|
Kadeş Savaşını Kim Kazandı?
|
Eski dünyanın merkezi Anadolu ve Ortadoğu idi. İÖ yaklaşık olarak
1800'lerde Anadolu'da Hititler ortaya çıktı. Hititlerin ortaya
çıktığı tarihlerde Anadolu'dan Suriye'ye kadar uzanan coğrafyada en
önemli iki krallık Hititler ile Mitanniler'di. Aynı coğrafyada
bulunan çeşitli beylikler Hititlere bağlıydılar. Bu bağlılık, ödenen
vergiler karşılığı bir özerklik içeriyordu. Buna karşılık o
ülkelerin, Hitit kralı savaşa giderken ona asker vermek zorunluluğu
vardı.
Hitit krallığını bir imparatorluk haline getiren kral
Suppiluliuma'dır. İÖ 1375 ile 1335 arasında hüküm süren Suppiluliuma
çağın önemli krallıklarından olan Mitanni devletini yıkarak
imparatorluğunun sınırlarını Lübnan'a kadar genişletiyor. Buraları
fethetmesine karşın buralarda yaşayan insanları köle yapmıyor. O
ülke halklarını Hitit imparatorluğuna bağlı halklar haline
getirmekle yetiniyor ve içişlerinde özerk bırakıyor. Bu bilgiler
yalnızca Hitit tabletlerinde taraflı yazılmış olabilecek yazılardan
değil, aynı zamanda o dönemde yaşamış tarafsız ulusların
tabletlerinden de anlaşılıyor. Oysa aynı dönem Mısır'ında inanılmaz
bir kölelik düzeni sürüyor. Köleliğin boyutları o kadar aşırı ki
sonuçta Ramses döneminde Yahudilerin isyanı ve Musa'nın yahudileri
alarak Mısır ülkesini terketmesine kadar varıyor işler.
Kaldı ki Hititlerin yayılmacı bir politikadan çok kendi
imparatorluklarını koruma amacına dayalı ilerlemeleri söz konusu.
Bunu da Hititlerin kurucusu kabul edilne kral Labarnas'ın yazdırdığı
bir tabletten anlıyoruz. Şöyle diyor Labarnas: "Ve ülke çok küçüktü…Ne
tarafa kıpırdansa hemen bir düşman ülke ordusu yolu kesiyordu."
Labarnas bu durumdan kurtulmak, en azından tüccarlarına yol açmak
amacıyla çevreyi ele geçirerek krallığı büyütmeye başlamıştı.
Hititler, ele geçirdikleri ülke halklarını köle yapmaz onlara bir
çeşit özerklik tanırken, Mısırlılar kendi içlerinde yaşayan
insanları köle yapıyorlar. Hitit uygarlığının üzerinden Frigler,
Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar geçtiği için geriye kalan
kalıntılar ne yazık ki Mısır'da kalanlardan daha az. Ona karşın bu
uygarlığın sanat, kültür ve bilim alanında oldukça ileriye
gittiğinin kanıtları duruyor hala. Kaldı ki Asurlulardan
öğrendikleri ticareti de oldukça geliştirmiş oldukları anlaşılıyor.
Demek ki Mısır yazıtları ve resimleri Hititleri barbar ve istilacı
olarak gösterirken gerçeği anlatmıyor. Yukarı
O zamana kadar bilinen dünyanın en büyük iki imparatorluğu olan
Hititlerle Mısırlılar niçin savaşa girdiler? Bu soruyu yanıtlamak
için biraz geriye gidelim.
Tek tanrıya inandığı için sapkın firavun diye adlandırılan firavun
Akhenaton'un ölümünden sonra yerine büyük oğlu Smenkare geçiyor.
Smenkare'nin ölümle sonuçlanan kısa süren firavunluğu sonrasında
Mısır tahtına Tutenkamon geçiyor. Tahta geçtiğinde Tutenkamon henüz
çocuk yaşta. Üvey kızkardeşi Ankesenamon ile evlendiriliyor.
Tutenkamon 18 yaşındayken, sonradan mumyası üzerinde yapılan röntgen
incelemeleriyle anlaşıldığı üzere, kafatasına aldığı bir darbeyle
öldürülmüş. Cinayetin Başrahip Eje tarafından işlendiği kabul
ediliyor bugün.
