepinize saygılar sunuyorum. 
			
			Bu söylediklerimin hepsi bu dosyada mevcuttur. Bunu da özellikle 
			belirtmek istiyorum: Kim, kaç milyon, ne kadar insanı katletti? 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Sayın Rektörüm, sayın rektör yardımcılarım, -Mütevelli Heyet 
			Başkanımı göremedim- Sayın Mütevelli Heyet Başkanım, sayın bakanlar, 
			milletvekilleri, değerli meslektaşlarım, dekanlar, merkez okul 
			müdürleri, değerli basın mensupları, öğrenciler -herhalde unuttuğum 
			kimse yok- ve Silahlı Kuvvetlerimizin de değerli mensuplarını burada 
			görüyorum, onlara da hoş geldiniz diyorum. 
			
			Bugünkü konu oldukça önemli bir konu, Sayın Rektörüm ve Araştırma 
			Merkezi Müdürümüz Sayın Enver Hasanoğlu hocam da çarpıcı bir şekilde 
			olayı vurguladılar. Onun için ben o konulara bir daha girmeyi 
			arzulamıyorum, hemen de, konularında uzman olan değerli panelistlere 
			söz vermeyi arzularım, ama açıklayıcı bir iki noktayı da eklemeyi 
			uygun görüyorum. 
			
			Soykırım veya katliamı, hiçbir zaman insanın insanı öldürmesi 
			şeklinde de almamak lazım. Çünkü çok değişik kırımlar var, 
			katliamlar var, soykırımlar var. Örneğin elimde Sefa Yürekel'in "İnsanlık 
			Suçları" diye değerli bir kitabı var. Kitabı herkese öneriyorum, çok 
			açıklayıcı şeyler var. Hem tarihte çeşitli devletlerin, dünyanın, 
			kürenin çeşitli yerlerinde yaptığı katliamlar ve dolayısıyla, hem 
			bize tarihimizde Bulgaristan'da, Yunanistan'da, Ulusal Bağımsızlık 
			Savaşımız sırasında Batı Anadolu'da, hatta daha yakına geldiğimiz 
			zaman Kıbrıs'ta, hatta daha da yakına geldiğimiz zaman Güney 
			Anadolu'da masum insanlarımıza ve güvenlik güçlerimize verilen 
			zararlar söz konusu. 
			
			Dolayısıyla, bütün bunların söz konusu edileceği toplu tartışma da 
			bugün, burada gerçekleşecek. Aslında Sayın Rektörüm'ün de 
			vurguladığı gibi biz tarihimiz boyunca hep uzlaşmacı olduk. Hiçbir 
			konuya duygusal girmedik; dişe diş, kana kan, göze göz demedik. Hep 
			uzlaşmacı göründük, ama gerek çevremizden, gerekse dostumuz olacak 
			ülkelerden bize karşı yönetilen suçlamalar, artık sabırları taşıran 
			bir noktaya geldi. Dolayısıyla, artık biz de bunları gündeme 
			getireceğiz. Artık dünya, Türklere "Barbar Türkler, insanları 
			kestiler, biçtiler" deyip suçlamaları bir tarafa bıraksın. Artık 
			bizlerin de bir taraflarda, küresel birtakım organlarda, haklarımızı 
			kovuşturma ve savunma konumumuza geldiğimizi burada göstermek 
			istiyoruz. 
			
			Bunu neden göstermek istiyoruz? Bir Ermeni soykırımıdır gürültüsü 
			koparılıp, gidiyor; bütün dünya velveleye boğduruluyor. Ne dendi? 
			"Bu işi tarihçiler çözsün." Tarihçiler çözdüler. Tarihçiler, 
			Ermenilere "Alın belgelerinizi, gelin kardeşim" dediler. Böyle bir 
			buluşma Avusturya'da gerçekleşti ve aldığım duyumlara göre, Türk 
			tarafının açtığı belgeler 50'ye ulaştığı zaman Ermeni tarafı; "Biz, 
			masadan kalkıyoruz" dediler ve kalktılar. Şunu gördüler; O dünyayı 
			ayağa kaldıran iddialarının hiçbiri gerçek değil, hiçbir tutarlı 
			tarafı yok. Dolayısıyla, biz artık bu Ermeni soykırımı teranelerini, 
			vaveylalarını kenara kaldırıp atıyoruz. Biz de ülkemizi savunma 
			yolunda artık defansif oynamayı bırakıp, ofansif oynamaya başlıyoruz. 
			Galiba bunun tam zamanıdır. 
			
			Neden tam zamanıdır? Yüzyıl boyunca, sosyo-ekonomik, kültürel 
			uygulamalarla Batı, bütün gücüyle üzerimize geldi. Bir Doğu sorunu 
			öküzü yarattı, bir hasta adam imajı yarattı; ve bu işi kökünden 
			kazımaya karar verdi. En sonunda da Birinci Dünya Savaşı ve Sevr'i 
			gündeme getirdi, ama bu Sevr hayalleri, Anadolu'nun bağrından çıkan, 
			"Ya bağımsızlık, ya ölüm" haykırışıyla kâbusa döndürüldü ve bu Sevr 
			projesi yırtılıp, suratlarına çarpıldı, bu iş burada bitti. 
			Bittiğini sandık, aslında bitmedi. Bitmedi; çünkü Sevr; Batılıların 
			her zaman kafasında vardı ve İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği soğuk 
			savaş ortamında çeşitli yöntemlerle tekrar üzerimize gelmeye 
			başladılar ve son on yılda, artık bunlar dayanılamaz hale geldi. Bu 
			kabul edilemez ısrarlar ve istekler, dayatmacı politikalar 
			karşısında Türkiye, yine aynı Sevr projesine benzer duruma 
			geritirilmeyolunda, sosyo-ekonomik, kültürel birtakım dayatmacı 
			isteklere hedef oldu. Maalesef bunların birçoğu da "Yes man'ci 
			yönetimler" tarafından kabul de edildi. 
			
			İşte geldiğimiz noktada artık, bu Sevr dayatmalarına, nasıl Mustafa 
			Kemal Atatürk "dur" dediyse; onun kuşakları olarak "dur" deme 
			aşamasındayız. "Dur" deme aşamasındayız, çünkü "Sevr yine geliyor?" 
			dediğimiz zaman, içimizde Erol Manisalı hocanın dediği gibi, "İçimizdeki 
			Danimarkacılar" değil, ama "İçimizdeki Brükselciler" bize dediler ki; 
			"Siz saçmalıyorsunuz, rüya görüyorsunuz." İşte, dün Sayın Rektörümün 
			de vurguladığı gibi, Jack Tubo adlı bir Fransız parlamenter, Türkiye 
			Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu'nda "Siz, artık Sevr'i 
			tanımalısınız" demeye kalktı. Sevr geliyor muymuş, gelmiyor muymuş; 
			yoksa tehlikeli gören bizler hayal mi görüyormuşuz, gerçekleri mi 
			konuşuyormuşuz bu böylece ortaya çıktı. Tabii, patronu Chirac, "Türkler 
			artık tarihiyle barışsın" diye bir önergeyi ortaya atarsa, biz 
			tarihimizle hiçbir zaman küs olmadık. Tam tersine, tarihimizle gurur 
			duyduk. Bizim iki bin yıllık şanlı tarihimiz var. Orada kimsenin 
			bize öğreteceği de yok. Eh, onun parlamenteri de böyle der. O öyle 
			konuşunca yalnız mı kaldı, Matsakiz ortaya çıktı dedi ki; "Türkler 
			Ermenileri, Rumları kestiler, şimdi de Kürtleri kesiyorlar." Bakınız, 
			hemen legolar birleştiriliyor ve Türklere karşı bir kompozisyon, bir 
			saldırı; planlı bir biçimde devreye sokuluyor. 
			
			İşte onun için bu toplantı, artık bu Sevr istemlerine, "Dur, ne 
			yaptığını bil" deme toplantısıdır. O nedenle ben uzatmadan sayın 
			konuşmacılara hemen konuyu aktaracağım. Konuşmacılar, hepimizin 
			tanıdığı saygın kişilikler. Emekli Büyükelçi Sayın Gündüz Aktan, 
			ülkemizi dışarıda yıllarca, onurla temsil etmiş bir diplomatımızdır 
			ve kendisi Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanıdır. İlk 
			sözü kendilerine vereceğim; konuşma planımız şöyle; 15'er dakika. 
			Gönül isterdi ki saatlerce bu konuyu tartışalım, ama önce ilk turda 
			15 dakika vereceğiz, sonra belki unutulmuş ilaveler söz konusu 
			olabilir, 5'er dakika daha ilave edeceğiz ve tüm konuşmalar 
			bittikten sonra da kalan süre içinde sınırlı olarak bir soru-cevap 
			periyodu yapacağız ve gönül rahatlığı içinde buradan dağılacağız. 
			
			Evet, Sayın Büyükelçim; ilk söz sizde. Buyurun efendim. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Teşekkür ederim Sayın Başkan. 
			
			Önce Başkent Üniversite'sini bu toplantıyı tertiplemiş olmaktan ve 
			bu konuyu seçmiş olmaktan dolayı içten kutlarım. 
			
			Sayın Rektörün söylediği gibi gecikmiş bir toplantı bu; çok 
			gecikerek bu konuyu ele alıyoruz. Bunu çok çok öncesinden ele alıp, 
			tartışmamız gerekirdi, ama bunun nedenleri var. Bu nedenleri sizlere 
			anlatmaya, görüşlerimi paylaşmaya çalışacağım. 
			
			Olay, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış döneminde ortaya çıkıyor. 
			Gerileme ve yıkılış döneminde bu süreçte, bir yandan Balkanlar, öte 
			yandan Kafkaslar'dan Türk ve Müslümanlar, o bölgenin Hıristiyan 
			toplumları ve devletleri tarafından Anadolu'ya doğru itiliyorlar. 
			Balkanlar'daki Hıristiyanların isyanlarını ve bağımsızlık yolundaki 
			mücadelelerini biliyoruz. Kafkaslar'da ise; Rus faktörü var, Rus 
			Çarlığı faktörü var. Bu 1821 Yunan İsyanın'dan alınıp 1922, yani 
			Büyük Taarruz'un sonuna kadar geçen 100 yıllık dönemde ne kadar 
			insanımız bu mücadelelerde öldü, -sivillerden bahsediyoruz- ne 
			kadarı Anadolu'ya sürüldü? Ne yazık ki burada bir Türk tarihçinin 
			değil, İrlanda asıllı bir Amerikalı'nın yazdığı kitaptan bu 
			rakamları size vereceğim. Batılılar arasında belki de, tek dürüst ve 
			onurlu kişi Justin McCarty. Rakam Yunan isyanı ile başlıyor, 1920'ye 
			geldiğimizde 5 milyon ölü ve 5 milyon 300 binin üzerinde Müslüman ve 
			Türklerin Anadolu'ya göç zorunda bırakılması var. Bunu, dünyanın en 
			büyük soykırımı diye kabul edilen Yahudi soykırımıyla mukayese 
			edersek; -daha geçenlerde çıktı biliyorsunuz- 60" ıncı yıl 
			dolayısıyla Auschwitz'in 5 milyon 100 bin Yahudi burada, bu ölüm 
			kamplarında öldürüldü. Ama Yahudi soykırımı bu olaylardan, 
			bazılarından 100-150 yıl sonra, yani zaman içerisindeki nüfusun 
			artışını da göz önüne almamız lazım. O zaman şöyle bir durumla 
			karşılaşıyoruz; 5 milyon ölü. 5 milyon insanın Anadolu'ya gelişi ki, 
			bugünkü nüfusumuzun yüzde 40'ının kaynağını oluşturuyor bunlar. 
			
			Dünyanın en büyük; soykırımsa soykırım, katliamsa katliama ve en 
			büyük exodus yani göçünü oluşturuyor. Bu sürekli olarak gözümüzden 
			kaçtı. Bizi topraklarımızdan, ki bu topraklar, yani biz şimdi 
			Anadolu'yu vatanımız olarak biliyorduk, fakat Balkanlar da, 
			Kafkaslar da bizim vatanımızdı. Hiç kimse oraya fetih için gidip, 
			sonra sömürgeymiş gibi bırakıp, gelmek amacını gütmedi. Oradan bizi 
			geriye atanların bazen telaffuz ettikleri, fakat bazen 
			söylemedikleri bir doktrin var. Bu, restitüsyon ( restituon ) 
			doktrini, yani malı gerçek sahibine iade etme. Bu topraklar Türk 
			toprağı değildir, Müslüman toprağı değildir, bunlar Hıristiyanların 
			topraklarıdır, bunlar eski sahiplerine iade edilmelidir. Bu nedenle, 
			Türkler ve Müslümanlar bu topraklardan atıldıklarında; uluslararası 
			toplum bu vahşeti, hiçbir zaman hukuken suç olarak saymamıştır. 
			Bunlar suç değildir, restitüsyondur, sahibine iade edilmektedir. 
			Yine bu nedenlerle, buradan atılan insanların geriye dönme hakkı 
			tanınmamıştır. 
			
			Şimdi bu iki yönüyle, bugünkü durumla mukayese et. Kıbrıs'ta Rumlar 
			malum nedenlerle 1974 Harekatı'ndan sonra Güney'e gittiler. "Hepsi 
			Kuzey'e geçecek, çünkü onların evleri, arsaları, işyerleri oradadır, 
			buraya gidecekler" Yine restitüsyon var burada. Asıl sahibi o, oraya 
			gidiyor. Yunan İsyanı'ndan sonra da aynı oldu, Kafkaslardan da. 
			Bizden geriye giden yoktur, geriye gitme hakkı tanınmamıştır. 
			Dolayısıyla tek yanlıdır. Bunun sonunda bir Yunan milliyetçiliği "Helenizm" 
			doğdu. Hepiniz biliyorsunuz, bu Osmanlı aleyhine genişledi, 
			Cumhuriyet aleyhine de genişlemek için çabaladı ve bu 
			milliyetçiliğin bir sınırı olmadı. Yani hedef olarak "Ben şuraya 
			kadar gideceğim demedi" niye? Çünkü, restitüsyon denilen şeyin 
			sınırı belli değildi. Anadolu da onların sayılabilirdi, Anadolu'nun 
			da tümünü alabilirlerdi, yani bu yaklaşım karşı tarafta genişleme 
			sınırları belli olmayan bir milliyetçilik yarattı. 
			
			Şimdi Türk ve Müslümanları yerlerinden etmekte uygulanan yönteme 
			geçiyorum. Bu yöntemi 1991-1995 arasında Bosna-Hersek'te gördük. 
			Orada ne yapıldıysa, burada Türk ve Müslümanlar'a da aynısı 
			yapılmıştır. Nedir bu? Evvela militanların, çetelerin yerleşik 
			yerlere saldırmaları, oradaki insanları, sivilleri öldürmeleri, 
			oradan atmaya çalışmaları. Ama belli bir aşamadan sonra, hele hele 
			savaş da kazanılmışsa, ordular bu işi yapmışlardır. Kasabaları, 
			köyleri yıkmışlardır, arazileri, tarlaları yakmışlardır, 
			öldürmüşlerdir ve itmişlerdir belli bir istikamete doğru. İnsanlar, 
			malını mülkünü, çoluğunu çocuğunu bile tam alamadan Güneye, 
			Türkiye'ye doğru kaçmak zorunda kalmışlardır. Şimdi bu 
			Bosna-Hersek'te mahkemesi görülen, -çeşitli davalardan ortaya 
			çıkıyor- General Karadziç, Srebrenitsa'da yapmış olduklarından 
			dolayı giymiş olduğu hüküm; soykırım hükmüdür. Lahey'de biliyorsunuz 
			bunun davası görülüyor. Demek ki Türkleri bu şekilde, vatanlarından 
			atarken işlenen suç aslında soykırım suçudur. Bunu katiyen hafif 
			olarak söylemiyorum; soykırım suçunu 1948 Sözleşmesinin 2 inci 
			maddesindeki tanımına göre söylüyorum. 
			
