|   | 
            
            Türk Kimliği 
			
			 
            Hiç kuşkusuz, aile ortamında, eğitim sürecinde, askerlik hizmetinde, 
            meslek yaşamı esnasında ve özel hayatımızda, Türk Tarihinin kökeni 
            ve kültürümüzle ilgili konularda bazı eserler okumuş, incelemiş, 
            tartışmalara katılmış olmamıza karşın, TÜRK KİMLİĞİ hakkında tutarlı 
            bir senteze ulaşmada zorluk çektiğimizi de yadsıyamayız. 
             
            Ancak, hakkında yazılmış yüzlerce kitap ve makaleden çok azını 
            okuyabildiği halde, insanın, böyle engin bir konuda yazmaya/takdim 
            hazırlamaya teşebbüs etmesi, cehaletin yol açtığı bir kahramanlık 
            olabilir. Bilgiye talip olmak cehalete talip olmaktır ve haklarında 
            en rahat konuştuğumuz konuların, en az bildiğimiz konular olması da 
            şaşırtıcı değildir. Yazmayı tasarladığımız konu hakkında bilgimiz 
            arttıkça, bilmediğimiz alanın sınırlarıyla birlikte cehaletimizin 
            sınırlarının da genişlediğini rahatlıkla görebiliriz. 
             
            Bu bağlamda, kendi öz varlığımız, yaklaşık dört bin yıllık bir 
            tarihi -TÜRK KİMLİĞİNİ- yansız ve cesurca araştırarak, bir roman 
            akıcılığıyla yazan Prof. Bozkurt GÜVENÇ'in 
            TÜRK KİMLİĞİ yapıtını baz almakla birlikte, bu konu 
            hakkında yazılan değişik kaynaklardan da esinlenerek, konunun 
            çarpıcı bölümlerini toparlamaya çalışacağım. 
			
              Biz 
              Türkler 
              Asyalı mıyız, Avrupalı mı? 
              Şaman mı, Müslüman mı, Laik mi? 
              Yerleşik köylü müyüz, göçebe Türkmen mi? 
              Fatihin torunları mı, Atanın çocukları mı? 
              İslam'ın kılıcı mı, Hıristiyanlığın cezası mı? 
              Osmanlının yetimi mi, T.C. vatandaşı mı? 
              Savaşçı asker miyiz, barışçı siviller mi? 
              Ordu muyuz, millet miyiz, ulus mu? 
              Batılı mıyız, Batının koruyucusu mu? 
              Çağdaş toplum mu, tarihi bir köprü mü? 
              Doğulu mu, Anadolulu mu, Batılı mı? 
              Kimiz Biz? 
             
            Gerek kendi ülkemizde farklı 
            kültürel kimliklerin varolduğu bilince çıktıkça, gerekse bizi 
            çevreleyen dış dünyayla ilişkilerimiz arttıkça, kimlik sorununun 
            önem kazanması hiç de şaşırtıcı değildir. 
             
            Evrensel tarih içindeki yerimizi ve hangi uygarlığa mensup 
            olduğumuzu, kendi kendimizi ikna edecek ölçüde halihazırda ortaya 
            koyabilmiş değiliz. Gözlerimizi geçmişe çevirerek tarihimizle 
            hesaplaşmaya çalışıyoruz. "Biz kimiz?" sorusu bugün de kolay 
            yanıtlanabilecek bir soru değil. Çünkü, sorunun yanıtı yalnızca 
            geçmişte ve bugünde değil daha çok GELECEKTE YATIYOR. Asıl yanıt, 
            geleceğe yönelik olarak bugünden yapacağımız tercihlere göre 
            belirlenecektir. 
            
              
            
			
            Kimlik Kavrami  Türklerin Irk ve Kimliği 
             
            Kimlik
			
             
            Önce kimlik kavramını açıklığa kavuşturarak bu sorunun cevabını 
            bulmaya çalışalım. 
             
            Kimlik; kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların "Kimsiniz, 
            kimlerdensiniz?" sorusuna verdiği yanıt ya da yanıtlardır. 
             
            Çeşitli dokümanlarda değişik şekilde tasnif edilen KİMLİK 
            
              1. Kişisel kimlik (Ben kimim?) 
              2. Psikososyal kimlik (Biz kimiz?) 
              3. Ulusal/kültürel kimlik (Bizler hangi kültür yada ulusa aidiz?) 
             
            veya 
            
              1. Temel/tabii kimlikler (Aile, 
              aşiret soy ve din esaslarından kaynaklanan) 
              2. Sonradan yaratılmış sosyo-politik kimlikler (millet, sosyal 
              sınıf, vatandaşlık gibi sosyo - politik) 
             
            olarak sınıflandırılmaktadır. 
             
            Aile dışındaki toplulukların "Kimsiniz, kimlerdensiniz?" sorusuna 
            verdiği yanıtlar, o grubu, toplum ya da topluluğa yaklaştıran ya da 
            ondan uzaklaştıran bir soy sop ya da tarih bilinci olabilir. Kişi ve 
            grupların bu tür sorulara verdiği yanıtlar; kültüre, toplum yapısına, 
            dünya görüşüne bağlıdır. Kimi Altaylı, kimi Müslüman, kimi Alevi, 
            kimi aslen İstanbullu, kimi Çerkez, Gürcü, kimi Türkmen ya da Yürük 
            olduğunu söyler. Bunların hepsi birden kişilerin tarihi ya da "KÜLTÜREL 
            KİMLİK"leridir. 
             