Buraya kadarki öykü konumuzu çok yakından ilgilendirmiyor. Yalnızca
altyapıyı verebilmek için değindim. Konumuzu asıl ilgilendiren bölüm
dul kalan kraliçe Ankesenamon'un başına gelenler ve bunların
Hititlerle ve Kadeş savaşıyla ilgisi.
Başrahip Eje, firavun Tutenkamon'u öldürdükten sonra firavun olmak
istiyor. Bunun en kestirme yolu kraliçe Ankesenamon ile evlenip
tahta geçmek. Ankesenamon, kocasını, Eje'ın öldürdüğünü bildiği için
mi yoksa Eje kendisinden çok yaşlı olduğu için mi bilinmez onunla
asla evlenmek istemiyor. Ama Eje bu konuda kararlı. Ankesenamon'un
bulabildiği tek çözüm adını ve ününü duyduğu Hitit kralı
Suppiluliuma'dan yardım istemek. Suppiluliuma'nın oğlu II.
Murşiliş'in yazdığına göre bu yardım isteği şöyle çıkıyor ortaya: "Mısırlılar,
Amka zaferini duyunca korktular. Üstelik firavunları da ölmüş olduğu
için, Mısır'ın dul kraliçesi babama bir elçi ile şu mektubu yolladı:
Kocam öldü. Benim oğlum yok. Duyduğuma göre sende oğul çokmuş. Eğer
bana oğullarından birisini verirsen onu koca yapacağım. Tebamdan
birisini kocam yapmayı asla istemiyorm. Ona koca olarak saygı
duyamam." II. Murşiliş devam ediyor: "Babam bunu duyunca inanamadı.
Hatti'nin büyüklerini toplayıp danıştı." Sonunda Suppiluliuma,
danışmanı Hattuşa-ziti'yi Mısır'a elçi olarak gönderip durumu tam
olarak anlamayı kararlaştırdı. Hattuşa-ziti, Mısır'da gerekli
araştırmaları yaparken Suppiluliuma bir yandan da Karkamış'ı ele
geçiriyor ve inanılmaz büyüklükte bir savaş ganimeti elde ediyordu.
Bu, onun Ortadoğudaki ününü iyiden iyiye arttırmış olmalı. Bir süre
sonra Hattuşa-ziti, Ankesenamon'un ikinci mektubuyla dönüyor.
Mektupta Suppiluliuma'ya hitaben şunlar yazılı: "Niçin bana
inanmıyorsun? Niçin alay edildiğini sanıyorsun? Ben başkasına değil
yalnızca sana yazdım. Bir çok oğlun olduğu söyleniyor. Oğullarından
birini bana verirsen o, hem bana koca hem de Mısır'a kral olacak."
II. Murşiliş devam ediyor anılarına "Babam iyi yürekli olduğu için
kadının sözünü dinledi ve göndereceği oğlunu seçti." Suppiluliuma,
Mısır firavunluk soyunun Hititlere geçeceği hayalini kurarak oğlu
Zannanza'yı küçük bir askeri birlikle Mısır'a yollar. Hitit
tabletlerinden anlaşılacağı üzere, prens Zannanza'nın sınırı
geçtikten bir süre sonra öldürüldüğü haberi gelir Hitit ülkesine.
Firavun olmak için gün sayan Eje, Ankesenamon'un bu girişimini
öğrenmiş ve Mısır orduları başkomutanı Horemheb aracılığıyla
yolladığı orduyla Zannanza'nın birliğini kuşatarak yok ettirmiş
hepsini. Suppiluliuma, bu olaya çok üzülmüş. Yine tabletlerden
anlaşıldığına göre günlerce ağlamış ve intikam yeminleri ederek
başta fırtına tanrısı Teşup olmak üzere tanrılara kurbanlar sunmuş.
Zannanza'nın davet edildiği bir ülkede cinayete kurban gitmiş olması
Suppiluliuma ve bütün ailesi üzerinde bir Mısır nefreti yaratmış
olsa gerek. Ne var ki o sırada Anadolu'da yayılmağa başlamış olan
veba salgını bu nefret ve intikam duygularının yoğunluğuna karşın
Suppiluliuma'nın Mısır üzerine bir seferi göze almasını engelliyor.
Nitekim Suppiluliuma da vebaya yakalanıp İÖ 1335 yılında ölüyor.
Ardından tahta geçen oğlu III. Arnuvandas da yalnızca bir yıl
krallık yaptıktan sonra vebadan ölünce tahta II. Murşiliş geçiyor.