			Tabii bunun dışında o, uzun yol boyunca bunları koruyacak hiçbir güç 
			olmamıştır. Yani onlara, devletleşmekte olan bu ülkelerin silahlı 
			güçleri veya çarlık Rusya'sı; tüm devlet ve savaş hukuku 
			sorumluklarından mahrum olarak, yoksun olarak cezalandırmak üzere, 
			öldürerek göndermiştir Türkiye'ye doğru. Ondan sonra da Osmanlı 
			zulmünü, yaptıklarını mazur göstermek için kullanmıştır ve bundan 
			dolayı da bugün Türkiye'nin imajı, bütün Avrupa'da tahrip olmuş, 
			bozulmuştur.Bizim imaj bozmamız bizim, aslında 1800'lerin başından 
			itibaren bugüne kadar devam etmektedir. 
			
			Bizim bunlara karşı tepkimiz ne olmuştur? Bizim tepkimiz, Cumhuriyet 
			kurulduktan sonra geçmişi unutmak şeklinde olmuştur. Bunu yaparken 
			de şöyle dedik: "Yani, büyük trajediler geçti, facialar geçti 
			başımızdan, ama bu vatanı kurtardık. O zaman geçmişe bakmayalım. 
			Çünkü, bu insanlarla yaşayacağız, bu devletlerle yaşayacağız. 
			Bunlara karşı kin gütmeyelim. Buradaki tarihi varlığımızı, 
			tarihimizi unutalım, geçen geçmiştir. Biz, ileriye bakalım" ve bütün 
			kuşaklar birbiri arkasından böyle yetiştirildi. Yani bu kuşaklarda 
			intikam duygusu yoktu, intikam duygusu bu kuşaklara verilmedi. Bunun 
			verilmemesinin başka nedenleri de var, "Biz canımızı zaten zor 
			kurtardık bu mücadelede." 
			
			Kuvvet dengesi, bizim bir kez daha oralara gitmemize, vatan 
			saydığımız, yurt saydığımız yerleri tekrar almamıza veya almasak 
			dahi, sivil insanlar halk olarak yerleşmemize imkân vermiyordu, 
			böyle bir hayal yoktu. Bu Türk gerçekçiliği denen şeyin dışındaydı, 
			ama karşımızdakiler böyle değildi. Onlar zaten yeni kurulmuş, 
			genişliyor, genişleme imkânına sahip Batı toplumu uluslararası 
			toplum tarafından, zaten destekleniyorlar. Bu destekle onlar hâlâ 
			elimizde bulunanları alma eğilimini içlerinde muhafaza ettiler, 
			çocuklarına bunu okutmaya devam ettiler. Burası, Anadolu; tarihi 
			bakımımdan onların; bir tarafta Rumlar, bir tarafta Ermeniler; 
			onlara aitti. Tarih uzundu, yarın öbür gün şartlar değiştiğinde ne 
			olacağı bilinemezdi. 
			
			Bu yenilmiş ve yılgın psikoloji, bizim unutkanlığımızın, unutmamızın 
			nedenlerinden birini oluşturuyor. Ama bunun dışında bir başka neden 
			daha var, o da şu; Türkiye'de tabii karizma sözcüğü biliyorsunuz, en 
			fazla istismar edilen, yanlış kullanılan sözcüklerden biridir. 
			Karizma kelimesi, siyasi bilimlerde Max Weber tarafından ortaya 
			atılmıştır. Max Weber, büyük liderin o olağanüstü karizmasıyla 
			toplumu büyük bir felaketten, büyük bir başarıya bir tür anesteziyle 
			geçirdiğini anlatır. Yani acılar, kayıplar unutulur ileriye 
			bakarsınız. Yeni insan, yeni devlet, yeni toplum, yeni değerler 
			yaratacaksınız; bu size büyük bir umut verir ve oraya geçersiniz. 
			Atatürk'ün belki de, -bu konuda Max Weber inceleme imkânına sahip 
			olsaydı- bu olağanüstü örneği bizi ileriye, geleceğe, Cumhuriyete 
			çevirdi; geriye, arkaya bakmamıza yol açtı. Bu aslında belli ölçüde 
			sağlıklı bir toplum da yarattı. 
			
			Fakat psikolojide bir kural vardır, "Büyük kayıplarınızın yasını 
			tutmanız lazım." Bu ailelerde de böyledir, toplumlarda da böyledir. 
			Türk milleti büyük kayıplarının yasını tutmamış bir millettir. Belki 
			bizim bugün, bunca seneden sonra bu konuya eğilmemiz, işte bu yas 
			sürecinin başlangıcı olacaktır. Tabii bu yas sürecine de 
			başlamamızın nedenini unutmayalım. Eğer Ermeniler bizi rahat 
			bıraksalardı, soykırım isnatları olmasaydı; hiçbir zaman bu işe 
			geriye dönüp bakmayacaktık. Şimdi geriye dönüp bakıyoruz. Evet, Türk 
			milleti tarihiyle yüzleşmemiştir, ama sorun Ermeni sorunu değildir. 
			Kendi büyük acılarıyla yüzleşmemiştir Türk milleti, büyük 
			kayıplarıyla yüzleşmemiştir. Böyle bir yüzleşmeye eğer, bu toplantı 
			ve bunun vesile olacağı yazılar, kitaplar yol açacaksa unutmamamız 
			gerekir ki; bu çok zor bir yoldur, çok tehlikeli bir yoldur. 
			
			Ben, kaybın ne olduğunu ilk kez Yunanistan'da hissettim. Benim ailem 
			Yunanistan'ın Arnavutluk sınırından geliyor, yani Yanya'dan. 
			Ailemizin içinde, tabii tahmin edeceğiniz gibi bir Yanya nostaljisi 
			her zaman olmuştur, ama o nostaljinin bana etkisi doğrusunu 
			isterseniz olmamıştı. Ne zaman ki Yanya'ya gittim, ne zaman ki 
			oradaki yıkılmakta olan Türk eserlerini gördüm; işte o korkunç bir 
			duygu. Yani bu duyguyu hissetmek, bunun yasını, yani büyük bir kaybı 
			hissetmek; hem çok zor, hem de çok açıkçası sizde hemen "Burası 
			bizimdi, bizimdir" duygularını uyandırıyor. Bugünün dünyasında bu 
			çok tehlikeli bir şey, tehlikeli, fakat Türkiye'nin normalleşmesi 
			için yasını tutması lazım. Türkiye kayıplarının yasını tutmadığı, 
			kayıplarıyla yüzleşmediği için, bugün Türkiye'den çok kolay toprak 
			alınabileceğini zannedenler var. Türkiye'nin içinde de çok kolay 
			toprak verileceğini umanlar ve sananlar var. 
			
			Bunların aşılması için, doğrudur Ermenilerin söylediği, Türkler 
			tarihleriyle yüzleşmemişlerdir, yüzleşmeleri gerekir. 
			
			Teşekkür ederim. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Efendim, Sayın Büyükelçiye çok teşekkür ediyoruz, 
			çok düşündürücü bir konuşmaydı. Gerçekten, biz tarihimizin bu 
			yüzüyle hiç yüzleşmedik, yüzleşmemiz lazım, yas ta tutmamız lazım. 
			Bunu biraz da yüksek sesle söylemekte yarar var, içeriye değil 
			dışarıya karşı. İçeride de, tabii bir ulusal bilinçlenme açısından 
			kuşkusuz böyle bir politika tam yerinde olacaktır, örtüşecektir diye 
			düşünüyorum. 
			
			Söze başlarken, sadece bir soykırım, etnik arındırma diye bir 
			arındırma literatürde yok. Bu değerli çalışmadan, bazı başka 
			soykırımlar da öğrendim. Sayın Büyükelçi konuşurken, "Acaba Kıbrıs'ta 
			yapılanlar hangi soykırım çeşitlemelerine giriyordu?" diye ister 
			istemez düşündüm. Örneğin bir fiziki soykırım var, etnik soykırım 
			var, kültürel soykırım var, biyolojik soykırım var ki, kitapta 
			dünyanın çeşitli yerlerinde İngiliz ve Amerikan uygulamalarının 
			hangi soykırım çeşidine, grubuna girdiği konusunda da çok çarpıcı 
			örnekler de var. Ekonomik soykırım var, bir grubun sosyal, siyasi, 
			kültürel, askeri ve teknolojik olarak gelişimini veya zaruri 
			ihtiyaçlarının giderilmesini önlemek için; maddi olarak 
			yoksullaştırıp, iflas ettirilmesi ve teslim alınması. Kıbrıs'ta 
			bunun hepsi var. Bu soykırım gruplandırmalarından bir veya birkaçına 
			Kıbrıs'ta rastlıyoruz. Bulgaristan'da rastladık. Kuzey Yunanistan'da 
			Batı Trakya'da rastladık ve en nihayet adamlar; dayak yeyip ülkeyi 
			terk ederken Batı Anadolu'da yaptıklarına da rastladık. 
			
			Ekolojik soykırım var. Belki çoğunuz için yeni bir terminoloji. 
			ABD'nin Irak'ta yaptığı önemli soykırımcı tehcir var, soykırımcı 
			asimilasyon var, etnik temizlik var. Kıbrıs'taki ünlü Akritas Planı, 
			bir etnik temizlik uygulamasının hareket noktasıydı, az kaldı da 
			isteklerine, sonuçlarına ulaşıyorlardı. Bu arada, bu soykırım 
			çeşitlemelerini de ben size iletmek gereğini duydum; çünkü sayın 
			konuşmacılar örnekleri ortaya koyduğu zaman o örneklerin hangi gruba 
			girdiğini kolayca sınıflandırmak olanaklı diye düşündüm. 
			
			Efendim, ikinci sözü Prof. Dr. Hikmet Özdemir'e vereceğim. Kendisi 
			Türk Tarih Kurumu Ermeni Masası Direktörü'dür. Son senelerde 
			yurtdışındaki arşivlerde değerli çalışmalar yaptılar ve bunları 
			yayınladılar yanılmıyorsam. Öyle mi Hikmet? 
			
			Peki, şimdi 15 dakikalık ikinci aşamayı sana veriyorum. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Teşekkür ederim. Sayın Rektörüm, saygıdeğer konuklar, meslektaşlarım 
			ve öğrencilerimiz. 
			
			1940 yılında Amerika'da Pennsylvania Üniversitesi Tarih Bölümü 2'inci 
			sınıf öğrencilerine bir anket dağıtılıyor, bilimsel anlamda daha 
			sonra bunun sonuçları bir bilimsel dergide yayınlandı. Bu ankete 
			göre bir sayfada iki sütun var, birinci sütunda birtakım sıfatlar 
			var. Örneğin, yiğit, korkak, alçak, katil, ırz düşmanı filan gibi, 
			yani negatiften pozitife kadar birtakım sıfatlar var bir sütunda. 
			Diğer sütunda da, kavimlerin, milletlerin isimleri yazılı; 
			Vietnamlılar, Fransızlar, Türkler, Çinliler, Ruslar şeklinde. 
			Öğrenciler, yalnız dikkatinizi çekerim Tarih Bölümü Üniversite 2" 
			inci sınıf öğrencileri. Öğrencilerden istenilen de çok kolay. Söz 
			konusu olan sıfatlarla, diğer sütundaki uluslararasında bir ilişki 
			kurmaları isteniyor. Sonuç, öğrenciler ırz düşmanı, katil sıfatları 
			Türklerle eşleştiriyor. Ben bu araştırmanın sonuçlarını yıllar önce 
			öğrenmiştim. Aradan çok zaman geçti, bu üniversitede 4 yıl önce 
			Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde siyasi tarih 
			dersleri verirken, bu araştırmanın sonuçlarını öğrencilerimize de 
			anlattığımı çok iyi hatırlıyorum. 
			
			Şimdi buradan başlamak istiyorum, "Acaba 1940'larda Amerika Birleşik 
			Devletleri'nde 18-19 yaşındaki çocukların, gençlerin biz Türkler 
			için, hem de hiç tanımadıkları Türkler için katil, ırz düşmanı 
			sıfatını yakıştırmalarının sebebi ne olabilir?" diye hep birlikte 
			düşünebiliriz. Hepinizin yerine sesli olarak ben düşünmeye gayret 
			edeyim; bunun bir tek nedeni vardır; çünkü 6-7 Eylül hadiseleri 
			1950'lerin sonuna doğrudur, Kıbrıs meselesi de sonradır. Ama 40'ların 
			başında 19 yaşında gencecik öğrencinin böyle düşünmesinin bir tek 
			nedeni vardır. O da Birinci Dünya Savaşı başladığı andan itibaren 
			yapılan propagandadır; Türkiye aleyhindeki propagandadır. Esas 
			itibarıyla söylemek istediğim şeylerden biri şudur: Osmanlı 
			İmparatorluğu, Sayın Büyükelçimiz çok güzel bir perspektif çizdiler, 
			"Balkanlar ve Kafkaslar'dan göç eden, göç etmek zorunda bırakılan 
			Türk ve Müslüman unsurlar Anadolu'ya geldiler" dediler. Şimdi 
			Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu'da 
			yaşayan Gayrimüslim unsurlarından, özellikle Ermeniler için 
			konuşuyorum, bir büyük ayaklanma planlanması sonucu bir kısmının 
			zorunlu göçe tabi tutulduğunu biliyoruz, çok önemli bir kısmının da 
			4 yıllık savaş sürecinde ve savaştan sonra ve Lozan'a doğru 
			geldiğimiz dönemde mülteci statüsünde Ortadoğu coğrafyasında ve 
			diğer ülkelerde Fransa'da, Amerika Birleşik Devletleri'nde 
			yerleşmeyi tercih ettiklerini biliyoruz. Bunların hepsini saptamış 
			durumdayız. Bugün diaspora adı altında, Ermeni diasporası adı 
			altında faaliyet gösteren kesimler; Avrupa ve Amerika Birleşik 
			Devletler'inde, işte bu Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı 
			İmparatorluğu'ndan giden Ermenilerin 3 üncü, 4 üncü kuşağıdır. 
			
			70'li yıllarda diplomatlarımızı katleden de bu kuşaklardan gelen 
			gençlerdir. Diasporanın çeşitli kuşakları üzerine Amerika'da 
			Avustralya'da bilimsel çalışmalar da vardır. Birinci kuşak için 
			böyle şeyler söz konusu değil, ama üçüncü kuşakta, artık silahlı 
			eylemlerle Türk diplomatlarını katletme derecesine kadar gözü dönmüş 
			bir topluluk yetiştirilebiliyor. Tabii bu topluluklar 36 
			diplomatımızı, görevlimizi katlettikten sonra nedense birdenbire 
			durdular; şimdi daha farklı yöntemleri kullanıyorlar. Esasında bugün 
			yeniden, Sevr'in olduğu gibi bütün koşullarıyla birlikte dayatıldığı 
			bir dönemi yaşamaya başlamış durumdayız. Tabii Amerikan 
			Cumhuriyeti'nin temelinde olduğu gibi, bizim Cumhuriyetin temelinde 
			de bu göçmenlik psikolojisi, mültecilik psikolojisi vardır, bizde de 
			vardır. Bizde, Sayın Büyükelçimiz vurguladılar "Geçmişi unutmak 
			şeklinde" bir tercihimiz olmuştu. 
			O 
			zamanki devlet yönetiminin böyle bir tercihi ders kitaplarına da 
			yansımıştı. O kadar ki, ben 2002 yılında bir profesör olarak Türk 
			Tarih Kurumu'nda Ermeni Araştırmaları ile ilgili bir faaliyetin 
			içine gelene kadar Ermeni meselesi hakkında hiçbir bilgiye sahip 
			değildim. Bu nasıl bir eğitim sistemi ki profesör yaptığı adama dahi 
			Ermeni meselesini öğretemiyor, öğretememiş. Bizim ders kitaplarımız 
			Batı cephesini belki anlatıyordu, ama Doğu Cephesini ve Doğu 
			Cephesi'nde kimlerle savaştığımızı hiç anlatmıyordu. Açıp 
			bakabilirsiniz; merhum General Fahri Belen'in "20'inci Yüzyıl Tarihi" 
			Osmanlı tarihiyle ilgili eserinde Ermeniler'den hiç söz edilmez. 
			Sayın Büyükelçimizin saptaması çok doğrudur "Bu geçmiş, bir tercih 
			olarak unutulmuştur" Bu aslında, bir büyüklük anlamında anlaşılması 
			gereken bir şeydir. Fakat ne yazık ki hiç kimse tarihi ve geçmişi 
			unutmamış, özellikle mülteci olarak başka ülkelere gidenler kendi 
			öfkelerini, yaşadıklarını, gözlemlerini savaş koşullarındaki 
			değerlendirmelerini oraya taşımışlardır. Bunu kuşaktan kuşağa geçen 
			bir kin ve öfke dalgası halinde, kabaran bir dalga halinde bugüne 
			kadar getirmişlerdir. 
			
