'Adab-ı muaşeret' olarak modernleşme 
            
			
		
		
            Türkiye'de 'Batılılaşma' bir 'devlet kararı' olarak ortaya çıktı ve 
            çıktıktan sonra da, hiçbir zaman gerçek bir anlamda toplumsallaşmadı.
             
             
            'Emir-kumanda' toplumlarında, tanım gereği, fazla tartışma olmaz; 
            tartışma olmayınca, düşünce fazla değişmez, entelektüel boyut 
            derinleşmez, sığ kalır. 'Batılılaşma/modernleşme'den yana olanlar da 
            onu olabildiği en yüzeysel şekliyle kabul ettiler, benimsediler. 
             
		 
            Böylece 'Batılılaşma/modernleşme' bir 'adab-ı muaşeret' meselesi 
            olarak kavrandı ve benimsendi veya benimsenmedi. Büyük toplumsal 
            dönüşümler ister istemez davranışları değiştirir; bir zaman sonra, 
            dönüşümün sonuçlarına göre yeni bir 'adab-ı muaşeret' oluşur. Bizde 
            -pek çok işimizde görülen tersliklere uygun olarak- 'adab-ı muaşeret' 
            önde gitti. 
             
		 
            Pascal'ın ünlü sözü, diz çöker, gözlerimizi yumar ve ağzımızı bir 
            şeyler mırıldanıyor gibi oynatırsak, arkadan, bir süre sonra, dua 
            etmeye de başlarmışız. Bu, 'Türk Batılılaşması'nı oldukça iyi 
            özetliyor: "Başına şapka giy, kravat tak, günün vaktine göre, 
            rastladıklarına 'günaydın' ve 'tünaydın' de, Batılı olursun." 
             
		 
            Batı, bir şeyler yapmış ve 'Batılı' olmuş. Sen, onun yaptıklarının 
            bazılarının bazı sonuçlarını taklit edeceksin ve bununla 'Batılı' 
            olacaksın. Oysa bununla 'Batılı' filan olunmuyor. Olsa olsa, 'batıcı' 
            olunuyor -kelimenin bütün anlamlarıyla. 
             
		 
            Batı'nın 'adab-ı muaşeret'i, Osmanlı'nın son dönemlerinde burada 
            tanınıyor ve büyük çoğunluğu İstanbul'da yoğunlaşan seçkinler de 
            buna ayak uydurmaya çalışıyordu. Bu süreç içinde gayrimüslim kesim 
            de bir 'aktarma' işlevi görüyordu, çünkü Batı'yı onlar daha önce 'içselleştirmişti' 
            ('özümlemişti' demek, o kesim için bile fazla iddialı olabilir). 
             
		 
            Bu durum da, ideolojide kalıcılaşan bir tutumun kaynağı olmuştur: 
            beğendiğin için birini taklit ediyorsun ve taklit etmek zorunda 
            kaldığın için kendine kızıp ona da düşman oluyorsun. 
             
		 
            Osmanlı'nın son döneminin seçkinleri, birtakım firelerle, aynı 
            kuşaklar olarak, Cumhuriyet döneminin ilk seçkinleri olacaklardı. Bu 
            aşamada, geleneksel yapının yeni 'adab-ı muaşeret'i kısıtlayan 
            yanları da ortadan kaldırılacaktı. 'Engelleyici' yapının ortadan 
            kalkması, tanımı gereği, 'özgürleştirici' olur (bu bir 'totolojik' 
            cümle aslında). Ama öyleyse, bu sefer başka birileri için, önceki 
            dönemin 'engelleyici' yapılarından hoşnut olanlar için 'engelleyici' 
            veya 'kısıtlayıcı' bir evreye girilmiş demektir. Öyle de oldu. 'İsteyen 
            fes, isteyen şapka giysin' demek bu kültür ve bu ideolojide mümkün 
            değildi. 'Fes giymek yasayla yasaklanmış, şapka giymek yasayla 
            zorunlu hale getirilmiştir' kültürü ve ideolojisiydi bu. 
             
		 
            Onu giymek, bunu giymek, bu, sonuçta bir yaşama tarzı, onun için de 
            'adab-ı muaşeret'e giren bir şey. Yaptığın işi genel-temel 
            felsefesini sindirmeden yapıyorsan, o işin politikasını 
            yüzeyselleştiriyorsun, biçimselleştiriyorsun, yani 'adab-ı 
            muaşeret'e indirgiyorsun demektir. Ama bunu yapınca, bu dünyanın 
            harcında ciddi bir yeri ve payı olan 'politika' (ayrıca, her türlü 
            ciddi 'düşünce') intikamını alır, yani 'adab-ı muaşeret' denen şeyi 
            politize eder. O zaman, yakana taktığın karanfil politik olur ve 
            şimdi yaptığımız gibi mayo/haşema tartışarak politika yapmış oluruz. 
             
            Murat Belge
			  
		   |