            Bireysel kimlikler kişiyi ötekilerden ayırdığı için önemli sorunlar 
            yaratmaz. Çağımızın sorunu, kişi, grup ve toplulukların resmi-ulusal 
            ve tarihi-kültürel kimliklerinde ortaya çıkmaktadır. Yani, insanları 
            ayırdığımızda değil de birleştirmeye çalıştığımızda... 
             
            Devlet, millet, toplum ya da kültür varlığı açısından KİMLİK, 
            topluluğu oluşturan bireylerin ortak varlıkla özdeşleşmeleri, ortak 
            ülkü ve simgelerde birleşmeleri, ortak tasa ve kıvançları paylaşma 
            olgusudur. 
             
            Toplum yaşamında ulusal ülkünün görevi, ortak kimlikle onun tarihi 
            temellerini sakınmaktır. Bu yüzden devletler, resmi tarih yazdırır, 
            okuturlar; vatandaşlarından resmi tarihe inanmalarını, kendilerini o 
            tarihle özdeşleştirmelerini beklerler. Ancak resmi tarihler yeni 
            kimlik simgelerini üretirken, kültür boşluklarına da yol açarlar. Bu 
            boşluklar, toplum ve bireylerde geçmişteki köklerini arama özlemleri 
            yaratır. İşte! KİMLİK BUNALIMI denen olay budur.  
             
            Bugün çağdaşlaşma çabası içinde olan ülkelerde KÜLTÜREL KİMLİK 
            SORUNU ise, kişi düzeyinde yapay bir sorun olarak, ülke düzeyinde 
            ise tepkiden kaynaklanan bir sorun olarak görülmektedir. 
             
            Şöyle ki; Bir kişi, bu bakımdan "Ben kimim?" ya da "Benim insan ve 
            değerlilik anlayışım nedir?" diye sorduğunda, bu sorusunu o anda 
            kendine bakarak yanıtlayabilir. Ne var ki, aynı soruyu bir grup "Biz 
            kimiz?" ya da "Bizim insanlık ve değerlilik anlayışımız nedir?" diye 
            sorduğunda işler karışıp, çetrefilleşmektedir. Çünkü böyle bir soru 
            ancak bir grup hakkında sorulabilir; yanıtı da ancak bilimsel 
            araştırmalarla verilebilir. Böyle araştırmalar ise, bugün birçok 
            ülkede genellikle birkaç kültürün -çoğu zaman ikiye indirgenebilen 
            birkaç insan ve değerlilik anlayışının- aynı anda orada bulunduğunu, 
            aynı anda yan yana ya da çatışarak yaşadığını göstermektedir. 
             
            Irk 
             
            Şimdi de "Türkler hangi ırktandı?" sorusuna yanıt aramaya çalışalım. 
             
            İnsanları, canlılar aleminin bir türü olarak sınıflayan İsveçli 
            Bilgin Linnaeus (1735) "İri yapılı, beyaz tenli, güzel Osmanlı'yı" 
            beyaz (Kafkas) ırkından -yani Avrupalı saymıştı. Ama bu konuda 
            çelişkili görüşler vardır. 
             
            Amerikalı MORTON (1839) "Soyca Moğol ırkından gelen Türkler; Çerkez, 
            Gürcü, Rum ve Araplarla karışarak fiziki özelliklerini yitirmiş; 
            güzel bir ırk olmuşlardır." demektedir. 
             
            Bazı antropologlara göre de Türkler üç büyük ırk grubundan (1. 
            CURPOPİD 2. MONGOLİD 3. NEGRİD) CURPOİD'İN TURANİD koluna dahil 
            gösterilir. Eski TÜRK tipinin; uzuna kaçan orta boylu, beyaz tenli, 
            koyu renk badem gözlü, mutedil burunlu, uzun saçlı ve sağlam vücutlu 
            olduğunu söylemek mümkündür. 
             
            WEİNER (1971), Anadolu ırkının küçük Asya'dan Pamir'e kadar uzanan 
            vadilerde yaşadığını, Ermeni veya Kafkas ırkının alt gurubu olan 
            Dinarik ırkla benzerlikleri nedeniyle Avrupa kökenli sayıldıklarını 
            söylemektedir. 
             
            Afet İNAN ise, yaptığı çalışmada; Anadolu (TÜRK) ırkının %75 
            oranında Brakisefal, düz ince burunlu, kahverengi saçlı, sonuç 
            olarak "Dinarik" ile karışmış Alpli yani "Beyaz-Ari" olduğu sonucuna 
            varmıştır. Moğolların oranı % 5'ten azdı. Gerçi fenotipik (görünür) 
            özellikler böyleydi; ama kan grupları gibi genotipik (laboratuarda 
            saptanan görünmez) bazı özellikler Türklerin, Sarı Asyalılarla, 
            Beyaz Avrupalılar arasında bulunduğu görüşünü desteklemektedir. 
            Bütün bu bilimsel araştırmalardan açık, seçik ya da kesin bir ırk 
            tablosu ortaya çıkarmak mümkün değildir. 
             