			Yine 1940'larda adını çok iyi hatırlıyorum Kerküklü bir şair Leyla 
			hanımefendinin bir şiiri var. Diyor ki: "Hatıralarınızı yüklenip 
			gidebilir misiniz?" Bizimkiler Balkanlar'dan, Kafkasya'dan 
			hatıralarını yüklenecek vakte ve imkâna sahip değillerdi, ama Ermeni 
			diasporasını bugün oluşturanlar bütün hatıralarını olduğu gibi 
			naklettiler. Yani demek ki burada bizim ciddi bir yanlışımız, 
			eksiğimiz var. 
			
			Üzerinde durmak istediğim bir diğer konu; Birinci Dünya Savaşı'yla 
			beraber özellikle "Cihat Kararı"nın alınması ki, o cihat kararının 
			alınması da zaten zorunludur. O günkü koşullarda bütün kaynakları 
			seferber edebilmek için, bütün kesimleri seferber edebilmek için "Amerika 
			Birleşik Devletleri'nde misyonerlerin faaliyetleri bunlardan 
			etkilenecek" diye büyük bir endişeye yol açmıştır. Nitekim, 1921 
			tarihinde büyük Atatürk'ün bir Amerikan gazetecisine verdiği 
			mülakatta işaret ettiği bir husus son derece önemlidir. Orada 
			Atatürk özellikle misyonerlerin faaliyetlerine işaret ederek, "Onlar 
			bütün bu olup bitenlerden dolayı, manevi açıdan sorumludurlar" der. 
			Bunun üzerinde de düşünmemiz gerekir, yani misyonerlerin manevi 
			sorumluluğu. 
			
			Şimdi çok milletli, çok dinli, çok dilli bir imparatorluk. Bu 
			imparatorluk süreç içerisinde dağılmak, parçalanmak zorunda. Herkes 
			kendi ulusal devletini kurmak için planlar yapıyor, kongreler 
			düzenliyor; Türkler bir şey yapmak istedikleri zaman, yani Türk 
			Milli Devlet'ini kurmak istedikleri zaman bu ayıp karşılanıyor. 
			Bugün de hâlâ bu ayıp karşılanıyor, bazı aydınlarımız tarafından. 
			Oysa bu coğrafya üzerinde Türklerin de kendi ulusal devletlerini 
			kurma hakları olacaktı. Bu tarihi bir haktı, bu aynı zamanda 
			kaçınılmaz bir durumdu. Yani İmparatorluğun sahibi durumundaki bir 
			ulus, kendi aklını başına topluyor, diyor ki, "Ben kendi ulusal 
			devletimi kuracağım." 
			
			Burada konuşmamın birinci kısmında üzerinde durmak istediğim, bir 
			başka nokta da şudur: Uluslararası ilişkilerde bir imaj sorunu, 
			algılama sorunu var. Bu 19'uncu Yüzyıl sonu itibarıyla da vardı, 
			bugün de aynı şekilde var. Fakat doğrusu bilimsel açıdan oturup bir 
			araştırmak gerekir; Atatürk'ün Türkiyesi ile ilgili böyle bir sorun 
			var mıydı, acaba Atatürk'ün Türkiye'sinde, 1930'lar Türkiyesi'nde 
			dünya bizi nasıl algılıyordu? Dış ziyaretler bir ölçü olarak kabul 
			edilebilirse Sayın Rektörüm, Atatürk Türkiyesi'nin dış dünyayla olan 
			ilişkileri bir veri alınabilirse, bu Birinci Dünya Savaşındaki 
			imajın, propagandayla yaratılan imajın önemli ölçüde yüzeyselleşmiş 
			olduğu görüşündeyim. 
			
			Buna bir örnek olarak İngiltere'yle olan ilişkilerimizi incelediğim 
			için söylüyorum, onu gösterebilirim. Yani İngiliz kralının 
			Türkiye'yi ziyaret etmesi, İstanbul-Çanakkale'ye gelmesi, İstanbul'a 
			gelmesi, Atatürk tarafından karşılanması ve bu sırada Times 
			Gazetesinde enteresan bir haber. Times Gazetesi diyor ki; "Bugüne 
			kadar Konstantinopol diyorduk, bu tarihten sonra İstanbul diye 
			yazacağız" diyor. Londra'da ve İngiltere'de yaşayan Rumlar da ayağa 
			kalkıyorlar "Siz bunu nasıl yaparsınız?" diyorlar. Şimdi, Birinci 
			Dünya Savaşı'yla ilgili bütün bu parçalama planlarının arkasındaki 
			devletin İngiltere olduğunu biliyoruz. Hatta şu kadarını söyleyeyim: 
			İzmir'in Yunanlılar'a verileceği 1914 yılında İngiliz savaş 
			kabinesine sunulan haritalarda belirtilmiştir. Oysa biz bunun 4 sene 
			sonra olduğunu düşünüyorduk, o zaman kararlaştırıldığını 
			düşünüyorduk. 1914'te İngiltere, Yunanistan'a İzmir'i veriyordu. 
			
			Burada tabii Osmanlı'daki, Anadolu'daki Gayrimüslim unsurların 
			Birinci Dünya Savaşı'ndaki durumunu incelerken şöyle bir düşünceye 
			sahip olmamamız gerekiyor: 1915 yılında bazı ayaklanmalar oldu ve bu 
			ayaklanmalar sonucu Osmanlı Hükümeti ayaklanmalara katılan, yani 
			siyasi harekete katılan, silahlı harekete katılan grupları aldı, 
			etkisiz hale getirdi ve bunların önemli bir kısmını Suriye'ye, 
			Mezopotamya'ya gönderdi. Bu yalnızca 1915 yılı için söylenebilecek 
			şeydir. Oysa bugün bizim önümüze konan Türk-Ermeni ihtilafını 
			değerlendirirken üç farklı evre vardır. Bunlardan birincisi sadece 
			budur, yani bu ayaklanmalar ve ayaklanmalar sırasında, yani savaş 
			altında bir krizin yönetilmesidir. 
			
			İkinci evre; 1916 Ocak ayından, 1918'e kadar neredeyse gelir, Doğu 
			Anadolu'daki Rus işgali sırasındaki Ermeni katliamlarıdır, yani 
			Ermenilerin Türkler'e yönelik katliamlarıdır. Burada ne kadar 
			insanımızın öldürüldüğü çıplak belgelerle herkesin görebileceği 
			şekilde Genel Kurmay Başkanlığımız tarafından, Askeri Tarih 
			Başkanlığımız tarafından ve devlet arşivlerimiz tarafından orijinal 
			belgeleriyle yayınlanmıştır. Hangi köyden, ne kadar insanımızın 
			öldüğü toplam rakamları sanıyorum Arşiv Genel Müdürümüz 
			söyleyeceklerdir, 600 bin civarında. Sadece o 1916 Ocak'ından 1918'e 
			kadar öldürülen Türklerin sayısıdır. 
			
			Bundan sonra üçüncü evre var; Mondros'la beraber silah bıraktıktan 
			sonra, Suriye'ye Mezopotamya bölgesine gönderilen Ermenilerin tekrar 
			Anadolu'ya dönüşleri ve bunların dönüşleriyle beraber yer yer 
			başlayan silahlı çatışmalar, katliamlar. Bunun hemen sonrasında da 
			güneyde Fransız ve İngiliz işgaliyle beraber 1922 yılının başına 
			kadar süren, -Maraş ve Antep'teki direnişler aşağı yukarı Ankara 
			Anlaşması'ndan biraz sonra da devam etmiştir- Ermenilerle doğrudan 
			bizim çatışmamız söz konusudur ve Ermenilerin yaptıkları katliamlar 
			söz konusudur. Doğu Cephesindeki Türk-Ermeni Savaşı ise; -ben ona 
			Türk-Ermeni Savaşı diyorum, çünkü karşımıza artık bir Ermenistan 
			Cumhuriyeti vardır ve onun bir milli ordusu vardır, bize karşı 
			savaşmıştır- Kazım Karabekir Paşa'nın kuvvetleri derslerini verene 
			kadar, Gümrü Anlaşması'na kadar devam etmiştir. 
			
			Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Osmanlı çökerken, dağılırken 
			veya parçalanırken -hangi kavramı kullanırsak, kullanalım- belirli 
			bir zamanda Balkanlar'dan ve Kafkaslar'dan Türk unsurlar, Müslüman 
			unsurlar Anadolu'yu anavatan belleyip buraya sığınıyorlar. Savaş 
			sırasında görülen, ortaya çıkan çatışmalar nedeniyle; Ermenilerle 
			ilgili olarak zorunlu göç kararı alınıyor ve bu göç kararıyla 
			Suriye'ye ve Mezopotamya'ya yerleştirilen Ermeniler daha sonra 
			Sevr'den önce, yani General Allemby'nin Halep'e girmesinden sonra, 
			General Allemby'nin de talimatıyla aynı zamanda bizim İttihatçı 
			Hükümetin de o konuda kararı var, "Zorunlu göçe tabi tutulanlar 
			tekrar yerlerine dönsünler" diyorlar ve bunlar yerlerine dönüyorlar. 
			Bu şekilde yerlerine dönenlerin sayısı bir hayli yüksek. 
			
			Acaba Lozan'da ne oldu? Lozan ki bizim Türkiye Cumhuriyetimizin tapu 
			senedidir, Türkiye devletinin tapu senedidir. Bu tapu senedi 
			İngilizlere, Fransızlara, Avrupalılara kabul ettirilirken söz konusu 
			olan o Osmanlı tebaası olan Ermeniler nereye gitti? Lozan'da olan 
			şey şuydu: Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Lozan'a giden heyete tek 
			bir sayfa halinde bir talimatı vardı. Onlara verdikleri talimatta 
			örnek olarak; "Şu konu masaya sizin önünüze gelirse Ankara'ya 
			soracaksınız. Şu konu masaya gelirse kendiniz karar vereceksiniz, 
			ama bir tek konu vardı; Ermenilerin, eğer Anadolu'dan yurt isteme 
			konusu masaya gelirse; kalkıp, bavullarınızı alacaksınız, Ankara'ya 
			döneceksiniz" Yani diyor ki; "Bize dahi sormayacaksınız, 
			döneceksiniz" 
			
			Dolayısıyla Sevr'den Lozan'a geçiş sürecini, eğer anlayamamış isek… 
			
			İkinci turda Lozan kısmına devam etmek üzere burada noktalıyorum. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Evet, Sayın Özdemir'e teşekkür ediyoruz, aslında 
			nereden kalktık, nereye geldik diye insan düşünmeden edemiyor, çünkü 
			geçenlerde bir TRT İNT'te toplu tartışmadaydık, bir genç arkadaşımız; 
			"Neden korkuyoruz, bir Kürt devleti kurulsun, ne olur ki, başımıza 
			ne gelir ki? Ermenistan da kurulurken aynı korkuyu yaşadık, hiçbir 
			şey olmadı" Evet, Lozan'da böyle bir tavır var ve Lozan sırasında 
			büyük Atatürk'e soruyorlar, "Siz, bağımsız bir Ermenistan 
			kurulmasına karşı mısınız?" diyorlar. "Hayır, sınırlarımızın dışında 
			kurulacak olan bir Ermenistan'ı saygıyla karşılarız" diyor. O zaman 
			Türkiye'nin ipleri büyük Atatürk'ün elinde. Şimdi bir de geldiğimiz 
			noktaya bakın, yavaş yavaş Kürt devletinin kurulmasını toplumda 
			kabul edilebilir göstermeye yönelik, birtakım televizyon 
			kanallarında yönlendirmeler başladı; çok uyanık olmak durumdayız 
			diye düşünüyorum. Tabii eğitim sistemimizde çok büyük açıklıklar 
			var. Hep, "Aman uzlaşmaz toplum görünümüne girmeyelim, o üzülmesin, 
			bu süzülmesin" derken geldiğimiz nokta bu. 
			
			Sadece Ermeni meselesi değil. Bugün üniversitede sorunuz, yabancı 
			literatüre girmiş olan bir kesfion doryon diye uluslararası sorun 
			var. Doğu sorunu, Şark meselesi. Sorun bakalım, üniversiteli 
			öğrencilerimizden kimler biliyor, nasıl biliyorlar, ne anlıyorlar? 
			Çeşitli zamanlarda sorduğunuz zaman; "Doğu, Güney, Güneydoğu ve Doğu 
			Anadolu'daki ağalık sistemi falan" deyip, kestirip atıyorlar. 
			Böylesine Batı'dan bize yönelik olan ve devam da edeceği, artık 
			bütün göstergeleriyle ortaya çıkan uluslararası projeler karşısında 
			toplumu bilinçlendirmezsek, yarın hazırlanacak tuzaklara çok çabuk 
			düşeriz. 
			
			Evet, sözü değerli bir Büyükelçimize, bir başka Büyükelçimize; 
			emekli Büyükelçimiz Sayın Bilal Şimşir'e veriyorum. Kendisinin bir 
			de başka unvanı var, tarihçi kişiliği de var, çünkü yerli-yabancı 
			arşivlerdeki çalışmaları ve yayınlarıyla tanınıyor. Ben hemen sözü 
			kendisine bırakıyorum. 
			
			Buyurun Sayın Büyükelçi. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Teşekkür ederim Sayın Başkan. 
			
			Hemen unutmadan söyleyeyim: Atatürk 1925 yılında kayınpederi Muammer 
			bey'e bir aile sohbetinde "Son 10 yılda, -yani 1915'den,1925'e kadar 
			kastediyor- Türk milleti 8 milyon telefat verdi" Bu sözleri İzmir'deki 
			İngiliz Konsolosun kulağına gidiyor, ben de İngiliz belgelerinden 
			öğreniyorum. -bu belgeyi, İngiliz belgelerinde Atatürk diye benim 8 
			ciltlik bir kitabım var, onun 5'inci cildinde var- Sayın Büyükelçi 
			Aktan gayet yerinde bir saptamayla "Bu iş Balkanlar'da ve 
			Kafkaslar'da başladı, sonra Anadolu'ya kaydı" dedi, yani Türklere 
			karşı yapılan katliamlar. 
			
			Buna, ben de şu eklemeyi yapayım: Bu işin temelinde milli devlet 
			felsefesi yatıyor. Durup dururken katliam yapılmıyor. Bir milli 
			devlet felsefesi var, bu milli devlet felsefesinin en basite 
			indirgenmiş şekli; "Her milletin, etnik toplumun bir devleti olacak. 
			Her etnik milli devlet içinde yalnız bir millet olacak" Yani 
			Yunanistan kurulursa yalnız Yunanlılar olacak. Böyle olunca, yani bu 
			radikal görüş böyle olunca; oradaki Türkler'e ya yok olmak, ya def 
			olmak düşüyor. Başka yolu yok. 
			
			Balkanlar'da bunun uygulaması, bunun çok acıklı uygulanması oluyor 
			ve Yunan ayaklanmasıyla Mora'daki 1821'de başlayan Yunan 
			ayaklanmasıyla -onlar bağımsızlık savaşı diyorlar- başlıyor ve çok 
			feci bir şekilde katliamlar yapılıyor. Orada yeterince askerimiz 
			yoktu ve bizim halkımız küçük küçük kalelere sığındılar ve teker 
			teker o kalelerden anlaşmayla teslim alındılar ve teslim alınır 
			alınmaz hepsini katlettiler. Mora'nın merkezi Treephollyche şehriydi. 
			Treephollyche'de o tarihte 1821'de 35 bin Türk vardı, anlaşmayla 
			teslim oldular. Çünkü aylarca aç kaldılar ve teslim oldular, hatta 
			teslim almak için şu şantajı da yaptılar: Kalenin önünde 
			bizimkilerin, kalenin içindeki olanların görebileceği yerde, "Teslim 
			olmazsanız hepsini öldüreceğiz" diyerek, teker teker 60 Türk'ü 
			öldürdüler. Bu manzaranın yanında 400 tane de Avrupalı subay var. 
			Yunan ayaklanmasını, biz yalnız Yunanlılar yaptı zannediyoruz. 
			