Tahta geçer geçmez, Hitit imparatorluğunda bu kadar taht değişimini
fırsat bilerek ayaklanan Arzava'lılarla savaşa girişiyor. İki yıl
süren bu savaş sonunda Arzava ülkesini yıkıyor. Kuzey'de ayaklanan
Kaşka'lıları ve diğer ulusları da yeniyor. II. Murşiliş'ten günümüze
kalanlar yalnızca babası Suppiluliuma'yı anlattığı anılar değil.
Onun çok ünlü bir de veba duası var. II. Murşiliş, ardında büyük ve
güçlü bir imparatorluk bırakarak İÖ 1306'da ölüyor. Tahta oğlu
Muvatallis geçiyor.
Bu sırada Mısır tahtında Akhenaton'la birlikte ortaya çıkan
geveşeklik ve karışıklıklar sonrasında artık güçlü bir firavun
vardır: II.Ramses. II. Ramses, daha imparatorluğunun ilk yıllarında
düzeni kurmak ve Mısır'ın gücünü çevreye kabul ettirebilmek için
seferlere başlıyor. Hititler açısından bardağı taşıran damla Suriye
topraklarında Hititlere bağlı olarak yaşayan Amurruların birden
Ramses'e bağlılıklarını açıklamaları. Amurru prensi Benteşina,
kendisine çok daha fazla tavizler önermiş olan II. Ramses'in sözüne
güvenerek Hititler'den kopmuş ve Mısırlıların safına katılmıştı.
O dönemin güç dengeleri içinde II. Ramses'in ilerleyişini durduracak
tek güç vardı dünyada: Hititler. Artık Muvatallis için yapacak başka
bir şey kalmıyordu: Hem sınırlarına yeniden biçim vermek hem de
Suppiluliuma'dan kalma intikamı almak (Prens Zannanza'nın
öldürülmesi olayı). Dolayısıyla iki ulusun savaşa girişmesi
kaçınılmazdı. Öyle de oldu. İki ordu, Halep ile Şam'ın ortasında bir
yerde olan Kadeş'te karşı karşıya geldiler.
Bu noktada savaşı Hititlerin değil Mısırlıların çıkardığına ve
gerçek barbar aranıyorsa bunun kim olduğuna dikkat etmek gerekir.Yukarı
İki büyük ordu İÖ 1296'da Kadeş yakınlarında karşılaştılar.
Ramses'in Kadeş'e yaklaşımı askeri strateji açısından hataların en
büyüklerinden birisi olarak tanımlanıyor bugün. Ordusunu dört bölüme
ayırmuştı. Her bir bölüm Mısır'ın en büyük tanrılarının adını
taşıyordu: Amon, Ra, Ptah ve Seth.
İlk karşılaşmada Muvatallis'in, kardeşi III. Hattuşiliş ve oğlu Urhi
Teşup ile birlikte kumanda ettiği Hitit birlikleri, Ramses'in
ordularını darmadağın edivermişti. Ramses canını zor kurtarmış
kendisini Amon tümeninin içine zor atmıştı. Savaşa soktuğu Ra
tümeninden geriye çok az asker kaldığı anlaşılıyor. Onlar da tam bir
bozgun halinde kaçmağa başlamışlar. Bu ilk yenilgi Mısır
yazıtlarında şöyle anlatılıyor: "Yürüyüş kolundaki Ra tümeninin
ortasına saldırdılar. Ra tümeni harekat halindeydi. Savaşa hazır
değildi. Bu nedenle majestelerinin (II. Ramses) askerleri de savaş
arabaları da onlar (Hititler) karşısında yenildi."
Amon tümeni, ordunun geri kalanından ayrılmıştı. Hitit savaş
arabaları yapılarının getirdiği hafiflik ve manevra üstünlüğüyle
kısa sürede Amon tümenini de sarmışlardı. Üstelik Ramses de sarılmış
olan Amon tümeninin ortasındaydı. Tam anlamıyla bir toplu yok
edilmenin eşiğindeydi Ramses ve Amon tümeni. Onların yok edilişinin
ardından başsız kalan Ptah ve Seth tümenlerinin yok edilmesi çok
kolay olacaktı. Hitit imparatorluğunun önünde Mısır toprakları
açılıyordu artık
Hitit ordusu pek çok ulustan derlenmiş askerlerden oluştuğu için
disiplini çok güçlü değildi. Mısır ordugahına girdikleri anda
yağmaya başladılar. Emir komuta herşey bir anda yok olmuştu. Mısır
ordugahı çok zengindi. İşte tam bu sırada Mısır yazmanları ve
şairlerine göre Ramses, tanrısal bir güçle Hitit askerlerine
saldırıp onları dağıtıyor ve savaşı birden lehine döndürüyor. Bundan
sonra Ramses'in kahramanlığı üzerine öyküler sonu gelmez biçimde
sıralanıp duruyor Mısır yazıtlarında. Aynı kaynakları kullanan
Christian Jacq da Ramses dizisinin Kadeş adlı bölümünde Ramses'in
kahramanlıklarını ve elde ettiği zaferin öyküsünü anlatıyor.