            Türk Adı ve Kimliği 
             
            Tarihte ilk "TÜRK" adı Orhun yazıtlarında TÜRÜK olarak geçer. Anlamı; 
            Devletine bağlı halk, teb'a, güçlü-kuvvetli ulustur. 
             
            Tarihçi BERNARD LEWIS, Osmanlı ile Türk'ün ilişkilerini dışardan 
            daha net görmektedir. Şöyle ki; 
             
            "Osmanlı düşüncesinde Osmanlı=Türk özdeşliği yoktur" diyordu. Çünkü 
            Osmanlı sıfatı yalnız hanedan için kullanılırdı. Osmanlılar, TÜRK 
            adını önceleri göçebe Türkmenlerle, Yürükler için; daha sonraları, 
            kaba-saba Türkçe konuşan Anadolu köylüleri ile taşralılar için 
            kullandılar. Osmanlı efendisine TÜRK demek hakaret sayılır; 
            Türklerin algılama ve anlama yeteneğinden yoksun " idraksiz Türkler" 
            olduğu söylenirdi. 
             
            Türkçe konuşan Anadolu halkına, TÜRKİYE (TURCHİA) adı, Haçlı 
            seferleri sırasında Batılılarca verilmişti. Anadolu Türkleri ise 
            1920 yılına kadar, bu adı hemen hiç kullanmamıştır. Osmanlı devleti 
            fiilen dağıldıktan sonradır ki Türk politikacılar ve milletvekilleri, 
            biraz da batı ağzıyla "TÜRKİYA" dan söz etmeye başladılar. 
             
            Türk Kültür Tarihi 
             
            Kimlik bunalımı kavramının ana tezi, kimlik konusunun KÜLTÜR TARİHİ 
            sorunu olduğudur. Öyle bir kültür Tarihi ki, bundan 4-5 bin yıl önce 
            küçük Asya'da, 2-3 bin yıl önce Orta Asya'nın ALTAY ve PAMİR 
            yaylalarında başladı; birbirinden bağımsız olarak gelişen iki 
            gelenekten birincisi Hıristiyanlığı, ikincisi Müslümanlığı kabul 
            etti. Günümüzden bin yıl kadar önceleri, küçük Asya yaylasında 
            karşılaşan iki kültürün özgün sentezleri yapıldı, yaşandı. Türkçe 
            konuşan Oğuz Boyları toprağa yerleşip Anadolululaşırken, yerlilerden 
            Müslümanlığı kabul edenler, Türkleşenler oldu. Selçuklu ve Osmanlı 
            döneminde başlayan kültürleşme sentezi günümüzde de halen 
            sürmektedir. 
             
            Türk'ler bugün Dünya üzerinde varlığını sürdüren milletler arasında 
            tarihi, coğrafi, siyasi alanda kendi kimliğini ön plana çıkarabilmiş 
            milletlerin başında gelmektedir. Tarihi bakımdan köklü bir geçmişe 
            sahip, coğrafi bakımdan üç ana kıtaya yayılmış ve yüzyıllar boyu bu 
            geniş coğrafyada hakimiyetini her gittikleri yere, her ulaştıkları 
            beldeye kendi kültür değerlerini taşımasını bilmiş kendi 
            varlıklarını derinden hissettirmiştir. özellikle Çin Seddinden 
            Avrupa içlerine kadar kültür değerlerini ve Türk kimliğini taşırken 
            bir anlamda doğu ve batı arasında KÖPRÜ-KÜLTÜR niteliğini de 
            kazanmışlardır. 
             
            TÜRK varlığı ve TÜRK kültürünün kaynakları 
            nerelere uzanmaktadır? 
             
            Bu soruya yanıt olarak: 
            
              a. Türklerden önceki küçük Asya 
              (ANADOLU) kültürleri ve insanlarına, 
              b. Anadolu'ya gelip yerleşmeden önceki Orta Asya Türk boylarına, 
              c. Anadolu'yu fethedip, yerleşen Müslüman, Türkmen veya Oğuzlara, 
              d. Anadolu'da fethedilen, Müslümanlığı kabul ederek Türkleşen 
              yerlilere, 
              e. Batılı, çağdaş ve laik Türklere, kadar uzanıyordu demek 
              mümkündür.  
             
            Biz bunlardan hangisiyiz? sorusu 
            ise yersiz ve gereksizdir. ÇÜNKÜ, BUNLARIN HEPSİ BİZİZ, BİZ HEPSİYİZ. 
            Nasıl ayırabiliriz birini ötekinden? Kültür tarihinden alınacak asıl 
            ders de bu olmalıdır. 
             
            Kimlik sorunu (bunalımı) bu gerçeklerden yalnız birisini doğru kabul 
            edip, ötekini yanlış saymaktan, kültür tarihimizi tek bir tarih 
            görüşüne indirgemekten kaynaklanmaktadır. 
             