			Bütün Avrupa'dan Helenler, Fil Helenler, dalga dalga para yardımı, 
			subay yardımı, asker yardımı gönderdiler. 
			Şu kitap "Drees my that grease my steel be free" bu söz, İngiliz 
			şairi Byron'un bir şiirinden alınmıştır. Byron, Yunan ayaklanmasına 
			katılmıştır ve orada hastalıktan ölmüştür. Bunu yazan da gene bir 
			Yunan dostu Flalen'dir, fakat bunun içinde Türk katliamlarına dair 
			korkunç, tüyler, ürpertici şeyler vardır. Mesela 9 Ekim 1821'de 
			Treephollyche teslim alınıyor, aynı gün 10 bin kişi katlediliyor. 
			Zenginler bir tarafa ayrılıyor, onlardan hayatlarına karşılık 
			servetlerini, paralarını alma hesaplanıyor ve bir kısmı "servetini 
			nereye sakladın" diye işkenceyle öldürülüyor. Bir kısmı kurtulmayı 
			başarıyor, Hamdullah Suphi Tanrıöver'in sülalesi bunlardandır. Suphi 
			Paşa'nın sülalesi, bu para karşılığı canlarını kurtarmış 
			olanlardandır. Mısır'a gidiyorlar, Mısır'dan İstanbul'a dönüyorlar, 
			canlarını kurtarıyorlar. 
			
			Bu, bütün kasabalarda böyle devam ediyor. Navarin 
			Ağustos 1921'de teslim alınıyor ve katlediliyor. Bilmem Patras, 
			Eğriboz, Zeytin, Lepantof vesaire, say say bitmiyor. Mora'nın 
			doğusunda upuzun bir ada vardır. Eğriboz adası, şimdi buna Rumlar 
			Kalkis Adası diyorlar, Venedikliler de Negroponte diyorlardı. Bu ada 
			silme Türk adasıydı, hepsi katledildi. Bu katliamları ve bunu 
			Avrupalılara gülerek anlattılar; "Türkler nerede kaldı? Ay, Türkleri 
			yuttuk" diye. Ben Tuna vilayeti Türklerindenim, Şumnu sancağındanım. 
			1877-1878 savaşında benim dedem Tuna cephesinin Karahasanköy 
			muharebesinde şehit düşmüş. Onun kızı, babaannem; 8 yaşında öksüz, 
			yetim kalmış. Ben onun şeylerini dinledim, kulaklarımda hâlâ 
			çınlıyor. Mesela bir olay; bizim o bölgeden yaklaşık 50 küsur köy, 
			Ruslar gelirken göçe kalkışıyorlar, Ruslar Ziştoy'dan giriyor, 
			batıdan, bizim mıntıkaya göre batıda kalıyor. Batıdan Osman 
			Pazarı'na doğru, bizimkiler Osman Pazarı'na doğru yürüyorlar, Osman 
			Pazarına gelince ikiye ayrılıyorlar. Birisi Varna'ya gidelim, 
			Varna'dan gemiyle kendimizi Anadolu'ya, İstanbul'a kendimizi atalım. 
			Bir kısmı güneyde Edirne'ye ulaşalım diyorlar, Kazan geçidi var 
			orada Kotel diyorlar, Kazan geçidi. Bu 30 köyün ahalisi Kazan 
			geçidine gidiyor ve bir tek kişi kurtulmuyor, Kazan geçidinde Rus 
			kazaklarıyla Bulgar çeteleri beraber şey ediyorlar, yalnız henüz 
			konuşma bilmeyen 1-2 yaşlarındaki küçük çocuklar alınıyor, Tırnav'da 
			Bulgar ailelerine dağıtılıyor ve bunlar Bulgarlaştırılıyor. Bu olayı, 
			bana çok sonra anlattılar. Oraya gelince bizimkiler susuyorlardı, "Ne 
			oldu?" Babaannemin bir lafı vardı, "Canımızı Edirne kırığına 
			atamadık ki, kaldık ki" Edirne kırığı dediği Trakya idi, Trakya 
			lafını bilmezdi, Edirne kırığı derdi; yani Edirne kırığına canlarını 
			atabilirlerse. Ama Edirne kırığına canlarını atanlarda nasıl oldu? 
			
			Bu işin nasıl organize edildiğini, ben üç yıl 
			kitap yazdım. Sırf üç yıl için, Rumeli'den Türk göçleri ve bu olayı 
			anlatan, sırf bu olayla ilgili, yani 93 Harbi'ndeki. Bu annemin 
			anlattığı, ben sonra tarihçi oldum güya, tarihçi olacağım, asistan 
			oldum, bakıyorum, karıştırıyorum o dönemin kitaplarını, işte Şıtka 
			var, askeri tarihte Plevne var, siyasi tarihte de Ayastefonos 
			Anlaşması var, Berlin Anlaşması var. Bizimkiler hiç yok, insan yok. 
			Sanki boş bir alanda iki ordu savaşıyor, fakat insan yok. Halbuki 
			bunu araştırmayı yaparken de Fransa dedi. Fransızlar tarihin sosyal 
			tarafına bakıyorlar, mesela büyük ihtilalde Bastiy zindanına 
			saldırırken, şöyle bakıyorlar: "Vay o tarihte Bastiy Bölgesinde ne 
			kadar ekmek fırını vardı, ne kadar nüfus vardı, kaç kişi açtı, nasıl 
			yaşıyorlardı?" Bunları anlatıyorlar, halbuki bizde bu taraf hiç yok 
			ve Yunan ayaklanmasında, o Yunan ayaklanmasında bütün Mora'daki 
			Türkleri kılıçtan geçirdiler. Bizim ne sanatımıza yansımıştır, ne 
			edebiyatımıza yansımış, ne de tarihimize yansımıştır. Ver De Laukre 
			diye ünlü bir Fransız ressamı vardır, o savaşta, güya o da imajına 
			hayalin "Sakız Adası'nda Rumları katletmişiz" diye, "Sakız Katliamı" 
			diye bir tablosu vardır, Louvre Müzesinde sergilenir. Hani bizim 
			tablolarımız? Hani bizim edebiyatımız? Şair Azam Hamit, yarı uzun 
			ömründe, mesela bir örnek olarak söylüyorum, uzun ömründe 85 yıl 
			yaşamıştır, Allah rahmet eylesin, yarım asırda altı tane savaş 
			görmüştür. Altı savaşta altı satır yazmamıştır, ama Endülüs'ü 
			anlatmıştır, Pencap'ı anlatmıştır, Tarık'ı anlatmıştır, hayal 
			dünyasında dolaşmıştır. Bu mudur edebiyatımız? Bu mudur? Yani Rus 
			edebiyatına bakıyoruz, Harp ve Sulh'u yazıyor, kendi tarihinden 
			örnek alıyor. Benim tarihim havalarda dolaşıyor, benim edebiyatım. 
			Müziğimde yok, edebiyatımda yok, kültürümde yok ve bu kitabı da 
			okuyan yok. "Kerpiç keper kitap yazılmıyor, Reedable Size'lı kitap 
			yaz da okuyalım" diyorlar. 
			
			Rusların bu 93 Muharebesini, 93 Savaşını 1877…Savaşını 
			hazırlarken, başka Türk-Rus savaşlarında olmayan bir şey yapıyorlar. 
			Biliyorsunuz, bir düzine savaşımız vardır Güney Türkleri olarak. 
			Kazan Türkleri'nin de 25 tane savaşı vardır Ruslarla, bizim de 12 
			tane savaşımız var, ama ötekilerde olmayan bir şey yapıyorlar. 76 
			yılında daha savaşa bir yıl varken, Bulgaristan Mülki İdari 
			Teşkilatı diye bir teşkilat kuruyorlar. Bir taraftan Başkomutanlık 
			var girecek, ama Başkomutanlığın yanı sıra bir tane sivil örgütleme 
			şeyi var. Bunun başında da gayet gaddar bir Pandislavist adam 
			koymuşlar, Prens Vladimir Çaykaski diye. Bunlar daha savaş 
			başlamadan önce masaya yatırıyorlar Osmanlı İmparatorluğu'nun Tuna 
			ve Edirne vilayetlerini. Tuna vilayeti, biliyorsunuz Balkanın 
			kuzeyinde, Tuna'yla Balkan Sıradağları arasında, Edirne vilayeti de, 
			Balkan Sıradağlarından Ege'ye kadar bölüm. Bir yatırınca şunu 
			görüyorlar: Tuna vilayetindeki nüfus 1130000 Bulgar var, 1125000 
			Türk var Tuna'da. Güneyde Edirne vilayetinde ise, Bulgarların 
			nispeti daha az, Türkler daha da yoğun. Bir de toprak mülkiyetine 
			bakıyorlar, toprak mülkiyetini inceliyorlar, Tuna vilayetinde 
			işlenebilen toprakların yüzde 75'i Türklerin elinde, yüzde 25 
			Bulgarların. Birinci prensip; "Böyle bir yerde üniter bir Bulgar 
			Milli Devleti kurulamaz" Bunu yazıyorlar, Rus belgelerinden kendi 
			konuşmalarından bunları inceledim. Fransa'da bunların hepsini buldum, 
			Rusçalarını da. Rusça, Bulgarca da biliyorum ben. Onların orijinal 
			kaynaklarından yararlandım. 
			
			Diyorlar ki; Prens Çaykaski "Bu nüfusu buradan ya 
			def etmek lazım, ya yok etmek lazım." Mutedil insanlar da var grupta. 
			"Nasıl olur, olacak şey mi, Avrupa ne der?" diyor. Çaykaski'nin 
			aynen lafı "Avrupa'nın bana söyleyeceği sigara dumanı kadar gelmez." 
			Vız gelir, tırıs geçer demek, yani Türkçe'si bunun ve ekliyor "Yumurta 
			kırmayı göze alamayan, omlet yiyemez" diyor ve devam ediyor "Tarihi 
			anlarda, tarihi kararlar vermek lazımdır. Türkleri, ilk akla gelen 
			şey nüfus mübadelesi yaparsın, madem ki kuracağın Bulgar devletinin 
			içinde bu kadar Türkleri istemiyorsun, güneydeki Bulgarları kuzeye 
			al, kuzeydeki Türkleri de güneye gönder."diyor, Bu kafalarında hiç 
			yok. İki şey düşünüyorlar. Birincisi ve uygulamaya da başlıyorlar; 
			Tuna vilayetinden ve Edirne vilayetinden Türkleri, Rusya içine 
			dağıtmak. Bunun küçük çapta uygulamasına da başlıyorlar. Savaşın ilk 
			aylarında esir aldıkları askerlerle birlikte sivil halkı da toplayıp 
			gönderiyorlar. Buna Savunma Bakanı Milutın engel oluyor. "35 milyon 
			insanı sen sürebilir misin? Sen söyle olacak iş miydi senin 
			yapacağın şey?" diyor. Daha sonra sürgün kalıyor. 
			
			Bu defa bunları göç ettirmek. Ama göç ettirmek 
			için de toprağına bağlı bir insan, kitle kolay kolay göç etmez, yani 
			kolay değildir bir insanı göç ettirmek. Bir berber olsa, küçük 
			sanatkâr; çantasını alır her yerde sanatını icra eder. Ama toprağa 
			bağlı kişinin göç ettirilmesi zor. Bunun için üç aşamalı bir şey 
			hesaplıyorlar. İlkönce Bulgar Gönül Tavırları kuruyorlar, bunları 
			silahlandırıyorlar; Türklerin üzerine bunları saldırıyorlar, ama 
			emin değiller, "Bulgarların gücü yetmez buna, bu Türkleri buradan 
			söküp atmaya" diyorlar. 
			
			İkinci aşama; Türklerin üzerine Don Kazaklarını 
			salıyorlar. Don Kazakları süvari ve mızraklı insanlar; bunlar büyük 
			ordu birliklerinden ayrılıp, 30 kilometre, 40 kilometre, 50 
			kilometre içerlere dalıyorlar, köylüleri vuruyorlar. Bunun izahını 
			da şöyle yapabiliriz diye düşünüyorlar: "Bunların nasıl olsa başı 
			bozuk, bunlar kontrolden çıkmış, yani Başkomutanlık bunlara 
			hükmedemedi falan" diye bunu tevhil etme yolunu da önceden 
			düşünüyorlar, ama bu da yetmezse o zaman büyük Rus ordusu devreye 
			giriyor ve Rus ordusu Türkleri defetmek için birkaç kere devreye 
			giriyor. Önce, bir gece yarısı Ziştovi'den Tuna'ya atlıyor Ruslar. 
			Tuna kıyısında bulunan Ziştovi kasabasındaki Türleri temizliyorlar 
			Rus Ordusu. Daha sonra birçok köy ahalisi Ruslar'dan kaçarak Bela 
			Ormanı'na sığınıyor. Rus Ordusu Bela Ormanındaki kitleleri de 
			temizliyor, ondan sonra daha büyük bir katliam 1878 Ocak'ında 
			Edirne-Harmanlı arasında büyük bir göçmen kafilesi Edirne'ye 
			ulaşmaya çalışıyor. -Yabancı gözlemcilerin, muhabirlerin tahminine 
			göre 50-60 bin insan var bu göç kafilesinde- General Burkov ordusu 
			öncü kuvvetleri bu kafileyi, bu kitleyi top atışıyla imha ediyor ve 
			sonra da "Soran olursa, bunları asker zannettik" diyor. Bazı 
			fotoğrafları da, gravürleri de yayınladılar o zaman. 
			
			Benim tahminim, tabii kesin rakam bulmak zor, biz 
			Osmanlı istatistiğini gerçek anlamda Cumhuriyet'te yerleştirdik. 
			Parasının hesabını bilmeyen hacı ağa gibi, nüfusunu da tam bilmeyen, 
			sayımını suyumunu bilemeyen, bir de o kargaşa içinde tam sayıyı 
			tespit etmek zor, ama yabancı belgelerde, -bu kitapların çoğu 
			yabancı belgelere dayanıyor- benim tespit edebildiğim kadarıyla, 
			yani yaklaşık olarak 1.5 milyon kişi, yani bunlar göç edenlerle 
			birlikte, fakat yarım milyonu geçiyor. 
			
			Bana 15 dakika veriliyor, yalnız Ermeni 
			meselesinde benim 16 cilt kitabım var. Bunların adlarını söylemek 
			bana yetmez. 
			
			Peki, teşekkür ederim. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Sayın Şimşir çok teşekkür ederim. 
			15 dakika değil, tam 20 dakika verdim size; çünkü o kadar heyecanlı 
			ve güzel konuşuyordunuz ki kesmeye kıyamadım. 
			
			Şimdi, Sayın Sarınay meslektaşımıza söz vereceğim 
			15 dakika tabii. Devlet Başbakanlık Arşivi Genel Müdürü; 
			arşivlerimizde bulunan Ermenilerle ilgili çok değerli dokümanlar 
			yayınladı cilt cilt. Böylece Ermenilerin "Türkiye Cumhuriyeti 
			arşivlerini açmıyor, çalışamıyoruz falan" yaygaraları bir ölçüde 
			bitirilebildi. Bilmiyorum bize karşı yapılan katliamlarla ilgili 
			çalışmalar oldu mu, yayınlar oldu mu? Şimdi kendisinden bizzat bu 
			konuları alacağız. 
			
			Buyurun efendim. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Sayın Rektörüm, değerli konuklar; bu dağıttığımız 
			çizelge bizzat biraz önce Hikmet Özdemir hocamın da bahsettiği 
			belgeli, tutanaklara bağlı olan katliamların listesidir. Hemen 
			peşine de doğrudan tespit edilemeyen, yani kimin öldürüldüğü tespit 
			edilemeyenlerin listesi vardır, aşağı yukarı tespit edilebilen sivil 
			Türk'ün ölümü Anadolu'da bir milyon civarındadır aslında. O gerçeğin 
			altını çizdikten sonra konuma dönmek istiyorum. 
			
			Efendim, çok değerli konuşmacılardan sonra söz 
			almak benim için elbette bir dezavantaj. Ben biraz teorik bir 
			yaklaşımdan belgelere geçmek istiyorum. 
			