Oysa Hitit kaynakları böyle anlatmıyor. Mısır ordugahının yağmasına
dalmış bulunan ve emir dinlemez halde olan Hitit askerleri hiç
beklenmeyen anda küçük ve düzenli bir birliğin saldırısına
uğruyorlar ve toparlanmaya fırsat bulamadan dağılıyorlar. Bu
birliğin nereden geldiği bugün hala bir sır. Fakat bu birliğin
Ramses ordularına ait olmadığı kesine yakın bir biçimde biliniyor.
Çünkü Ramses'in ağzından şöyle anlatılıyor: "Yanımda ne bir prens
var, ne bir sürücü, ne bir piyade subayı, ne de bir araba savaşçısı.
Yaya askerim de araba savaşçılarım da beni onların karşısında
ganimet gibi bırakarak çekip gitti. Onlarla savaşmak için kimse
beklemedi."
Savaş bir süre daha sürüyor. Ondan sonra her iki ordu da geri
çekildiği için kimse kimseye üstünlük sağlayamıyor. Mısır
kaynaklarında Muvatallis'in Ramses'e şöyle bir mektup yolladığı
yazılı: "…Mısır ve Hatti ülkeleri senin emrindedir ve ayaklarının
altına serilmiştir..." Oysa o durumda Hitit kralı Muvatallis başkent
Hattuşa'dan yaklaşık 600 kilometre uzakta, Suriye topraklarında
bulunmaktadır. Daha iki ordu arasındaki ilk çatışmada Mısır orduları
geriye dönmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla Muvatallis'in bu tür
bir mektup yazması için ortada hiç bir neden yok. Bugün, çoğu
araştırmacı böyle bir mektubun Ramses'in hayal ürünü olduğu
konusunda hemfikir.
Mısır tapınaklarında, mezarlarında ve saraylarında Ramses'in Kadeş
savaşını kazandığına ilişkin yazılara ve resimlere karşılık savaşı
Hititlerin kazandığını gösteren bazı kanıtlar var ortada. İlk kanıt:
Prens Benteşina'nın Mısır'a bağladığı Amurru ülkesinin savaştan
hemen sonra yeniden Hititlere bağlı hale getirilmesidir. İkinci
kanıt savaştan yaklaşık 9 yıl sonra Hitit kralı III. Hattuşiliş ile
II. Ramses arasında imzalanan Kadeş barış antlaşması (İÖ 1286)
sonrasında Hattuşiliş'in büyük kızını Ramses'e çok büyük törenlerle
gelin vermesidir. Ramses, sonradan Maatnefrure adını alan bu kızı
Başkraliçe yapmıştır. Böylece bir Hititli Mısır sarayında
başkraliçeliğe gelmiştir. Savaşı kazananın değil kaybedenin kabul
edebileceği bir gelişme bu.
Hitit kaynakları ve diğer kaynaklar bulununcaya kadar Kadeş
savaşının kesin galibinin Mısırlılar olduğu sanılıyordu. Buna karşın
böyle bir galibiyetten sonra nasıl olup da Hititlerin Amurru
prensliğini kendilerine yeniden bağladıkları ve yine nasıl olup da
Mısır'ın Hitit ülkesini haraca bağlamadığı anlaşılamıyordu. Bugün
bilinen, Hititlerin bu savaşı kazandıkları ama galibiyetlerinin
sonradan yağma sırasında müdahale eden bir birlikçe durdurulduğu
biçimindedir. Özetle her iki ulus da bu savaştan kesin galibiyet
elde edemese de savaştan sonra Hititler'in, Mısırlılara karşı çok
daha üstün bir konuma geçmiş olması savaşta Hititlerin üstün
geldiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Mısır kaynaklarına
dayanarak aksini anlatan öyküler ya da yorumlar doğru değildir.