            Türk tarihinde belli başlı dört KÜLTÜR DEĞİŞİM EVRESİ mevcuttur. 
            Bunlar 
            
              1. Türk'lerin İslam dinine 
              geçmeleri kültür değişmesinde bir evredir. 
              2. Türk'lerin Anadolu'ya yerleşmeleri, bu topraklarda daha önce 
              yaşamış ya da o sıralarda bu uygarlıklarla kültür alışverişi 
              ikinci evredir. 
              3. Osmanlı İmparatorluğunun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik 
              ayrımlarda değişik halkları yönetmesi de, gene karşılıklı kültür 
              alışverişi çerçevesi içinde diğer bir evredir. 
              4. Batılılaşma isteği ve bu yoldaki denemeleri ise geçirdiğimiz 
              değişim evrelerinin son halkasıdır. 
             
            İlk üç evre sonuçta OSMANLI 
            KÜLTÜRÜNÜN kişiliği de bir İSLAM-TÜRK bireşimine ulaşmıştır. ANADOLU 
            ise bu bireşimin yurdudur. 
             
            Türklerden Önceki Küçük 
            Asya 
             
            Amasralı coğrafyacı STRABON, Samsun-Tarsus çizgisiyle KIZILIRMAK 
            nehrinin batısında kalan bölgeye ASYA adını vermiştir. ASYA, Elence 
            Asia sözcüğünden gelmektedir. 
             
            Yarımadanın yönetimini Lidyalılarla, Bergama Krallığından devralan 
            Romalılar, ona Asya Vilayeti adını verdiler (MÖ. 130) Ancak "yeni 
            vilayetin" Kızılırmak'ta bitmediğini, İskender'in keşfettiği Pers, 
            Hitit ve Çin ülkelerine kadar uzandığını öğrenince, alçakgönüllü 
            davranıp şimdi ANADOLU olarak adlandırdığımız yarımadaya Küçük Asya 
            adında karar kıldılar. 
             
            Ege adalıları, Asya'ya doğudan yükselen güneşin yönü/yurdu anlamında 
            ANATOLIA (Doğunun Işığı) derlerdi. 
             
            Romalılar gelinceye değin (MÖ. 190 - MS. 330) Küçük Asya'ya 
            sırasıyla Hititler (MÖ. 1300 - Tunç Çağı), Pers'ler, Atina-Isparta, 
            yeniden Pers'ler (MÖ. 375) sonra Makedonyalı Büyük İskender (MÖ. 
            323), Selefkiler, Bergama-Batlamyus Kralıkları egemen oldular.  
            Hititlilerden Bizansa Küçük Asya'dan gelip geçen bütün toplum ya da 
            topluluklarda, kültürlerin büyük çoğunluğu aynı dili değilse bile 
            aynı kökten gelen dilleri konuşuyordu. Bu kuralların dışında 
            kalanlar Araplar ile Türk'lerdir. Arapça Semitik karakterde Ortadoğu 
            dili, TÜRKÇE ise Altay kökenli Orta Asya dilidir. Gerçi, Türkçenin 
            ölü dil Sümerce'ye benzerliği üzerinde duranlar varsa da, sonuçları 
            açısından önemli değildir. Mezopotamya ile Küçük Asya kültürlerini 
            yaratanlar, Türk soyundan gelmedikleri gibi, kültür tarihi açısından 
            böyle bir zorunluluk da yoktur. Ekrem AKURGAL'ın çeşitli vesilelerle 
            anımsattığı gibi, Hititler kuşkusuz Türk değildi; ama biz Türkler 
            biraz Hititli, biraz Frikyalı, biraz Lidyalı, Kapodakyalıyız. 
             
            Turan'dan Rum Diyarina Türk 
            Göçünün Öyküsü 
             
            Türklerle ilgili ilk yazılı belgeler Çince olup MÖ. 300 yıllarına 
            kadar uzanmaktadır. Buna göre en eski Türkler, Çinlilerin HİUNG-NU 
            adını verdikleri Hunlardır. MÖ. IV yüzyıldan MS. III yüzyıla kadar 
            kültürel varlıklarını sürdüren Hun'ların, Moğol mu yoksa TÜRK mü 
            oldukları kesinleşmiş değildir. Biz Hun lideri Attila'yı TÜRK olarak 
            benimseriz, adını kullanırız ama kimliği ya da Türklüğü hakkında çok 
            şeyler bilmiyoruz. 
             
            Ancak Cumhurbaşkanlığı forsunda Türk devletleri olarak simgelenen 16 
            Devletten ilki, Büyük Hun İmparatorluğu olarak belirlenmiştir. Diğer 
            İmparatorluk ve devletler ise 
            
              Büyük Hun İmparatorluğu (MÖ. 
              1230-MS. 93)  
              Batı Hun İmparatorluğu (MS. 100-376)  
              Avrupa Hun İmparatorluğu (MS. 375-453)  
              Akhun Devleti (MS. 424-652)  
              Göktürk İmparatorluğu (MS. 552-630)  
              Avar İmparatorluğu (MS. 65-835)  
              Uygur Türk Devleti (MS. 740-845)  
              Hazar Türk Devleti (MS. 602-1016)  
              Gazneliler Devleti (MS. 962-1183)  
              Karahanlılar Devleti (MS. 932-1212)  
              Büyük Selçuklu İmparatorluğu (MS. 1040-1157)  
              Harzemşahlar Devleti (MS. 1077-1231)  
              Altınordu Devleti (MS. 1241-1502)  
              Büyük Timur İmparatorluğu (MS. 1369- 1512)  
              Babür İmparatorluğu (MS. 1507-1530)  
              Osmanlı İmparatorluğu (MS. 1299-1920) 
             
            Eğer HUN'ları saymazsak ilk kurulan 
            TÜRK birliği GÖK veya KÖKTÜRK'dür. 
             