			Hepimizin bildiği gibi, tarihin amacı sebep-sonuç 
			ilişkisi içinde olayları belgelere dayanarak, gerçeklere mümkün 
			olduğu kadar yaklaşarak ortaya koymak ve değer yargısını okuyucuya 
			bırakmaktır. Hele yazılan tarih geçmişi olduğu kadar, toplumların 
			bugününü de ilgilendiriyorsa ve de etkiliyorsa; çok daha dikkatli, 
			çok daha objektif olmak zorundayız. İşte bu, genel tarih 
			metodolojisiyle olaya yaklaştığımızda bugün Batı'da Ermeni ve 
			Yunanlının gözüyle yazılan tarihler gerçekten bilimsel temellerden 
			ziyade, tamamen sübjektif bir zemine kaymaktadır. Bir anlamda tarih, 
			olayları belli bir sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ortaya koyan, 
			kendi içinde tutarlı olan bir bilim olmaktan çıkmış, Ermeni ve Yunan 
			propagandacılarının önyargılı birtakım Batılıların işlerine gelen 
			argümanları çekip çıkardıkları bir bilgi ambarı olarak kullanılmakta, 
			âdeta tarih tutsak edilmektedir. İşte şu anda tartıştığımız konu, 
			bir anlamda dünyada yaratılan bu suni tarihin bir sonucudur. Buna 
			nereden gelinmiştir? Elbette, 19-20'inci Yüzyıl dünyasında Batılı 
			büyük devletlerin, emperyalist devletlerinin Osmanlı İmparatorluğunu 
			parçalamak amacıyla yürüttükleri politika çerçevesinde ele alanların 
			azınlıkları, Gayrimüslimleri, o dönemdeki Gayrimüslimleri kullanmak 
			için yarattıkları Türk imajının bir sonucudur. 
			
			Burada İmparatorluğun içinde bulunan çeşitli ırk, 
			dil ve inançlara sahip topluluklar, bir yandan işletilen bu 
			propagandanın konusu, diğer yandan da yaratıcısı ve yapıcısı 
			durumuna gelmiştir. Osmanlı ülkesindeki çıkarları için bu toplumu 
			kullanan Batılılar Osmanlı İmparatorluğunu paylaşırken de; "Doğu'da 
			kurtarılması gereken Hıristiyanlar var, Barbar, medeniyetten yoksun 
			Türklerin elinden bunları kurtarmak için bölgeye gidiyoruz" 
			propagandasıyla bütün dünyayı kandırmışlardır. Bu yaygın propaganda, 
			Birinci Dünya Savaşı sonunda vahşi, medeniyetten uzak Barbar 
			Türklerin önce Avrupa'dan, atılması, daha sonra da Anadolu'da 
			yaşamalarına dahi izin verilmemesi gereken bir toplum olarak tasvir 
			edilmektedir. Bunu maalesef Sevr'in hazırlık aşamasında, Paris Barış 
			Konferansı'nda, Londra konferanslarında açık bir şekilde görüyoruz, 
			İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Fransız Başbakanı Clamenson'un 
			söylemlerinde açık ve net bir şekilde görmek mümkündür. 
			
			1821-1922 arasında hemen hemen nüfusunun 1/5'şini 
			kaybeden, büyük bir kısmını ölümle kaybeden bir millet olarak kendi 
			şehitlerimize, ölülerimize karşı herhangi bir hak iddia edemeden; 
			bir de dünyada katliam yapan, değişik ulusları soykırıma uğratan bir 
			toplum durumuna düşürdü propaganda ağı bizi. Halbuki, baktığımız 
			zaman Ermeni konusunda durum nedir? 1915 Ermeni tehciri, bir defa 
			Batılıların söylediği gibi ihtimal dahilindeki bir isyana karşı 
			yapılmış bir şey değildir, zaten Van'da başlamış bir isyan vardır, 
			Sarıkamış'ta Türk Ordusunun dağılması üzerine Rus Ordusunun bu 
			boşluktan ilerlemesi, hemen hemen tamamıyla Ermeni komitacılarının, 
			Ermeni gönüllü birliklerinin Rus Ordusuna yaptığı öncülük ve 
			rehberlikle biliyorsunuz, Rus Orduları Doğu Anadolu'yu işgal 
			etmiştir. İşte sevk ve iskân böyle bir ortamda karar alınmıştır, 
			kaçınılmaz bir karar olarak alınmıştır. 
			
			Diğer taraftan baktığımızda, zaten katliam ve 
			soykırım için gerekli olan siyasi, sosyo-psikolojik önyargılar, 
			küçümseyici yaklaşım ve ifadeler, ayrımcılık Osmanlı Türk kültüründe 
			zaten yoktur. Batı'da var olan bu ayrımcı, sömürgeci, asimilasyoncu 
			yaklaşım eğer Osmanlı Türk kültüründe olsaydı, 600 yıl içerisinde 
			Türkiye'de Ermeni veya Rum'un kalmaması gerekirdi. Galiba Batılı'lar 
			kendi kültürlerinde varolan bu anlayışı bir anlamda kendi 
			suçluluklarını örtbas etmek, yanlarına Türkleri de alarak belki de, 
			günahlarını hafifletmek istiyorlar. 
			
			İşte, bu suçlamalara karşı Osmanlı Devleti gayet 
			açık ve net bir şekilde -olaylara girmeyeceğim, iki örnekle geçip 
			diğer bölüme geçmek istiyorum- daha Birinci Dünya Savaşı içerisinde 
			gerçekten Ermeni iddialarının araştırılması için, Birinci Dünya 
			Savaşına katılmayan Batılı Devletlere İspanya, Hollanda, Danimarka 
			ve İsveç'e gönderdiği notalarla gelip, bizzat olaylar daha yeniyken, 
			-1918 sonu, 1919'dur- bu olayların cereyan ettiği bu notaların 
			verildiği sırada ikişer hukukçu gönderilerek bizzat olayları yerinde 
			tahkik etmesini ister, Ne yazık ki İngilizlerin baskısıyla bu 
			ülkeler hukukçu göndermez. Çünkü İngilizler Anadolu coğrafyasında 
			kışkırttıkları, yarattıkları olayların bizzat kendilerinin 
			suçlarının ortaya çıkmasından endişe ederler; İngilizler, Fransızlar. 
			Çünkü o sırada, hukukçuların geleceği sıra Fransızlar Güneydoğu 
			Anadolu'da, Çukurova'da katliamla meşgullerdir. 
			
			Bu teklifi Sadrazam Salih Paşa 17 Mart 1920 
			yılında tekrar etmiştir. Üstelik bu defa İstanbul'daki itilaf 
			devletleri yüksek komiserleri de teklif etmiştir. Gene hiç kimse 
			gelmemiştir. Bu girişimler belki o günlerde başarılı olsaydı, belki 
			de bugün bütün dünyada bu propagandalar olmayacaktı. Zaten İngiliz 
			ve Fransızlar o günün şartları içerisinde malum;İstanbul'da bütün 
			ileri gelenleri tutuklamışlar, bir kısmını Malta'ya sürmüşler; 
			Divanı Harpler'!de yargılamışlar, Sayın Büyükelçim Bilal Şimşir 
			bey'in değerli kitabı "Malta Sürgünleri"nde ortaya koyuyor. 
			Malta'dakileri yargılamak için, bırakın 2.5-3 yıl Osmanlı Arşivini 
			didik didik etmişlerdir, bunun bugün hâlâ izleri vardır, Amerika ve 
			İngiliz Arşivlerinde de belgeler aramışlardır, bu insanları suçlu 
			bulabilecek tek bir delile dahi rastlamamışlardır. Bu konuyu 1920'de 
			kapatan İngiltere, Fransa acaba bugün niye açmaktadır. Bunun üzerine 
			ciddi ciddi düşünmek lazım. O gün belge olsaydı zaten 
			yargılayacaklardı, bu insanları belki idam edeceklerdi hepsini. 
			
			Olayın bu cephesini de dikkate almak gerekir. 
			Divanı harplerdeki bütün siyasi baskılara rağmen bir katliam suçlusu 
			bulamamışlardır. O günün kavramıyla kullanıyorum, gerçi Sayın 
			Büyükelçim artık soykırım kavramını da kullanmaya başladı, ama ben 
			henüz girmek istemiyorum orası farklı. İşte olaylar böyleyken, biz 
			bütün Türk milleti olarak suçlanırken, madalyonun öbür yüzüne 
			baktığımız zaman, yani objektif, arşiv belgelerine baktığımız zaman; 
			bu sadece Türk Arşivleri değil, Sayın hocamız Hikmet Özdemir'in de 
			Başkanı olduğu Komitenin bütün dünyanın arşivlerinde yaptıkları 
			araştırmalar var. Bütün belgeleri karşılaştırdığımız zaman gerçekten, 
			objektif olarak belgelere ve olaylara bakılacak olsaydı, işte o 
			zaman adalet sadece Ermenilerin değil, Türklerin de çektiği acıları 
			müfredata dahil etmeyi talep edecekti. 
			
			İşte belgelere dayalı bu araştırmalar bize şunu 
			gösteriyor: Bizim Genel Müdürlüğümüzün yayınladığı birkaç yayından 
			bahsedeceğim, diğer konular çok geniş, zaman sınırlı. Bizzat 
			belgelere dayalı olarak büyük bir kısmının ismi, soyadı dahil, köyü, 
			soyu sopu her şeyi bellidir, kim tarafından öldürüldüğü bellidir, 
			çünkü tutanaklara bağlanmış. Doğrudan delilli olan 523 955'tir, 
			bizzat delille tespit edilen. 500 bin civarında da bizzat delilini 
			bulamadığımız, tahmin yürütebileceğimiz bölgede katliam vardır, 
			Kafkasya ve Anadolu'da. Bu olaylarda büyük devletlerin rolünü ortaya 
			koyan belgeler de çok yaygındır arşivde. Biz bunu, 3 cilt 
			Fransız-Ermeni ilişkilerini yayınladık, 2 cilt İngiliz-Ermeni 
			ilişkileri çıktı. Devamı gene İngiliz 4 cilt olacak. Ermeni-Rus 
			ilişkileri, Ermeni-Amerikan ilişkileri bir seri devam edecektir, bu 
			çalışmalar sürdürülmektedir. 
			
			Burada şunu görüyoruz: Gerçekten büyük devletler 
			yüzyıllarca beraber yaşamış bu iki toplumu, elbette temelinde 
			milliyetçilik hareketleri de vardır, ama bu kadar karşılıklı, kanlı 
			bir şekilde bu olaylar gelişmeyebilirdi. Örgütlendirme, 
			silahlandırma, siyasi teşvik etme ve Ermeniler, Balkanlar'daki nüfus 
			çoğunluğunu kısmen oluşturan Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar'a 
			özenerek hiçbir yerde çoğunluk olmadıkları halde, bu kışkırtmalarla 
			ayaklanmışlardır. Aslında olayın aslı da budur, Osmanlı buna rağmen 
			herhangi bir Müslüman'dan yaklaşımı ayırt etmeden politikalar 
			uygulamıştır, ama sonuç bu şekilde cereyan etmiştir. 
			
			Ben, şöyle bir hafızaları hatırlatmak için 
			Anadolu'nun dışına da çıkmak istiyorum, Azerbaycan. Ermeni terör 
			komiteleri sadece Osmanlı Devleti sınırları içerisinde değil, 
			1918-1920 yılları arasında Azerbaycan Türklerine de büyük katliamlar 
			yapmışlardır. Yani bu toplum o kadar militanize edilmiş ki 20 inci 
			Yüzyılın ilk çeyreğinde büyük devletler tarafından, her bölgede 
			saldırmışlardır. Bu katliamlar Mart 1918'de başlamış, 1920 yılına 
			kadar devam etmiştir. Bu konuda da biz Azerbaycan belgelerini de 
			Ermeni Sorunu diye bir cilt yayınladık; Azerbaycan Arşivleriyle 
			işbirliği halinde. Burada Azerbaycan Devlet Arşivlerinde o zaman 
			kurulan Fevkalade Soruşturma Kurulu var. Bu kurul, sadece Azeri 
			Türkleri'nden oluşmuyor, içinde Ruslar var, Gürcüler var karma bir 
			komisyon ve bizzat köy köy katliamları tutanaklara bağlamış ve 
			sonuçta bu kurul Ocak 1919'da Paris Barış Konferans'ına, bu 
			katliamlarla ilgili 36 cilt 3 500 belgeden oluşan raporunu sunmuştur. 
			Ne yazık ki, yani Anadolu'da, İstanbul'da suçlu arayan itilaf 
			devletleri bu dosyalar önlerine gelmiş olmasına rağmen herhangi bir 
			işlem yapmamışlardır. Hatta belgelerin asılları Paris'te kaybolmuş, 
			benim iki yıldır yaptığım araştırmalar sonucunda, geriye 
			Azerbaycan'a dönmüyor, komisyon bunu alıyor ne yaptığı belirsiz. 
			Yani son derece lakayt davranıyor bütün bu belgelere rağmen. 
			
			Azerbaycan'da yapılan bu katliamlar tarihte 
			sınırlı mı kaldı? Hayır, bugün 15'inci yıldönümünü kutladığımız 
			Hocalı Katliamı. Daha dün oldu, 25 Şubat 1992'de Karabağ'ı işgal 
			eden Ermeniler, biliyorsunuz 7 bin nüfuslu Hocalı'yı da allak bullak 
			ettiler. Bin kişi civarında Türk'ü, -bunun büyük bir kısmı kadın ve 
			çocuktur- öldürdüler, diğerlerini de göçmen durumuna düşürmüşlerdir 
			ve hâlâ da Azerbaycan topraklarının yüzde 20'si işgal altındadır. 
			
			Diğer taraftan Sayın Büyükelçi Bilal Şimşir 
			bahsetti, ben o konuya girmeyeceğim. 1821 Mora isyanları oldukça 
			detaylı bize anlattı, işte bu katliamlar ne yazık ki Yunan mucizesi 
			olarak dünyaya tanıtılmıştır. Çoluk ve çocukların katledildiği Mora 
			isyanları. Milli mücadele döneminden bir örnek vermek istiyorum: 
			Batı Anadolu'da Yunan vahşetini hepimiz biliriz. Binlerce Türk'ün 
			öldürüldüğünü biliriz Yunan ordusu tarafından. Bunların çoğu Türk 
			kaynağıdır diye Batılı büyük devletler çok aldırış etmemiştir, ama 
			bizzat kendilerinin artık şikâyetlere dayanamayarak itilaf 
			devletlerinin oluşturduğu Beynelmilel Tahkik Heyeti de Yunan 
			Ordusunun sivil halka yaptığı katliamları belgeleriyle ortaya 
			koymuştur. Batı Anadolu'da 12 Ağustos 1919-15 Ekim 1919 arasında 
			bütün bu tahkikatları yapmıştır. Dinlenilenlerin çoğu, raporlara 
			baktığınız zaman, Rum, Ermeni, Yunan, bölgedeki diğer ecnebi, 
			İtalyan, İngiliz vatandaşlardır. Buna rağmen, yine Yunan Ordusu'nun 
			insanlık dışı suçlar işlediği, bu belgelerde ortadadır. Bu rapor da 
			aynı Paris Barış Konferans'ına sunulmuştur; fakat Paris Barış 
			Konferansı, o zaman itilaf devletleri yüksek komiserlerinin 
			bulunduğu, başbakanların bulunduğu komisyon, ne yazık ki Yunanları 
			basit bir kınamayla geçiştirmiş, işgale devam etmeleri kararını 
			vermiştir, bu insanlık suçunu göre göre, yani böyle de bir Batı 
			dünyasıyla karşı karşıyayız. 
			
			Yine bir diğer örnek, Kıbrıs; yüzyıl önceye 
			gitmemize gerek yok. 21 Aralık 1963 Akritas Planı, hepinizin bildiği 
			gibi, Kıbrıs Türklerinin imha planıdır ve bu planın uygulanması 
			sırasında Kıbrıs Türkü 92 şehit, 475 yaralı vermiştir -Küçük 
			Kaymaklı katliamı- ve 103 köyden de Türkler sürülmüştür. 14 Ağustos 
			74, yine EOKA terör örgütünün Muratağa, Sandallar, Atlılar gibi 
			köylerde yaptığı katliamlar, gerçekten toplu mezarlar söz konusudur. 
			