Hititleri, Christian Jacq'ın, dünya çapında çok satan Ramses
romanından barbar ve istilacı bir ulus olarak tanıyanları ve
Mısırlılar'ın Hititleri Kadeş Savaşında yendiğini düşünenleri hayal
kırıklığına uğrattığımızın farkındayız. Ama öyküler ile bilimsel
kanıtlar her zaman örtüşmüyor. Yukarı
1.
Anadolu'da Asur Ticaret
Sömürüsü
Bundan dörtbin yıl önce Milattan önce üçüncü binin sonları ve ikinci
binin başlarında Anadolu'da çok yaygın bir Asur ticareti vardı.
Asurlu tüccarlar Anadolu halklarıyla yaygın bir ticaretin içine
girmişlerdi. Anadolu'da Asur ticaret kolonileri vardı. Bu
kolonilerin merkezi Kayseri yakınlarındaki Kültepe'de bulunan Neşa (ya
da Kaneş) Karumu'ydu.
Anadolu'da yapılan kazılarda o döneme ilişkin ticari ilişkileri
açıklayan pek çok tablet bulunmuştur. Bu tabletlerden anlaşıldığı
kadarıyla Asurlu tüccarlar Mezopotamya'dan çoğunlukla tekstil
ürünleri ve kalay getiriyorlar, bunun karşılığında altın, gümüş ve
bakır alıyorlardı. Özellikle Kapadokya bölgesi altın ve gümüş
madenleri açısından zengin bir bölgeydi.Asurlu tüccarlar
getirdikleri malların bir bölümünü kredili olarak sattıkları için
bunların kayıtlarını tutmak zorundaydılar. Ticarete ilişkin tablet
bolluğu buradan kaynaklanıyor.
Asurlu tüccarlar için Anadolu çekici bir yerdi. Her şeyden önce
birbirine yakın bir çok kent krallığı vardı. Dolayısıyla nihai
hedefe gidene kadar gündüzleri yolculuk yapıp geceleri konaklayacak
güvenli kentler bulunuyordu. Kentlerin kralları, kendi haraçlarını
aldıkları sürece tüccarlara karşı barışçıl bir yaklaşım içindeydiler.
Asurlular satış için Anadolu'ya getirdikleri mallarını eşeklerle
taşıyorlardı. Eşeklerin iki yanında tekstil ürünleri ya da teneke
taşınan ağzı kapalı heybeler vardı. Sırtında ise yol boyunca
yenilecek yemekleri saklayan bir başka heybe.
Asurlu tüccarların oluşturduğu ticaret kervanları içinden geçtikleri
kentin kralına geçiş vergisi ödüyorlardı. Bu vergiler genellikle
taşınan malın cinsine göre oransal olarak hesaplanıyordu. Bu tür
vergileri ödemeden kentten geçmek ve malını satabilmek olanağı yoktu.
Vergiden kurtulmanın iki yolu vardı: İlki, vergiden kaçınma
biçiminde çıkıyordu ortaya. Kentin içinden geçmeyip dışarıdan
dolaşılırsa vergi ödeme yükümlülüğü doğmuyordu. Buna karşın kent
dışında özellikle geceleri kervanın saldırıya uğraması her an söz
konusu olabiliyordu. İkincisi, vergi kaçakçılığıydı. Bunun yolu ise
malları kente, nöbetçilerle anlaşıp, gizlice sokmaktı. Nöbetçilere
verilecek pay, vergiden düşük olduğu sürece bu çekici bir seçenekti.
Ama riski çok fazlaydı. Bunu yapan tüccar yakalanırsa, kent kralının
onun mallarının tümüne el koyma hakkı doğuyordu. Anadolu'da bulunan
Asur tabletlerinden tüccarların hangi kentte daha kolay vergi
kaçakçılığı yapıldığı konusunda birbirleriyle yazışmalar yaptığı
anlaşılıyor.