            Çoğu kaynaklara göre Türkler tarih boyunca dört imparatorluk 
            kurmuştur. Bunlar sırasıyla 
            
              1. Hun İmparatorluğu (MÖ. 1230 - 
              MS. 93) 
              2. Göktürk İmparatorluğu (MS. 552-745) 
              3. Büyük Selçuklu İmparatorluğu (MS. 1040-1157) 
              4. Osmanlı İmparatorluğudur. (MS. 1299-1920) 
             
            Orta Asya steplerinin kültür 
            tarihini değerlendiren Halil BERKTAY Karahanlılar devletiyle, 
            İrandaki Selçuklu devleti dışında sözcüğün doğru anlamında bir Türk 
            devleti kurulmadığı tezini savunmaktadır. Bu iki devlete belki kısa 
            ömürlü GAZNE, HARZEM ve Babür Şah'ın Hindistan'da kurduğu Müslüman 
            TÜRK devletleri de eklenebilir. Tarihi belgeler ne kadar zorlansa da 
            Türk devletlerinin sayısını 10'un üzerine çıkarmak mümkün 
            olmamaktadır. 
             
            Türkçe konuşan boylar Mançurya'dan Balkanlara hatta şimdilerde Atlas 
            Okyanusuna kadar yayılmış olsalar da, Türklerin Anayurdu olarak 
            kabul edilebilecek topraklar doğu da ALTAY dağları ile batıda Hazar 
            denizi veya Aral gölü ile güneyde PAMİR yaylası arasında kalan 
            üçgenle sınırlı görünür. Bu bölge bugün TÜRKİSTAN, KIRGIZİSTAN, 
            ÖZBEKİSTAN olarak, bir bölümü Çinin SİNCAN bölgesi olarak bilinen 
            stepler ve bozkırlar ülkesidir. 
             
            Bu bölgede Türkçe konuşan toplumlar Batılılarca, TURAN olarak da 
            sınıflanır. İranlılar Türkçe konuşan Orta Asyalılara TURANÎ adını 
            verdiğine göre TURAN ülkesi buralarda yakın bir yerlerde olmalıdır. 
            Şemseddin Saminin (1898) "KAMUS-U TÜRK-İ" sindeki TURAN ve TURANÎ 
            Sözcükleri; Ziya Gökalp'in Genç Kalemler'de yayımlanan ünlü TURAN 
            şiiriyle 1910'da Türkçenin malı olmuştur. 
             
            Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan 
            Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan 
             
            Velidi TOGAN, Turan'ın Türk'ten geldiğini; İranlıların TÜRK yurduna 
            verdiği ad olduğunu açıklar. GöKALP'de "Turan, kuzey, güney, doğu, 
            batı ve merkezi olmak üzere beş Türkistan'ın toplamından oluşur" 
            diye tanımlar. 
             
            Ancak Türklerin tarihi kökleri gibi yurtları da kesin değildir. 
            Kuzeyden Sibirya'dan inmiş, güneyden, doğudan veya batıdan göçerek 
            bu yörelere gelmiş olabilirler. Söylentiler değişiktir. Bu yönlerin 
            hepsi de tarihi Türk varlığına katkıda bulunmuş olabilir. Ancak 
            bilindiği gibi TÜRKLÜK; bir ırk değil, bir DİL-KÜLTÜR sentezidir. 
             
            Türklerin tarihini yazan Fransız ROUX "Türklerle ilgili olarak kabul 
            edilebilecek tek tanımlama ölçütü TÜRK DİLİDİR, Türk Dilini 
            konuşandır. Başka tanımlar geçersizdir" demektedir. 
             
            Göçebe Oğuz boyları, toprağa yerleşip Anadolulu oldular ama, 
            Türklüklerini yitirmediler; Anadolu'yu Türkleştirdiler. Anadolu 
            yerlileri ile Türkler günümüze değin süren bir kültürleşme süreci 
            yaşadılar. Bağımsızlık savaşı veren Çağdaş Anadolu insanı, OSMANLI, 
            İSLAM, ANADOLU seçenekleri arasında Türk kalacağını dünyaya duyurdu. 
            Tarihi kararını bu yönde verdi; çünkü TÜRKÇE konuşuyordu. Doğrusu da 
            buydu. Toplumun kültürel kimliği DİLİYDİ, dilindeydi. 
             
            Halihazırda TÜRK DİLİ, Dünyada en çok konuşulan diller arasında 
            5'inci sıradadır. 
             