			Bir diğer örnek, Irak Kerkük konusu. Bu son 
			derece önemlidir ve bugün de bütün dünyanın ve Türkiye'nin gündemine 
			oturan bu konuda ilk katliam 1924'te başlıyor ve katliamı yapanlar, 
			o zaman Kerkük'te Ermeniler'dir, bizzat İngilizlerin kışkırttığı 
			Ermenilerdir, 4 Mayıs 1924, daha sonra devam etmiştir. Hepinizin 
			bildiği 14 Temmuz 59, 16 Ocak 80, 79 katliamları ve bugün geldiğimiz 
			nokta. 
			
			Tarihi gerçekler böyle olmasına rağmen, 
			Atatürk'ün deyimiyle tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. 
			Tarih yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat maalesef 
			insanlığı şaşırtacak bir mahiyet almıştır. Tarihi yapan, fakat yazma 
			ve yaşananları dünyaya tanıtma konusunda yeteri kadar çaba 
			göstermeyen bir milletiz, yani kendimize de bakmamız lazım. Bu 
			sebeple, eğer tarih önünde bir suçumuz varsa, tarihimizi hem 
			unuttuğumuzdan, hem de saptıranlara karşı çıkmamaktan ve sessiz 
			kalmaktan dolayı suçluyuz aslında. Eski düşmanlıkları kapatmak, 
			barışçı bir politika izlemek adına şüphesiz değerli konuşmacılarımız 
			bahsetti, bizzat Türkiye Cumhuriyeti bunu izlemiştir, ama maalesef 
			bu hem Batıda, hem Ermeni toplumunda ve çevremizde yanlış 
			anlaşılmıştır, bu bizim zayıflığımıza yorulmuştur, tarihimizi bu 
			kadar unutmamız, saptıranlara karşı çıkmamamız. Halbuki kendimize 
			güvenmeli ve bu konularda artık savunma psikolojisinden tamamen 
			çıkmalıyız. Tarihimiz bizi bu konuda gerçekten güçlü kılıyor, her 
			yönüyle güçlü kılıyor. Bir defa objektif belgeler, tarihin her 
			devrinde Türk Milletini haklı kılıyor, bunu inceleyen bir kişi 
			olarak söylüyorum. 
			
			Masum ve katliama uğramış bir toplum kimliğine 
			bürünen Ermenilerin saldırganlığını, yaptıkları terör olaylarını 
			bütün dünya kamuoyuna duyurmalıyız. Özellikle Osmanlı Devleti 
			döneminde yaptıkları katliamları, Ermenistan'ın hâlâ Azerbaycan 
			topraklarını işgal altında tutan ve Türklere karşı yayılmacılık 
			politikası izleyen bir devlet olduğunu da dünyaya teşhir etmeliyiz. 
			Hâlâ bugün sınır kapısını açmamızı isteyen Ermenistan, bizim Kars 
			Anlaşmamızı tanıyıp sınırımızı kabul etmiyor. Yani ne yüzle; 
			tanımadığı sınırdan kapı istiyor, böyle de vahim durumlarla karşı 
			karşıyayız. 1970'li yıllarda ASALA terör örgütünün Türk 
			diplomatlarına yönelik saldırı ve katliamlarını da canlı tutmalıyız. 
			Sayın Büyükelçimizin bu konuda çok değerli iki cilt, şehit 
			diplomatlarımız için bir kitabı da var. Bunları değişik dillerde 
			bütün dünya kamuoyuna yayınlamalıyız. Her şeyi sineye çekmekle bir 
			yere gitmek mümkün değil. 
			
			İşte böylesine önemli bir konuda gerçekten panel 
			düzenlediği için, ben tekrar Başkent Üniversitesi'ne, başta Sayın 
			Rektörü Mehmet Haberal Hocamıza olmak üzere, bütün yetkililere 
			teşekkür ediyorum. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Sayın konuşmacılara teşekkür 
			ediyoruz. 
			
			Vakti biraz aşıyoruz, biraz soru-cevap periyoduna 
			da süre kalsın istiyorum. Bu ikinci turda sayın konuşmacıların 5 
			dakikalık konuşma haklarına sadık kalacakları inancıyla hemen ikinci 
			tura geçiyorum. 
			
			Buyurun Sayın Aktan. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Efendim, çok ilave edeceğim bir şey yok. üç 
			noktaya değinmek istiyorum: 
			
			Bunlardan birisi, etnik temizlikle tehcir 
			arasındaki mukayese. Evet, etnik temizlik diye bir kavram yoktu, ama 
			Bosna-Hersek olaylarından sonra etnik temizlik hukuka girmiştir, 
			yani kararların içerisinde yer almaktadır. Bu etnik temizlik, Sayın 
			Şimşir'in gayet güzel izah ettiği gibi, silahlı kuvvetler, çeteler 
			tarafından sivil halka karşı yapılmakta ve sivil halk yerinden 
			yurdundan edilerek Türkiye'ye doğru sürülmekte. Tehcirde bundan 
			temel bir farklılık var: Karar alınıyor, tebliğ ediliyor, insanlar 
			barışçıl bir şekilde bir yerden bir başka yere naklediliyorlar. Yol 
			uzun, hava şartları kötü, yollar iyi değil, salgın hastalıklar ve 
			açlıklar, bunların hepsi tamam, ama burada bir düzen olduğunu kabul 
			etmemiz lazım. Tehcir, soykırım diye kabul ediliyor, buna karşılık 
			Türklere karşı bir asır uygulanan etnik temizlikler zaten unutuluyor, 
			ama soykırım filan diye de düşünülmüyor. Bunu iyi incelediğimiz 
			zaman, aslında etnik temizliğin yapılış şekli dolayısıyla soykırıma 
			çok yakın olduğunu görürüz. Burada yok etme kastı var mı, yok mu, 
			ona bakmak lazım. 
			
			Bu vesileyle şunu söyleyeyim: Hukukta soykırım 
			tektir, yani onun çeşitleri mevcut değildir, ama sosyolojik olarak 
			yaklaştığınızda, tabii birçok çeşidini bulabilirsiniz. Bununla 
			ilgili olarak söyleyeceğim şey; 25 Ocak tarihinde, yani geçen 25 
			Ocak'ta Sudan'ın Darfur bölgesinde vuku bulan olaylar hakkında 
			Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın tayin ettiği 5 
			kişilik hukukçu grubunun verdiği bir rapor var. Bu raporu herkesin 
			en azından kısaca, özetle öğrenmesinde yarar var. Orada tehcirin 
			soykırım olmadığı söyleniyor, ayrıntısına girmek istemiyorum. Bizim 
			için, özellikle de bu 90 ıncı yıldönümü Ermeniler için pek parlak 
			başladığı sayılmaz, tehcirin bir anda soykırım olmayabileceği 
			Birleşmiş Milletler sistemi tarafından vurgulandı. 
			
			Bir şeye daha değinmek istiyorum: Emperyalist 
			devletler, dönemin büyük devletleri, Ermenileri ve Balkan 
			Hıristiyanlarını kullanmışlardır. Bunu bu şekilde, yalnız bu şekilde 
			söylersek, -biliyorum, Sayın Genel Müdürü bunu bu şekilde tam 
			söylemedi, ama bunu söyleyenler var- bunun anlamı şudur: Rasyonel 
			bir genişleme politikası, emperyalist bir politika için bunlar 
			kullanılmıştır. Bu o kadar da vahim bir şey değil, herkes birbirini 
			kullandı; Türklerle ilgili olarak bunun çok ötesine geçilmiştir. 
			Türklere karşı, Osmanlılara karşı duyulan nefret, antisemit nefrete 
			çok yakındır. Yani onları buradan koparıp söküp atmak, hatta Turan'a, 
			Orta Asya'ya göndermek vardır. Ben 1984 yılında İsviçre'de Fransızca 
			çıkan bir gazetede, Türklerin defolup Orta Asya'ya gitmesi konusunda 
			makale okudum. 
			
			Son söyleyeceğim nokta şu: "Efendim, Türkler, 
			ufacık bir Ermenistan'dan ödleri kopuyor, toprak isteniyor diye. 
			Irak'ın kuzeyinde bir Kürt Devleti olursa, kendi Kürtlerinin 
			kopacağından korkuyor. Böyle bir paranoyayla yaşanmaz, bu ne zaaftır" 
			diye yazanlar var. Evet, bu bir zaaftır, doğru. Biz hep elimizden 
			bir parça koptuğu için korktuk, yeni bir şey kopar diye yine 
			korkuyoruz. Eğer korkmazsak, yani sınırlarımızın dışında kalan 
			topraklara artık başka bir gözle bakmaya başlarsak, kimin gibi; 
			Ermenilerin, yani 2,5 milyonluk Ermeni'nin 200 bin kilometrekare 
			toprağa baktığı gibi bakarsak, Suriye'nin Hatay'a baktığı gibi 
			bakarsak, Yunanistan'ın, Yunan kilisesinin Batı Anadolu'ya baktığı 
			gibi bakarsak, yani buralar bizim toprağımızdır diye bakarsak, 
			herhalde bundan memnun olmayacaklardır, değil mi? O zaman 
			bıraksınlar, biz paranoyamız içerisinde uyumaya devam edelim. 
			
			Teşekkürler. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim Sayın Büyükelçim. 
			
			Sayın Özdemir, buyurun. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Ben toplantının başlığına bağlı olarak konuşmayı 
			tercih ettim. Tabii bizim çalışmalarımız hakkında bilgi arz etmek 
			isterdim. 5 dakikanın 1-2 dakikasını sadece bizim çalışmalarımıza 
			yönelik olarak kullanmak istiyorum. 
			
			Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, 
			Almanya, Rusya ve İran arşivlerinde, 1915 ve sonrası olaylarla 
			ilgili her şeyi Türk Tarih Kurumu'na getirdik. Bu 3 yıl önce 
			başlamış bir çalışmadır. Halen o çalışma çerçevesinde söz konusu 
			olan yabancı devletlerin diplomatik belgelerinin yanı sıra, 
			Avustralya'dan, Amerika Birleşik Devletleri'ne, İngiltere'ye kadar 
			yayınlanmamış doktora tezleri dahil ve 1910-15-20, o yıllardaki 
			eserler dahil, onları da getirdik. Geçen gün bir konferansımda 
			söyledim; gök kubbe altında yazılı olan her şeyi topluyoruz, bize 
			güveniniz, ama her şeyi topluyoruz ve bunların hepsini inceliyoruz. 
			
			Şunu tek cümle olarak söyleyeyim: 1915, bu 
			zorunlu göç olayıyla ilgili kesinlikle ve kesinlikle, yani Amerikan 
			arşivi, İngiliz arşivi, Fransız arşivi, Alman arşivi belgelerinin 
			sonucunda yaptığımız değerlendirmede, Osmanlı Devleti tarafından 
			yürütülen bir katliam kesinlikle ve kesinlikle söz konusu değildir. 
			En yüce varlık Tanrı, Atatürk'ün huzurunda ve bu ulusun bütün 
			şehitlerinin huzurunda bunu söylüyorum, yeminle söylüyorum, bunu 
			kanıtlayabilecek durumdayız. Kaldı ki Osmanlı arşivindeki belgeler 
			de zaten bir devlet katliamının, devlet tarafından yapılan bir şeyin 
			olmadığını açıkça ifade ediyor. Hesabını veremeyeceğimiz bir tek 
			kare yok, bilimsel anlamda konuşuyorum. Tabii şu düşünceye de 
			katılmıyorum: "Bu işi tarihçilere bırakalım." Yetmez, bu yalnız 
			tarihçilerin, yalnız hukukçuların, yalnız bilim adamlarının işi 
			değil, bu devletin bütün kurumlarının işidir; Parlamentonun işidir, 
			hükümetin işidir, siyasi iradenin işidir, muhalefetiyle de beraber. 
			
			Bütün uluslararası platformlarda madem bu konu 
			önümüze geliyor, bunun üstesinden gelmeye mecburuz ve mahkûmuz. 
			Üstesinden geliriz; çünkü hiçbir şey değişmez değildir. Bizim 
			hakkımızdaki en aşağılık kitabı yazan Arnold Tyonbee, İngiliz 
			Dışişleri Bakanlığı'nın ve Genelkurmayının emriyle "Blue Book"u 
			yazmıştır 1915 yılında, "Türklerin kanlı tiranlığı, katiller" diye 
			yazmıştır. Aynı Tyonbee, Paris Konferansı'na İngiliz delegesi olarak 
			katılmıştır, orada İngiliz hükümetinden de öteye giderek, 
			İstanbul'un uluslararası bir şehir olmasını filan yazıp çizmiştir. 
			Ama o Tyonbee, eşiyle beraber 1921'de Yunanistan üzerinden Yunan 
			işgalindeki bölgeleri gezmiştir, katliamları gözüyle görmüştür. Eşi 
			dahi, babasına mektuplar yazmıştır, "Yunalılar burada katliam 
			yapıyor" diye. Hiçbir şey değişmez değildir. O Tyonbee, sonra 
			Türkiye Cumhuriyet'inin, Atatürk'ün, özellikle Reisicumhur İsmet 
			İnönü'nün dostu olmuştur. Geldiği zaman, başta Reisicumhur İnönü 
			olmak üzere, pek çok insanı da ziyaret etmiştir. Bu örneği burada 
			bırakıyorum, yani bizim için en aşağılık eseri yazan kişi, daha 
			sonraki dönemde gözüyle gördüğü gerçekler karşısında başka bir şey 
			söyleyememiştir. 
			
			Doğu, yani bir bakıma zamana karşı yarışmak 
			zorundayız, çok hızlı çalışmak, çok çalışmak zorundayız. 
			
			Son söyleyeceğim şudur: Geçmişi unutmak 
			meselesinde bakınız, içtenlikle söylüyorum Sayın Rektörüm; 21 Mart 
			günü Talat Paşa'nın katledilmesinin 84 üncü yıldönümüdür. Eğer 
			Üniversiteniz uygun bulurlarsa, "Talat Paşa cinayeti" diye bir 
			konferans vermeyi teklif ediyorum.  
			
			OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim. 
			
			Buyurun Sayın Şimşir. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Teşekkür ederim Sayın Başkan. 
			
			Bu Malta sürgünleri olayını şu bakımdan çok 
			önemsiyorum: Orada İttihatçıların katliam yapmadıkları, hukukçular 
			karşısında ortaya çıkmıştır. Malta'ya 144 kişi sürülmüştür, 50 
			kadarını Ermenilere karşı katliam yaptıklarıyla suçlamak 
			istemişlerdir. İngiliz başsavcılığı, "böyle bir olay olup olmadığı 
			hakkında bana delil getirin" demiştir ve getirememişlerdir. Sonunda 
			mahkeme kurulamamıştır, mahkemeye sevk edilemeden bu insanlar 
			serbest bırakılmıştır. Bunlar, o devri yaşamış insanlardır. Bu 
			bakımdan bunu tekrarlamak istiyorum; Türk Ulusu, ta 1921 yılında bu 
			Ermeni ithamından aklanmıştır. Bu kitap Türkçe'dir, Üniversitenin 
			Kütüphanesinde de vardır, tavsiye ederim: "Malta Sürgünleri. 
			
			İkincisi, şu iki cilt kitabı da söylemek 
			istiyorum: 34 tane diplomatımızı vurdular. Ankara Büyükşehir 
			Belediyesi, burada resimleri var bu şehitlerimizin, bu şehitlerin 
			resimlerini benden istediler. "Ne yapacaksınız?" dedim; "biz Kızılay 
			Metro İstasyonunun altında bir sergi açacağız, bunları büyüteceğiz." 
			"Peki, alın, buyurun." Sonradan gittim, sergiyi dolaştım, hakikaten 
			resimleri büyütmüşler; fakat hiçbir yerinde bir Ermeni lafı yok. 
			Yani "ayıp oluyor Ermeni'ye" diye, "Avrupa Birliği'ne giremeyiz" 
			diye Ermeni lafını hıfzetmiş. Onun için siz bu kitaba bakınız 
			diyorum. Kim öldürdü bu insanları? Biz yaşadık bunları. 
			