Asurlular, Hurriler, Hattiler, o dönemde Anadolu'da yerleşik diğer
kavimler ve sonraları Hititlere, kredili olarak sattıkları mallar
için çok yüksek oranlı faiz uyguluyorlardı. Bulunan Asur ticaret
tabletlerinden anlaşıldığı kadarıyla faiz oranları yüzde 30 ile
yüzde 180 gibi yüksek oranlar arasında değişiyordu. Borçlarını
ödeyemeyen yerel halk krallara şikayette bulunuyordu. Kötü hasat
yıllarında borcunun teminatı olan ürünü elde edemeyen insanlar son
derecede güç durumlara düşüyorlardı. Ya ailesinden birisini tüccara
köle olarak veriyor, ya da bazen kendisi de dahil olmak üzere bütün
ailesi köle oluyordu. Bazen yerel krallar bu tür borç - alacak
ilişkilerini çözmek için borçların silinmesi hakkında yasalar
çıkarıyorlardı. Söz konusu yasalar doğal olarak borçluyu kurtarırken
alacaklıyı sıkıntıya sokuyordu. O nedenle de alacaklı, bu tür bir
sıkıntıya düşmemek için kredili satış yaptığı kişinin ödeme
yapmaması halini engellemek için başka kişilerin kefaletini alıyordu.
2
Aşağı yukarı 4000 yıl öncesinde Anadolu'da Asurluların katkısıyla da
gelişen bir rüşvet, vergiden kaçınma, tefecilik düzeni kurulmuş
olduğu anlaşılıyor.
Milattan önce 1800'lerde Anadolu'nun ortasında nereden ve nasıl
geldikleri henüz tam ve doyurucu olarak açıklanamayan Hititler
ortaya çıktılar. Hitiler ilk ve ikinci kralları Pithana ve
Anitta'nın önderliğinde Asur ticaret kolonisinin merkezi olan
Neşa'yı ele geçirdiler. Neşa'nın ele geçirilmesi Asurluların
uyguladığı tefeciliğin sonunu getirmiş olsa gerek. Bu gelişme Asur
ticaret ve tefecilik sömürüsü altında inleyen komşu kent
krallıklarında da Hititlere karşı bir sempati doğmasına yol açmış
olsa gerek. Çünkü Neşa'nın ele geçirilmesi sonrasında Hititler,
Anadolu'nun büyük bölümüne egemen oldular. 3
Hititlerin, ekonomik sorunu doğru bir çözüme kavuşturmak suretiyle
Anadolu'ya egemen olmaları bugün için de önemli bir gösterge olarak
kabul edilebilir. Yukarı
Kadeş Savaşı M.Ö. 1275'de 4 Hitit Kralı Muvatalli ile Mısır Firavunu
II.Ramses arasında Asi Irmağı kıyısındaki Kadeş Kenti yakınlarında
gerçekleşti. Savaşın çıkış nedeni bugünkü Suriye sınırları içinde
kalan Amurru ve Amka toprakları üzerindeki egemenlik iddialarıydı.
Savaşı kimin kazandığı konusu uzun süre tartışmalı kaldı. Hatta
Mısır'ın savaştan galibiyetle çıktığını iddia edenler çoğunluktaydı.
Bunun temel nedeni Hititlerin bu konuda yazılı bir şey bırakmamış
olmalarıdır. Oysa Mısır'daki tapınaklarda Ramses'in kendi yazdırdığı
zafer metinleri var.
Savaşın asıl galibinin Hititler olduğu konusunda bugün bir tereddüt
yok. Çünkü uğrunda savaşılan topraklar sonuçta Hititlerde kalmış.
Asıl önemli konu savaştan yaklaşık 15 yıl sonra imzalanan Kadeş
Barış Antlaşması. Bu antlaşma Hitit Kralı III. Hattuşili ile Mısır
Firavunu II.Ramses arasında imzalandı. 5
Antlaşmanın temel düzenlemesi bu iki ülkeden birisine yönelik bir
saldırı ya da tehdide karşı ötekinin ona yardım edeceği ve savaşa
birlikte gireceğini içeren düzenleme. Yani birisine yönelik tehdidin
ortak tehdit olarak kabul edilmesini sağlayan düzenleme.
Bugün Nato Antlaşmasının 5. maddesini incelediğimiz zaman aşağı
yukarı aynı düzenlemeyle karşılaşıyoruz. Yukarı
Hukukun üstünlüğü geçmişte de söz konusuydu. Ama bu üstünlük kısas
hukukuyla ifade ediliyordu. "Göze göz, dişe diş" ifadesi kısas
hukukunu simgelemekte kullanılan bir deyimdir. Yani birisi birisine
kötülük etmişse cezası aynı kötülüğün kendisine de yapılmasıydı.
Kısas hukukunun temelleri eskiye daynmakla birlikte bunu gelenekten
çıkarıp yazılı hukuka dönüştüren Babil Kralı Hammurabi'dir.