            MS. 712 tarihinde yazılan ORHUN YAZITLARI okunduğunda (son yapılan 
            araştırmalarda, bulunan yeni belgelerin tarihinin MS. 5. yüzyıla 
            kadar uzandığı ileri sürülmektedir). Türkçe'nin ulaştığı seviye 
            yüksekliği ve zenginliği karşısında bütün Avrupa hayretler içinde 
            kalmıştır. 8. yüzyılda bütün Avrupa'da tek dil olan Latince 
            konuşulmakta, Dünya düşünce tarihine Latincenin egemen olduğu kabul 
            edilmekteydi. Latince dışında son derece etkin, zengin ve edebi bir 
            Türk dilinin mevcudiyeti, düşünce ve kültür tarihi uzmanlarını da 
            şaşırtmıştır. Batı dillerinden Fransızca'nın en eski yazılı 
            belgesinin 15. yüzyılda, Almanca'nın 14. yüzyıl, Rusça'nın ise 13. 
            yüzyıla ait olduğu göz önüne alınırsa, TÜRK dilinin eskiliği çarpıcı 
            biçimde ortaya konur. 
             
            Batıya doğru göç eden Türk boylarının ilk karşılaştığı Semavi (kitabi) 
            dinler, İslamiyetten çok önce kurulan Musevilikle, Hıristiyanlık 
            olmuştur. Türk boylarının batıya doğru göçleri sırasında İranlı 
            Mani'nin 3üncü yüzyılda başlattığı Manicilik (Evreni iyilerle 
            kötülerin savaş alanı olarak gören, insanın mutluluğunu bu tür 
            karşıtların değerlendirmesinde arayan) dini ile tanıştıkları 
            bilinmektedir. 
             
            Bütün din-devlet gelenekleri arasında Türk göçmenlerini en çok 
            etkileyen inanç akımı İslamiyet akımıdır. İslam dünyasına ilk ayak 
            basanlar Uygurlardan ayrılan Oğuz Türkleriydi. Oğuzlar ise Avar ve 
            Göktürk dönemlerinden bu yana Türk yurdu olarak bilinen Turandaki 
            Türk birlikleri içinde yaşayan, batıya doğru göçleri sonrasında 
            toprağa yerleşerek tarımcılığa başlayan, yerli halklarla karışarak 
            kentleşen, İslamiyeti önce Sasanîlerden öğrenen, İran'daki Selçuklu 
            devletini kuran göçebe TÜRK boylarıdır. Bugün Batı ya da ön Asya'da, 
            Türkistan'da, Afganistan'da Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve 
            Anadolu'da yaşayan bütün Türkler, ortak ataları olan OĞUZ soyundan 
            gelmektedir. 
             
            Oğuz ili, gönül rızası (?) ile Müslüman olduktan sonra TÜRKMEN adını 
            aldılar. Azerbaycan Türkleri, Irak, Anadolu ve Rumeli Türklerinin 
            hepsi Oğuz Türkü, Türkmendirler. Batı Türkistan'da Sovyetler 
            tarafından kurdurulmuş sözde Türkmenistan Cumhuriyeti halkı da 
            Türkmendir. Göçebeliğe devam edenlere Türkmen denilmekle birlikte, 
            bu tabir daha ziyade yarı göçebeler için kullanılmıştır. Göçebelere 
            ise YÖRÜK denmiş olup, bu kelime "YÖRÜMEK'den" gelmektedir. 
             
            Katolik kilisesi Kardinallerinden NEWMANN'ın (1845) 
            değerlendirmesine göre; "Vizigotlardan Sarasenlere değin, 
            Hıristiyanlık dini ile temasa geçen bütün ırklar, kavimler er geç 
            Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu genel kuralın tek istisnası 
            Türklerdir" demektedir. 
             
            Türk'lerin Orta Asya'da gelişen kültür yapıları ve Asya Türk 
            uygarlıklarının İslam Uygarlığı ile uyumu güç olmamıştır. Bunun üç 
            temel nedeni vardır: 
            
               Türk töresinin İslam ilkeleri 
              ile çelişmemesi, uyumu kolaylaştırmıştır.  
               İslam uygarlığının dini temele dayalı oluşu nedeniyle, büyük 
              ölçüde kurum, düşünce tarzı ve davranışların aynen ve çok kısa 
              süre içerisinde kabul edilmesi, benimsenmesi ve uygulanmasının 
              kolaylaştırmıştır.  
               Askeri başarılar; batıya doğru gelişen Türk akınlarının İslam 
              uygarlığının temsilcilerini yenmesi, olarak belirtilebilir. 
               