			Son olarak Sayın Rektörün küresel ufuk turunu 
			teyit bakımından bir şey söylemek istiyorum ve aynı zamanda 
			teşekkürlerimi bildirmek istiyorum: Ben en son olarak Avustralya'da 
			Büyükelçiydim. Avustralya'yla birlikte Güney Pasifik'te, yani 
			ekvatorun güneyinde, Pasifik Okyanusu ve ekvatorun güneyinde 5-6 
			tane devlete daha akrediteydim, yani görevliydim oralarda. Bir 
			tanesi, Vanuatu diye bir devlet var orada, ben oraya da gittim, 
			güven mektubunu sundum. Bu Vanuatu, İngilizler buraya geldiği zaman 
			nüfusu -bunların hepsi ada devleti- 1 milyonun üzerindeymiş. 
			İngilizler geldikten sonra bu nüfusu 37 bine düşürmüşler. Ne 
			yapmışlar, biliyor musunuz; bütün adanın nüfusunu Surekavu'ya 
			toplamışlar, Avustralya madenlerinde ve Avustralya şekerpancarı 
			plantasyonlarında ölesiye çalıştırmışlar ve öldürmüşlerdir. Bunu ne 
			zaman yapmışlar, biliyor musunuz; Lozan'da bize takas ettikleri 
			sırada, 1923 yılında. Ama ben bu kitapları yazarken onları 
			bilmiyordum, oraya gitmem gerekti. Yani karıştıracak olduktan sonra, 
			daha neler var... 
			
			İkincisi, tehcir kelimesine de yine ufuk turu 
			çerçevesinde değinmek istiyorum: Avustralya, biliyorsunuz bir 
			federal esasa dayanır. Güney Avustralya Eyaletinde, Adelaide 
			Başkenti, hatırı sayılır bir Alman kitle var, 80 yıl önce, daha 
			Birinci Dünya Savaş'ından 80 yıl önce oraya gitmişler, yerleşmişler, 
			bağcılık falan yapıyorlar. Birinci Dünya Savaşı çıkınca, İngilizler, 
			bu Alman kökenli Avustralyalıların, hepsi Avustralyalı, 80 yıldır da 
			orada yaşıyorlar, bunların canına okumuşlar, hepsini toplamışlar, 
			adalara sürmüşler. Ben bunların torunlarıyla görüştüm. Bunu ne zaman 
			yapıyorlar, biliyor musunuz; 1914 yılında, bizden 1 sene önce. Yani 
			Avustralya nere, Almanya nere!.. Van'da bize karşı isyan eden Ermeni 
			değil bunlar; evlerini tarumar etmişler, piyanoları yok etmişler. 
			Neden? Alman militarizmini canlandırırmış piyano marşları. 
			İngilizlerin yüzüne bunu vurmak lazım. Bizim kültürümüz gayet güzel, 
			bizim kültürümüzde yoktur böyle bir şey, devlet felsefemizde yoktur 
			katliam. Ama onların felsefesinde vardır, Hitler durup dururken, 
			çıkmadı, Schopenhauer'i bilmem nelerin, felsefesi vardır bunların, 
			yani "benden olmayanı yok ederim" diye felsefesini yapmıştır adamlar, 
			ama onlar kendileri gibi görüyorlar beni. Şimdi de kendilerine suç 
			ortağı aramaya çalışıyorlar. Bu konuda sıkı durmamız lazım. 
			
			Bir şey daha söylemek istiyorum, lafı geçti, sözü 
			geçti demin konuşmacılarımızda, İzmir'in daha önceden Yunanistan'a 
			vermeye karar vermişti bunlar. 1867 yılında İngiltere'ye İzmir-Aydın 
			demiryolunun imtiyazını verdik. İngilizler katmerli düşünür, soğan 
			kabuğu gibi ve burayı bir Yunan eyaleti yapmayı planladılar. 
			Adalar'dan, Mora'dan, Güney Rusya'dan buraya Rumlar getirildi, bir 
			taraftan da kitle halinde toprak satın aldılar ve Mart 1922'de, yani 
			Büyük Taarruz'dan 6 ay önce resmen buraya bir İyonya eyaleti kurmayı 
			teklif ettiler, yani sonradan Yunanistan'a ilhak etmek üzere bir 
			İyonya devleti. Bu toprak satışlarının bir sonucudur, bunu da "toprak 
			satmakla Türkiye'nin önünü açıyoruz" diyen Maliye Bakanına ithaf 
			ediyorum. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyoruz Sayın Şimşir. 
			
			Hemen Sarınay meslektaşıma sözü veriyorum. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Teşekkür ederim Sayın Başkan. 
			
			Aslında bu Ermeni konusu, Türkiye'ye yapılan 
			suçlamaların gittiği nokta siyasi bir zemin; yani olay bir parça 
			siyasi zeminden bilimsel ve tarihi zemine kaymaya başladığı zaman, 
			zaten Ermeniler kıyameti koparıyorlar. Şu anda mesela, bizim iki 
			yıldır karşılaştığımız bir şey var, onu paylaşmak istiyorum. Batılı 
			çok fazla araştırmacı var arşivde, biz katalogları internete de 
			açtık; hemen hemen şu anda 91 değişik ülkeden araştırmacı, 
			Amerikalılar falan birinci, Batılı büyük devletler birinci, Japonlar, 
			Almanlar, İngilizler, böyle sıra takip ediyor. Ben çok çoğuna 
			soruyorum, "bu Ermeni konusuyla da çalışsanız" diye. Herkes bu 
			konuda çalışmaktan korkuyor, yani o konuya bulaşmak istemiyorlar, 
			herkes kendi ülkelerinde baskı altında kalmaktan korkuyorlar, yani 
			bu konuda bilim adamlarının çalışmasını da psikolojik olarak 
			yıldırmış, gözlerini korkutmuş durumdalar, yani biraz önce Sayın 
			Büyükelçim de söyledi, gerçekten Justin McCarthy gibi bir adamı daha 
			bulmak giderek de zorlaşıyor, bu gerçeği de kabul etmek lazım. 
			
			Diğer bir konu; Ermenistan devlet arşivleriyle 
			biz gayri resmi, ülkemizin diplomatik ilişkisi olmadığı için, gayri 
			resmi ben birkaç defa zorladım, yüz yüze de görüşmeye çalıştık, 
			kesinlikle belge var mı, yok mu, belli değil. "Arşivinizi açın" 
			diyoruz, açmıyor, "bizim arşivde bir şey yok" diyor. Halbuki, 
			onların arşivlerinde bu Hınçak ve Taşnak Örgütünün bölgede yaptığı 
			katliamlarla ilgili orijinal karar belgelerinin onlarda olması lazım, 
			bizde yok; çünkü kiliselerden, Doğu Anadolu'dan oraya kaçırmışlar, 
			çünkü Rus arşivlerinde de o tutanaklar yok, mesela adamlar bunları 
			saklıyorlar. "Bunları bulun, açın" dedik, kesinlikle açmak 
			istemiyorlar, çünkü bizim belgeleri gösterdiğimiz zaman da, giderek 
			korkuyorlar. Hikmet hocama katılıyorum, tabii bilimsel platform 
			derken, bu konuda bizim çok çalışmamız lazım, ama Türkiye 
			Cumhuriyet'inin bütün kurum ve kuruluşları, siyasi iradenin de bunun 
			sonuna kadar arkasında olması lazım. Tek başına bilimsel çalışma bu 
			konuda yetmez. İkincisi, bu konuda kısa vadede, dünyada oluşan imajı 
			değiştirebileceğimizi zannediyorsak, hayalcilik olur, bu konuda 
			sabırlı olmamız lazım. Karşımızda büyük bir propaganda ağının 80 yıl 
			biriktirdiği bir büyük birikim var. Uzun soluklu bir mücadeledir, 
			buna da hepimizin hazır olması lazım. 
			
			Beni sabırla dinlediğiniz için tekrar teşekkür 
			ediyor, saygılar sunuyorum. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Efendim, bütün sayın 
			konuşmacılara teşekkür ediyoruz. Osmanlı tarihinden, Türkiye 
			Cumhuriyeti tarihine ne kadar değişik yöntemlerle katliamlar 
			yapıldığı, etniğinden, kültüründen tutun, ekonomik katliamlara kadar, 
			bütün örnekleriyle Osmanlı tarihini ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 
			nasıl bir laboratuar olduğu, hele hele Kıbrıs'ın daha zengin bir 
			laboratuara sahip olduğu anlaşılıyor. 
			
			Bu konuda ben artık ne ara taksimi yapıyorum, ne 
			geçiş taksimi yapıyorum, hemen birkaç soru alarak, bugünü bağlamak 
			istiyorum. 
			
			Buyurun efendim. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Hepinize teşekkür ediyorum. 
			
			Sorum Gündüz Aktan Bey'e olacak: Konuşmacılardan 
			ortak alan olarak, Osmanlının uzlaşmacı ve hoşgörülü bir kültüre 
			sahip olduğunu çıkardık ve bize yapılan katliamların da 1821 Mora 
			isyanıyla başlatıldığında hemfikir olduk. Avrupalı karaktere 
			baktığımızda, onların da tutucu, takıntılı ve inatçı olduğunu 
			görüyoruz, ayrıca da katliama yakın bir kültüre sahip olduklarını 
			görüyoruz. İki temel olgu var. Biri; kendi aralarında yarattıkları 
			savaşlar ve bir gecede yüzbinlerce kişinin din merkezli olarak 
			katledilmesi. İkinci olgu ise, Haçlı Seferleri. Ben bir kitap okudum, 
			şu anda bende var, yazarı Yunanlı H.A.Mamiku , Haçlı Seferlerinde 
			Türklere ve de Araplara yapılan katliamı bu kadar net olarak 
			belgelere dayalı bir şekilde açıklayan bir küçücük kitap 
			görülmemiştir herhalde. 
			
			Bir de, Amsterdam'da 1985 yılında Middle Tortel 
			Exbation diye, kendi yaptıklarını kanıtlayan bir sergi gördüm. 
			
			Sorum şu: Çalışmalarımızı 1821 Mora isyanından 
			itibaren mi başlatmalıyız, yoksa geriye, Haçlı Seferlerine gidip, 
			oralardan alarak, hangi kültürle karşı karşıya olduğumuzu analiz 
			ederek mi başlamalıyız? 
			
			Teşekkür ederim. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Efendim, 1821 Mora isyanıyla başlamak belki doğru 
			değil, çünkü ben bunu Justin McCarthy'nin kitabından size naklettim, 
			o yüzyıllık süre içerisinde kaç kişinin öldüğünü, yani son yüzyılı 
			diyelim Osmanlı'nın ve kaç kişinin Anadolu'ya sürüldüğünü göstermek 
			için bu tarihi kullanıyor. Daha evvelden başlıyor tabii, buna hiç 
			kuşku yok. 
			
			İkincisi; din savaşları kendi aralarında, Haçlı 
			Seferleri dediniz. Haçlı Seferleri tabii, Kudüs'e oldu, ama kendi 
			içlerinde de Haçlı Seferleri vardır. Mesela, 1805, 1804 tarihi, 1204 
			tarihinde Fransızların Alvi güneyine yaptıkları Haçlı Seferi ve 
			burası ilk soykırımdır. Bin yıllık tarihe bakmak lazım, bin yıllık 
			tarih içerisinde genelde Yahudilere, birbirlerine, cüzamlılara ve 
			tabii 1,5 asır boyunca büyücü diye 900 bin kadını öldürmelerine de 
			bakmak lazım, yani aslında çok zor bir kıta burası. Bir hedef grup 
			olarak birini seçtiği zaman, onu yok etme eğilimi var. Aynısı başka 
			yerleri fethederken de var, yani Amerika, Anglosaksonlar Kuzey 
			Amerika'yı, İspanyollar Güney Amerika'yı aldıklarında da soykırım 
			yapıldı, oralardakiler ciddi soykırımdır. Onun için, büyük bir 
			uygarlık, hiç kuşku yok Batı uygarlığı, fakat çok hastalıklı yönleri 
			olan bir uygarlık. Holokost, 5 milyon insanın öldürülmesi kolay bir 
			iş değil. Onun için tümünü incelememiz lazım ve biz nerede duruyoruz 
			bunun içinde, öyle yaklaşırsak daha iyi anlarız. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Buyurun. 
			
			SALONDAN- Efendim, çok teşekkür ederim. Öncelikle 
			Rektörüme ve Araştırma Merkezi Başkanına, böyle bir konuyu gündeme 
			getirdikleri için teşekkür ediyorum. 
			
			Sayın Bilal Şimşir, emekli Büyükelçimizin 
			ciltlerle yazmış olduğu kitapların bir kısmı var, bunların bir kısmı 
			İngilizce'ye, bir kısmı Fransızca'ya tercüme edilmiş durumda. Ayrıca, 
			yine Büyükelçilerimizden Kamuran Gürün'ün, Ermeni dosyası adıyla bir 
			kitabı var. 
			
			Konuyu kısaca arz ettikten sonra, Hikmet hocama 
			bir soru soracağım: Kamuran Gürün'ün bu kitabını çok zor elde ettim. 
			Tarih Kurumu tarafından basılmıştı ve o sırada ben Dil Tarif 
			Coğrafya Fakültesi'nde bir konferans vermiştim, o konferansta şunu 
			söyledim: "Acaba biz millet olarak Ermeni konusuna çok mu hassasız, 
			bu kitapları bulamıyoruz piyasada?" Ben çok zor buldum, hatta Tahsin 
			Özgüç hoca o zaman YÖK Başkan Vekiliydi, bendeniz de YÖK Başkan 
			Vekiliydim, onun sayesinde bu kitabi temin ettim ve konferansımda 
			şunu söyledim: "Acaba ASALA veya Ermeni dernekleri bu kitapları 
			kitapçılardan toplayıp, imha mı ediyorlar?" diye bir sözüm olmuştu. 
			Bunun üzerine ben takibata uğradım, Genelkurmay Başkanlığı 
			tarafından da izlendim, "Bunu nereden öğrendin?" falan dediler. 
			Ondan sonra ASALA'dan da tehditler aldım, ben o sırada ölümle tehdit 
			edildim. Hikmet hocama şunu sormak istiyorum: Uzun çalışmalardan 
			sonra bir kitap yayınladınız, Yusuf Halacoğlu'nun da başkanlığı, 
			sizin de büyük yardımlarınızla bu kitap yayınlandı Ermeni konusunda, 
			galiba 3-4 ay önce yayınlandı. Ben de bu kitaptan bir tane edindim, 
			bu kitabın ücreti 24 milyon lira, ben de 24 milyon vererek, bu 
			kitaptan bir tane edindim. Ancak gönül arzu eder ki, bu kitap daha 
			ucuz fiyatla basılsın, birinci hamur olmasın, ikinci hamur olsun, 
			bol miktarda basılsın ve çok ucuz fiyata dağıtılsın. Belki de bunun 
			özeti çıkartılsın, okullara, derneklere, her yere bol miktarda 
			dağıtılsın ve ayrıca Yusuf Halacoğlu'ndan şunu rica etmiştim: Bu 
			kitap Çince'ye, Japonca'ya, Ermenice'ye, Fransızca'ya, Arapça'ya, 
			bütün dillere tercüme edilsin ve Büyükelçiliklerimiz, dış 
			temsilciliklerimiz vasıtasıyla, bol miktarda dağıtılsın. Acaba bu 
			konuda bir çalışmanız var mı? 
			
			Teşekkür ederim. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Söz konusu olan kitabın adı, "Ermeniler, Sürgün 
			ve Göç" geçen yıl Nisan ayında yayınlamıştık. 
			
			Kitabın diğer yabancı dillere çevrilerek 
			basılması için, yurtdışında bir yayıneviyle anlaşmaya vardık, 
			İngilizce ve Almanca'sı o yayınevi tarafından basılacak, 
			yayınlanacak. Maliyeti, çok yüksek değil kitabın, fakat fiyatı çok 
			yüksek. Doğrusu ben de bunları anlayabilmiş değilim, maalesef kamuya 
			ait işyerleri, matbaalar o kadar yönetiliyorlar ki, o kötü 
			yönetimleri matbaaların maliyetlerine yansıyor; daha fazla bir şey 
			söyleyemeyeceğim. 
			
			Çok haklısınız, ben de şahsen pek çok dostuma 
			kitabı kendim satın alarak, Tarih Kurumu'ndan satın alarak verdim. O 
			benim açımdan da şahsi bir yaradır. Keşke elimizde başka bir imkân 
			olsa. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. 
			
			Buyurun efendim. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Teşekkür ediyorum Sayın Başkan. 
			