Başlangıçta Hitit hukukunun da kısas hukuku çerçevesinde
yapılandığını biliyrouz. Zaman içinde, Hammurabi yasalarından
yaklaşık 200 yıl kadar sonra Hitit Hukuku tazminat hukukuna dönmüş.
Babil kralı Hammurabi'nin "Kısas Hukukundan" Hititlerin tazminat
hukukuna geçişleri. Roma hukukundan çok daha eski bir atılım. Ne var
ki tanıtılamamış.6
Yasalarda kısas hukukundan tazminat hukukuna geçiş "eskiden"
ifadesinin eklenmesiyle vurgulanıyordu. Buna bir örnek verelim:
"Eğer bir tohum üzerine bir başkası tohum serperse onun ensesi saban
üzerine koyulsun, iki koşum öküzü bağlansın birinin yüzü bu tarafa
ötekinin yüzü o tarafa çevrilsin adam ölsün, öküzler ölsün ve tarla
eski sahibine verilsin, eskiden böyle yapılıyordu, ve şimdi bir
koyun adamın yerine, iki koyun da öküzlerin yerine konsun, bu kişi,
tarlasına tecavüz ettiği kimseye otuz ekmek, üç kap iyi cins bira
versin ve tarlayı daha önce ekmiş olan kimse onu kendisi için biçsin."
7
Hukuk sisteminin gelişmesiyle devlet yönetimi sisteminin
gelişmesinin tam ortalarında bir yerlerde ünlü Telipinu Fermanı var.
Telipinu Fermanı. Batıdaki primogenitur yönteminin ilk adımı. Hitit
tahtına geçişler sürekli cinayetlerle olduğu için Kral Telipinu
tahta geçişi bir kurala bağlıyor bu fermanıyla. Telipinu Fermanı
özetle kralın ölümündenb sonra yerine birinci sıradaki oğlunun
geçeceğini, ya da o yoksa hangi sürecin işletileceğini anlatıyor.
Aslında telipinu da tahta I.Huzziya'yı öldürerek geçtiği halde böyle
bir düzenleme yapmak gereksinimini duymuş. Yaklaşık 3500 yıl
öncesinde böyle bir düzenleme son derecede önemli. Osmanlı
İmparatorları böyle bir düzenlemedenm habersiz oldukları için Fatih
Sultan Mehmed'de bu düzenleme kardeş katlini vacip görerek tuhaf bir
cinayet aracı haline dönüşmüş. 8 Kuşkusuz genel kurala kişiye göre
istisna getirme çabası bu. Fatih Sultan Mehmed birinci sıradaki oğlu
Bayezid'i değil de ikinci sıradaki oğlu Cem'i tahta çıkarmak
istediği için düzenlemeyi böyle yapmış olsa gerek. Ne var ki
Telipinu yönteminin yerine Fatih yönteminin uygulanması Osmanlı
hanedanı için bir ölüm fermanına dönüşmüş görünüyor.Yukarı
Hitit kentlerinde yaşlılar meclisi var. Kent kralları ya da valileri
bu meclisi bir çeşit danışma meclisi gibi kullanarak karar alıyorlar.
Başkent Hattuşa'da ise bir Soylular Meclisi var. Bunun adı Panku.
Panku, Hititçede "hepsi", "hep birlikte" demek. Panku hem yasama
organı hem de yargı organı olarak çalışıyordu ve Kral ailesinin
yargılanması da bu mecliste yapılıyordu. 9
Kralın gücüne paralel olarak Panku'nun yetkisi ve etkisi zaman
içinde artış veya azalış göstermiş olsa da bu danışma meclisinin ilk
demokratik adım olarak alınması doğru olacaktır. Kralların veliaht
prensleri belirlerken Panku'ya danışmaları ya da en azından
Panku'nun desteğini almaya çalışmaları, bunun en önemli
kanıtlarından birisini oluşturuyor.