             
            
			
            Anadolunun Türkleşmesi 
             
            Çini fethedip Çinlileşen, Batı Asya'yı fethederken İslamiyeti kabul 
            eden, Balkanları fethedip Bulgarlar gibi Slavlaşan veya Hıristiyan 
            olan Mısır'da, Suriye'de yerli halkla karışıp Araplaşan Türk 
            fatihler, Küçük Asya'da Türk kimliklerini nasıl korudular? Bin 
            yıllık Hıristiyan Rum diyarından Müslüman bir Türk ülkesi yaratmayı 
            nasıl başardılar? Amerikalı Linton çeşitli nedenler ya da 
            varsayımları arasından bu konuyla ilgili olarak seçilmiş şu 
            görüşleri vurgulamaktadır. 
            
              a. Türkler ve Türkmenler devlet 
              kurdular ama kurdukları devletlerin tam sahibi olamadılar, 
              yerleşik hayata geçmeye razı olmadıkları için de yönetim dışında, 
              devletin karşısında kaldılar. 
              b. Yitmediler, çünkü Türk ve Türkmen göçleri yüzyıllar boyu sürdü. 
              Yeni ve arkadan gelen göç dalgaları, yerleşik kültürde özümsenen 
              boyların yerini alarak Türk töresini, dilini ve bağımsızlık ruhunu 
              canlı tuttular. 
              c. Dünya görüşlerinde de önemli gelişmeler oldu. Türk dünyası, 
              artık Türk olmayanı talan etmeye değil, onu fethedip yöneterek 
              haracını almaya yöneldi. 
             
            Anadolunun 
            Fethini Kolaylaştıran Nedenler 
             
            Anadolunun fethedilmesinin ana nedenleri olarak 
            
              a. Yeni kurulan Selçuklu Devleti 
              (1077) karşısında yıpranmış bir Bizans İmparatorluğu vardı. 
              b. Selçukluların güçlü, Süvarilerden oluşan ordular olmasına 
              karşın, karşısında savaşan Bizans ordusu ise gönüllüler ve ücretle 
              yabancılardan tutulmuş askerlerden meydana geliyor ve çoğu zamanda 
              isteyerek savaşmıyordu. 
              c. Anadolu, Bizanslıların kanunsuz vergilerinden dolayı sefalet 
              halindeydi. Halk Bizans idaresinden memnun değildi. 
              d. Anadolunun doğusunda, Fırat dolaylarını da içine alan BÜYÜK 
              ERMENİSTAN Krallığı mevcuttu. Selçuk akınları başlamadan önce 
              Bizans İmparatoru 9. Konstantin (1042-1055) bu Krallığı parçaladı. 
              Ermeni Krallığının kaldırılması Bizanslılar için bir felaket oldu. 
              Çünkü bu Krallık, Selçuklularla Bizanslılar arasında tampon 
              vazifesini görüyordu. Selçukluların Anadolu içlerine girebilmesi 
              için ilk mücadeleyi Ermenilerle yapması gerekiyordu. Bu yönüyle 
              BÜYÜK ERMENİSTAN krallığının parçalanması Selçukluların işini 
              kolaylaştırmıştır. 
             
            
			
            Osmanlılar ve Türkler 
             
            Osmanlı Devleti yerini aldığı Roma gibi, çeşitli din, millet, dil 
            kültürlerden oluşan Dünya İmparatorluğu olarak kurulmuştu, öyle de 
            kaldı. Osmanlı hem Selçuklu ile Bizans'ın, hem de Doğunun (yani 
            Karahanlıların, İranlıların, İlhanlıların, Arapların) devamıydı 
            denilebilir. Bizans ülkelerini fetheden Osmanlılar, Bizans ile iç 
            içe yan yana yaşadı, yüzyıllar süren ortaklık boyunca, Bizans 
            kültürü Osmanlı'dan etkilendiği gibi; Osmanlı'nın de Bizans'tan 
            etkilenmesi kaçınılmazdı. Batılı olsun, Türk olsun, tarihçiler, bu 
            etkileşimi çoğu kez yalnız üst yönetimde, bürokraside, devletin 
            varlık felsefesinde aradılar. Oysa, sözgelişi, kara veya renkli 
            çarşafla, peçeyle örtünmesi geleneğinin, saray ve konaklardaki harem 
            ve kızlar ağası kurumunun, eski İstanbul evlerindeki pencere 
            kafeslerinin, Dünyanın "Türk Hamamı" olarak tanıdığı "Roma 
            Hamamı'nın" hatta İslam Dinindeki "Suret" (resim / heykel) yasağının 
            bile Bizans'tan alınmış olabileceğini gösteren kanıtlar vardır.  
             
            Osmanlı bütün kültürel kaynakların yaşayan bir bileşkesiydi. Ama 
            kendini yenileyemedi. Bir yere geldi durdu varlığını yeniden 
            yaratacak gelişmeleri izleyemediği için tükendi. Bu sonuç hemen 
            bütün İmparatorlukların başına gelmiştir. İki Dünya Savaşını kazanan 
            Büyük Britanya bitti; Sovyet İmparatorluğu dağıldı. A.B.D'de ise 
            dünya egemenliğinin ne kadar süreceği konusu, dışarıya fazlaca 
            yansıtılmadan tartışılıyor.  
             