			Ben konuşmacıların her birine ayrı ayrı saygıyla 
			ve işbirliğiyle bağlıyım. O bakımdan vermiş oldukları çok değerli 
			bilgilere teşekkür etmekle beraber, bunların tespit düzeyinde 
			kaldığını, aksiyon düzeyinde, bir tek Hikmet beyin söylediği bir iki 
			nokta hariç, aksiyon düzeyinde bir öneri gelmediğini düşünüyorum. 
			Oysa bu tip toplantıların ortaya çıkarması gereken, konuşmacıların 
			da belirttiği, vurguladığı gibi ofansif bir politikadır. Bundan 
			sonra defansif olmanın anlamı yoktur. Şu ana kadar zaten uğranılan 
			zararlara uğranılmıştır. İngilizlerin dediği gibi "to little to 
			late", yani hem gecikmiş, hem çok az yapmış durumdayız. 
			
			Evvela yine konuşmacıların sözlerine atıfla şuna 
			işaret etmek istiyorum: Türk insanının evvela hafızasını yerine 
			getirmek lazım, yani Türk insanının kendisine yapılanları bilmesi, 
			öğrenmesi lazım. Bu tabiatıyla Türkiye'ye dönük, içe dönük bir 
			çalışma. Bu çalışmanın lüzumu olmakla beraber, eşzamanlı olarak dışa 
			açılan çalışmalara hız vermek lazım. Bu arada, hafızayı yerine 
			getirmek için, mesela bir tipik öneri, somut bir öneri olarak 
			söyleyeyim: Şehit edilen diplomatlarımızın bir büstü o 
			temsilciliklerimizin kapısında veya bahçelerinde konulabilirse ve 
			her yıl onların şehit edildikleri tarihte, Büyükelçilik kapatılır ve 
			bu orada ilan edilirse, oradaki Türk vatandaşları davet edilirse, 
			bir ufak tören, hatırlatma ve o gün Büyükelçilik kapalı olursa, 
			zannederim dış kamuoyu da niçin kapalı olduğunu anlar. Mesela, buna 
			benzer adımlar atılabilir diye düşünüyorum. 
			
			Bendeniz çok mütevazı bir Büyükelçilikte 
			çalışırken, herhalde aşırı mütevazı olduğu için, Gratsiyani'nin, 
			İtalyan Valinin Etiyopya'daki katliam emirlerinin yazılı, imzalı 
			örneklerini buldum, çıkarttım arşivlerden ve bunları gönderdim. 
			Bunların zannediyorum, örnekleri Tarih Kurumu'nda vardır, çünkü 
			Dışişleri Bakanlığı'ndan oraya gönderildiğini öğrendim. Bu zamanlama 
			olarak, İtalyan Parlamentosuna Ermeni katliamı konusunda bir önerge 
			verildiğinden 15 gün önce oldu ve onunla zamanlı olarak ayarlamaya 
			çalıştım, ancak konunun sumen altı olduğunu ve maalesef, İtalyan 
			Parlamentosu'ndan da o kararın geçtiğini öğrendim. Şimdi bunun gibi, 
			zannederim, bu gecikme şeyini önleyen ve somut öneriler yaratan, 
			mesela Talat Paşa Konferansı gibi, ama bunu uluslararası yapmak 
			kaydıyla, bu tür adımlar atılması için ileriye dönük, geriye dönük 
			araştırma ve tespitlere devam etmekle beraber, ileriye dönük somut 
			öneriler üretilmesi lazımgeldiğini düşünüyorum. 
			
			Teşekkür ederim. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Buyurun efendim. 
			
			SALONDAN- Savunmamız gereken, kendimizi 
			savunmamız gereken kitlenin o kadar büyük bir gücü var ki, bugün 15 
			senedir işgal ettiği topraklar ortadayken, dünyanın hiçbir ülkesi, "siz 
			bir işgalcisiniz" diye yaklaşmıyor Ermeni Devletine. Bu Ermeni 
			diasporasının dünyada yarattığı etkinin ve sempatinin bir sonudur. 
			Eğer 1940 yılında bir üniversite gençliği, bize ait ifadeleri böyle 
			bir önyargıyla verebiliyorsa, 1915'ten itibaren her Ermeni ailesinin, 
			Amerika'da yaşayan her Ermeni ailesinin 24 Nisan'da çocuklarının 
			eline çiçek vererek, Amerikalı insanları ziyaret etmesi ve bunu 
			anlatması sağlandığı içindir. 
			
			Bugüne baktığımız zaman, her şey dünyanın gözü 
			önünde, ama hiç kimse parlamentodan bu tür kararın geçirilmesi 
			karşısında hiçbir ulus, hiçbir devlet, "kardeşim, siz işgalci bir 
			ülkesiniz" demiyor. Biz 1924'ü 1925'e bağlayan gece Hocalı'da 
			yapılan katliamı, dünya basınında, ne kadar facia dolu 
			fotoğraflarıyla dünya basınından öğrendik, yine buna da bir şey 
			denilmiyor. 
			
			Değerli konuşmacılardan ben şunu öğrenmek 
			istiyorum: Tabii ki, dünyaya karşı kendimizi anlatmakta geç kaldık 
			ve işimiz çok zor, ama kendi içimizi acaba ne yapmalıyız? Bizim 
			bugün bu konuyla ilgili ne yazık ki medyada, medyatik olmuş 
			kimliklerimizin çok farklı görüşleri var ve halkı onlar çok yoğun 
			bir biçimde etkiliyor. Benim kimlerden söz etmek istediğimi tırnak 
			arası burada herkes anlamıştır. Biz kendimiz için, çocuklarımız için 
			ne yapmalıyız? Acaba suskunluğumuz, daha sonra suçluluk duygumuz, 
			tepkisizliğimiz bizi nereye götürecek? 
			
			Artı, bütün bunların yanında, bir de ne yazık ki, 
			içimizde katılımcı olanlar var, destekleyenler var. Biz Türk 
			gençliğine nasıl bir yol çizeceğiz? Bu konudaki somut önerilerini 
			öğrenmek istiyorum. 
			
			Zamanınızı aldım, hepinize teşekkür ediyorum. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Buyurun. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Dediğiniz çok doğru tabii, Ermenilerin bir etkisi 
			var, bundan dolayı Azerbaycan'ın işgal altındaki topraklarını 
			kurtarmak mümkün olmuyor, bu doğru. Fakat birtakım şeyler değişiyor. 
			Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisini aldığı bir son karar var, 
			Ermenileri saldırgan olarak niteledi ve Karabağ'da Ermenilerin kendi 
			kaderini tayin hakkına sahip olmadığını söyledi; bu çok önemlidir. 
			
			Şimdi ne yapacağız? Bir kere, oturup, Sayın Bilal 
			Şimşir'in söylediği gibi, kitapları okumaya başlamak lazım. Bunu, 
			günün bu saatinde "80 yıl, 100 yıl önce bu kadar insan öldü, şimdi 
			derdimiz bu mu, binbir türlü güncel derdimiz var" deyip, bir tarafa 
			bırakmamak lazım. Yas tutmak dediğiniz şey, geçmiş kayıpları 
			gözümüzden geçirmek, bunları hatırlamak, hatırlamaya çalışmak; ilk 
			yapacağınız şey. İçinizde doğacak olan o isyan dalgası, sizi nereye 
			götürürse, oraya gideceksiniz, yapacağınız başka bir şey bence yok. 
			Bu da başladı, Sarıkamış'ta bir şey oldu, yani biz senelerce 
			Sarıkamış'a dönüp bakmadık, orada korkunç bir olay olmuştur. 
			Sanıyorum, ilk defa olarak geriye dönüp bir baktık ve çok rahatsız 
			olduk; buna benzer bir şey bu. Bütün kaybettiğimiz yerleri, herkes 
			bir kere, yani eminim, aranızda çoğunuz, Balkanlar'dan, bir kısmınız 
			da Kafkaslardan gelmedir, yani bunları hatırlamak, çalışmak, bir 
			yere koymak buna ilişkin kitapta, belki ilk başlayacak şey, ilk adım 
			bu olması lazım. 
			
			OTURUM BAŞKANI- Sağ olun Sayın Büyükelçim. 
			
			Vakit doldu, dolacak, genç arkadaşlar ellerini 
			kaldırıyorlar, ama önümüzdeki haftalarda üniversitemiz gençlik 
			konseyiyle birlikte Kanal B'de çok açık oturumlar yapacağız, hem 
			Türkiye'ye ve dışarıya, oralarda sizleri konuşturacağız. Ama 
			şimdilik izin verirseniz, son sözü Sayın Rektörüme veriyorum; 
			buyurun efendim. 
			i 
						
						
			
						
						
			
			Teşekkür ederim Sayın Başkan. Değerli 
			panelistlere ne kadar teşekkür etsek azdır. 
			
			Bugün gerçekten Üniversitemizde, sadece Türkiye 
			için değil inanıyorum ki dünya ülkeleri için de çok önemli bilgiler 
			gündeme getirildi ve en azından onların kulakları da, hani bir nebze 
			olsun kar suyu kaçmış olarak duracaktır diye düşünüyorum. 
			
			Aslında, hep Ermeni konusu konuşuyoruz. Konu o 
			kadar basit değil bana göre. Sanıyorum iki sene önce -Mahmut Bey, 
			iki sene önceydi değil mi Ermenilerle ilgili bir toplantı 
			düzenlemiştik- Ermenilerle, Ermeni bilim adamlarına, Ermeni 
			tarihçilerine bir çağrı yaptık Başkent Üniversitesi olarak. Dedik ki; 
			bakın, eğer sizinle, bizim aramızda bir problem varsa buyurun ben 
			sizi davet ediyorum. Her şeyini ben karşılıyorum; biletleriniz dahi 
			hazır, üstelik bu biletlerinizi de Moskova Büyükelçiliği'ne 
			gönderiyorum. İsimleri belli, her şeyi belli ve bunu bizim "Bütün 
			Dünya Dergisi"nde de ilan ettik. Bütün vatandaşlara, aslında bütün 
			dünyaya duyurduk. Dedik ki: Eğer Ermenilerle, bizim aramızda bir 
			problem varsa, biz geçmişte de, bu gün de Ermeni vatandaşlarımızla 
			beraber yaşıyoruz. Buyurun gelin de aynı masada oturalım, konuşalım, 
			problemimizi çözelim. 
			
			Başarılı olamadık, çünkü oradaki efendiler 
			dediler ki; "Vallahi, bizim burada Soykırım Enstitümüz var, eğer biz 
			oraya gelirsek Soykırım Enstitüsünü temsilen geliriz" Ben de, onlara 
			"Teşekkür ediyorum kardeşim" ve o işi kapattık. Bu işin bir tarafı. 
			
			Diğeri değerli konuklar; aslında maşa ve kullanan; 
			aldanan ve aldatan; bataklık ve sivrisinekler. Aslında birtakım 
			insanlar maalesef maşa olarak kullanılıyor. Birtakım insanlar 
			maalesef aldatılıyor ve aslında gerçekten, bataklık dururken biz 
			sivrisineklerle uğraşıyoruz. 
			
			Olay sadece Ermeni meselesi mi? Peki Rumlar? İşte 
			arkadaşlarımız saydılar ve ben konuşmamın başında özetledim. Sayın 
			Şimşir'de çok daha detayını anlattı. Ben doğudan başladım, batıdan 
			çıktım. Bu kadar bilerek bir şablon çizmeye çalıştım. Kim yapıyor 
			bunu? O, Garp Medeniyeti dediğimiz, hani bizim de yıllar yılı 
			peşinde koştuğumuz ve maalesef bugün de, âdeta hayallerimizin 
			içerisinde yaşattığımız ve her şeyimizi feda etmeye çalıştığımız 
			Avrupa ülkeleri. Peki, yine hatırlattım Osmanlı İmparatorluğu'nu kim 
			yıktı? Osmanlı İmparatorluğu kendisi yıkılmadı ki, yıktılar, 
			yıktılar. Sonunda çok şükür Atatürk'e, aziz şehitlerimize ve 
			arkadaşlarına ne kadar teşekkür etsek azdır. Bugün onlar sayesinde 
			biz buradayız. Orada, bu insanların dirayeti karşısında biz 
			buradayız. Onların gösterdiği cesaret karşısında biz buradayız. Bir 
			şey söylendi denildi ki; Sayın İnönü Lozan'a gittiği zaman, "Birçok 
			şeyler vardı, ama bir şey vardı ki eğer, o gündeme gelirse hiç, bize 
			de danışmayın masadan kalkın" Neydi o? Ermeni meselesi ve benim 
			bildiğim kadarıyla, gerçekten Sayın İnönü bir ara masadan kalktı ve 
			Türkiye'ye döndü. Ben bugüne getiriyorum değerli arkadaşlar; "İki 
			gün önce Sevr" sözde, onu öyle tanımlıyorum. Sözde Avrupa 
			Parlamentosu'nda gündeme getirildiği zaman ben beklerdim ki, Türkiye 
			Cumhuriyet'inin Parlamenterleri deseydi ki; "Çok teşekkür ediyoruz, 
			Avrupa Birliği burada bitmiştir. Bize Allahaısmarladık." 
			
			Bize bu yakışırdı değerli konuklar. Ben bunu yine, 
			tabii bir hata olarak kabul etmek istemiyorum, çünkü biz öyle 
			değiliz, bize bu yakışmaz. Bu ülke bize emanet edilmiştir, hangi 
			şartta olursa olsun? Ben yine bu kürsüden söyledim; bu ülke bugüne 
			nasıl geldi? Gaz yok, tuz yok, yiyecek yok, içecek yok, silah yok, 
			top yok, tüfek yok. Ya bugün? Allah'a çok şükür. Ben ne diyorum? 
			Lazer kullanıyorum, lazer. Dünyanın en çağdaş ülkesi dediğiniz 
			ülkede ne yapılıyorsa; çok şükür ben, ülkemde bunu en az onlar kadar 
			yapıyorum. O halde eksiğim ne? Biz buna layık değiliz. Ben temenni 
			ederim ki; bu hatayı yapanlar biran önce bu hatasından vazgeçsin. 
			Ülkemizin nedenli güçlü, ne denli kapasiteli bir ülke olduğunu 
			lütfen, bir kere daha, iyice düşünsünler; kararlarını ona göre 
			versinler. 
			
			Bir başka konu; akşam televizyonları izlerken 
			beni fevkalade rahatsız etmiştir. Komşu ülkemizde birtakım olaylar 
			oluyor. Geçmişte, bizim âdeta yaşamını sağladığımız, âdeta bizim 
			ülkemizin imkânları içerisinde onun sağladığı imkânlarla yaşamını 
			sürdüren ve "Aman, ne olur bizi kurtarın" diyen biri, sözde lider 
			olacak efendinin ayağına benim ülkem politikasıyla, hariciyesiyle, 
			askeriyle heyet gönderebiliyor, ricada bulunabiliyor. Bunu kabul 
			etmem mümkün değildir değerli arkadaşlar; böyle bir şey olabilir mi? 
			Benim ülkemin hudutları o kadar daraldı mı? Diğer taraftan bir başka, 
			aynı şekilde besleme, benim ülkemin beslediği adam benim ülkeme kafa 
			tutmaya çalışıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bunu kabul edebilir 
			miyiz? 
			
			Onun için değerli konuklar; aslında herkesin 
			söylediği o, "Bir şeyler yapalım" bugün başlamıştır. Bugün burada; "Evet, 
			Türk milletine tarihte yapılanlar büyük bir katliamdır. Büyük bir 
			haksızlıktır, adaletsizliktir." Buradan bütün dünyaya bunu 
			sesleniyoruz. Artık, herkes kendine gelsin. Hani dedim ya, medeniyet 
			çatışması falan değil; kişisel çatışmalarını, kişisel çıkarlarını 
			tatmin edebilmek için, maalesef toplumların katline, toplumların 
			aldatılmasına, toplumların kullanılmasına artık göz yumulmaması 
			gereklidir. En azından bizim toplumumuz, en azından bizim 
			insanlarımız artık bunu rahatlıkla haykırabilmelidir. 
			
			İşte, o haykırma bugün, buradan başlamıştır. 
			i
			 
						
						
		
						
		
		
			
			 
				- TransAnatolie Tour
 
				- Kültür Gezi 
				Sağlayıcısı ve Operatorü-Kültür ve Turizm Bakanlığı 4938 No'lu Grup A Lisans
 
			 
		 
		
						 
		
						 |