Dönemin bütü uygarlıkları arasında bu atılım Hititlere seçkin bir
yer veriyor. Günümüz için de inanılmaz bir başlangıç noktası
oluşturuyor. Yukarı
Hititler, kadın hakları konusunda hiçbir ortadoğu ülkesine
benzemeyen bir yapıya sahiptiler. Hitit Kraliçeleri "Büyük Kraliçe",
Egemen Kraliçe" gibi unvanlar taşıyan Hitit Kralıyla eşit hükmetme
yetkisine sahip bir kişiydi. Aynı zamanda Başrahibe unvanı da taşır
Kralla birlikte dinsel törenleri yönetirdi. Kendi başına dinsel
törenler yönetmesi de söz konusuydu. Ayrıca Kralın Başkentte
bulunmadığı zamanlarda kararları o mühürlerdi. Hitilerde kararların
altında Kralın mührünün yanısıra Kraliçenin mührünün basılması da
adetti. 10
Kadın eşlitliği yalnızca Kralla iktidarı bir ölçüde paylaşan Kraliçe
açısından söz konusu olan bir husus değildi. Bir erkeği öldürmenin
cezası neyse kadını öldürmenin cezası da aynıydı. Ayrıca anne,
saygısızlık gösteren ya da kusur işleyen erkek evladı çocukluktan
reddetme ve geri kabul etme hakkına sahipti.
Kadına gösterilen saygıyı vurgulamak açısından Hitit
talimatnamelerinden birisini daha aktarmakta yarar var:
"Eğer bir kimse bir kadın ile birlikte olacaksa, o tanrıların
ibadetini ne şekilde düzenlerse ve tanrıya yiyecek ve içecek ne
şekilde verirse, kadının yanına da aynı şekilde gitsin." 11
Hititlerin, Anadoluya egemen olan anaerkil aile geleneğinden
etkilenerek böyle bir eşitliğe ulaştıkları sanılıyor. Hititlerde
kadına tanınan haklar ve erkekle eşitlik o dönemin ortadoğusunda söz
konusu değildi. Sanırım bu dönemin ortadoğusunda bile söz konusu
değil.Yukarı
Hitit tahtına III.Hattuşili'den sonra IV.Tuthaliya çıkmıştı.
Biyandan veba salgınlarının yarattığı nüfus azalması öte yandan
kuraklığın yarattığı büyük sıkıntılar imparatorluğu kasıp
kavuruyordu. Sonunda IV.Tuthaliya Kadeş Barış Antlaşması'nın verdiği
cesaretle Mısır Firavunu Merentpah'dan yardım istedi. Merentpah,
Hititlere gıda yardımı yaptı. Ve bunu şöylece yazdırdı tarihe: "Hatti
ülkesini yaşatmak için gemilerle tahıl yolladım Asyalılara." Bu
yardım o dönem için Hititlere bir nefes alma olanağı yaratmış olsa
bile imparatorluğu yaşatma olanağı sağlayamamış görünüyor. Çünkü M.Ö.
1200'lerin sonunda ortaya çıkan deniz kavimleri saldırısına karşı
direnemeyerek yıkılmış imparatorluk.
Merentpah'ın yardımı bildiğimiz kadarıyla dışarıdan Anadolu halkına
yapılan ilk yardım. Sonrasında ise bu yardımlar sürüp gitmiş. En son
örnek Dünya Bankası'nın ekonomik kriz nedeniyle fakirleşen Anadolu
insanına 2001 yılında verdiği 500 milyon dolarlık kredi.
Yukarı
Anadolu'nun ortasında, Kızılırmak yayının çerçevesinde M.Ö. 1650 ile
1200 arasında dünyanın en büyük imparatorluklarından birisini kuran
Hititler aynı zamanda dünya tarihinin en gizemli uygarlıklarından
birisi olmaya devam ediyor. Bulunan tabletler okundukça ve arşivler
yayımlandıkça Hitit gizemi yavaş yavaş çözülüyor. Buna karşın
bildiklerimiz hala bilmediklerimizin onda biri kadar. Hala
Hititlerin nereden ve nasıl geldiklerini, kökenlerinin ne olduğunu
tam olarak bilemiyoruz. Pek çok konu henüz spekülasyonla açıklanıyor.
Aslında Hititler hakkında bildiklerimiz de bu kavimle ilgili gizemli
görünümü artırıyor. Çağdaşlarının son derecede basit bir kısas
hukuku uyguladıkları bir dönemde Hititler nasıl olup da bugünkü
hukuk düzeninin temelini oluşturan tazminat hukukuna geçebildiler?
Ya da dünyanın bir çok bölgesinde bugün bile çözülemeyen kadın -
erkek eşitliğini nasıl bir etkiyle yaşama geçirdiler? Panku'ya nasıl
ulaştılar?
Bunlar bugün için spekülasyona açık konular. Yarın öbürgün tabletler
okunup, arşivler açıklandıkça bu soruların daha doyurucu yanıtlarını
bulacağız sanırım. Yukarı
|
|