            Osmanlı Devleti, tarım ekonomisi ile savaş (haraç) gelirlerine bağlı 
            bir devlet olarak doğdu, öyle de kaldı. Gelişen sömürgeci endüstri 
            ekonomisinin boy hedefi olarak yıkıldı. Ekonominin önemini anladı 
            ama verimini arttıracak önlemleri alamadı. Türkolog Melikoff'un 
            söylediği gibi: "Toprağa toprak kattı ama değere değer katamadı. 
            Sömürgeci değil, varlığı koruyan (Statükocu) oldu. Çok sıkıştığında 
            kendi insan kaynaklarını (Anadolu'yu) zorladı; toplumdan gelen 
            tepkilerle, ayaklanmalarla uğraştı durdu. Akdeniz'e bir süre egemen 
            oldu. Hint Okyanusu'na ulaştı; ama haraç için çıktığı çoğu savaşlara, 
            denizle deryayı ekonomik amaçla ya da ticaret maksadıyla kullanamadı. 
            Piri Reis gibi bir denizciyi yetiştirdi ve öldürdü; onun 
            geliştirdiği deniz haritacılığından faydalanamadı." 
             
            Cevdet Paşaya göre; "Toplumlar ya da kültürler, canlılar gibi doğar, 
            gelişir ve göçerler. Devlet örgütü, bu canlı varlığın hekimi ya da 
            ilacı gibidir; kaderini değiştirmese bile ömrünü uzatmaya çalışır." 
            Oysa doğup göçenler, toplum ya da kültürler değil, devlet kurumları/yönetim 
            örgütleridir. 
             
            Her uygarlık, zirveye veya sona ulaştığında, kaygılanır, öz 
            kaynaklarını araştırmaya başlar. Bu çaba Osmanlı'nın Tanzimat 
            döneminde de görülmüştür. Türk tarihi yani ilk kimlik araştırmaları 
            da böyle başlamıştır. Kendi köklerini arayan Osmanlı yüzyıllardır 
            Osmanlı kimliğinde- veya gölgesinde- yaşayan göçebe Türk'ün 
            varlığını da böyle keşfetmiştir. Temel soruya dönersek; "Kim kimin 
            kimliğinde idi?" Osmanlı mı Türk'tü, yoksa Türkler mi Osmanlı? 
            Dünyanın Osmanlı'yı "TÜRK" olarak gördüğü ama Osmanlı'yı "Devlet-i 
            Aliyye" (Yüce Devlet veya Devletlerin yücesi) olarak adlandıran 
            Osmanlı Ulemasının, Türk ve Türkmenleri küçümsedikleri, hizmet 
            ettikleri Devlet-i Aliyye ile onun kullarını yani kendilerini "TÜRK" 
            saymadıkları aşikar bir şekilde anlaşılmaktadır.  
  
            
            Kimliğni 
            Arayan Türk Devrimi 
             
            J. Arnold Toynbee'nin vurguladığı gibi; "Osmanlı tarihi gelişme ve 
            değişmeyi durdurmaya, üzerinde yaşadığı toprakları, yönettiği 
            toplumları değiştirmemeye çalışmıştı." 
             
            Birinci Dünya Savaşı sonunda (1920) imzalanan Sevr Antlaşması ile 
            İmparatorluğa son verilerek, Küçük Asya'nın etnik bölge halkları, 
            bağımsız olarak yeniden yaratılmak isteniyor, Türk'lere Orta Anadolu 
            ile Kuzeyinde geleceğe hiç de güven vermeyen bir sığınma bölgesi 
            bırakılıyordu. M. Kemal Paşa'nın öncülük ettiği AMASYA GENELGESİ (22 
            Haziran 1919) birçok tarihçi tarafından Milli Mücadele ve Türk 
            Devriminin başlangıcı olarak görülür. 
             
            Uzun uğraşıdan sonra Cumhuriyet kurulmuştur ama Osmanlı'dan miras 
            kalan yapısal-kurumsal çelişkiler Cumhuriyet döneminde sürmekte, su 
            yüzüne çıkmaktadır. Buradaki temel güçlük, yeni Türk insanını 
            yaratmak kararını veren devrimci önderin, yeni TÜRK insanını 
            yetiştirmek üzere çağdaş bir kültür yaratmaya girişmesi; bu ülküsünü, 
            çağdaş Batı örneklerinden esinlenerek, din veya kan birliği üzerine 
            değil de, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerinde 
            gerçekleştirmek istemesinden kaynaklanıyordu. "Türkiye 
            Cumhuriyeti'nin temeli kültür olacaktır." ama "geleneksel İslam 
            kültürü değil, ÇAĞDAŞ/LAİK Türk kültürü olacaktır." şeklindeki 
            söylevi ile ATATÜRK bu konuya açıklık getirmiştir. 
             
            Atatürk'ün yenileşme ve kültür değiştirme programı kısa sürede 
            uygulamaya konularak gerçekleştirildi. Ancak bu uygulamaya geçiş 
            esnasında, Sovyetler Birliği'ndeki 1917 Ekim devriminden başka örnek 
            alınacak model bilinmiyordu. Bu yenileşme programı liderin kararlı 
            ve ödün vermeyen inanç ve iradesi doğrultusunda uygulandı; ama bir 
            tarih/kültür boşluğu da yarattı. Bu bir kimlik değiştirme 
            denemesiydi. O güne değin "Müslüman olduğuna ve doğduğuna şükredip", 
            "padişahım çok yaşa" diye haykıran Osmanlı tebaası Türklerden, şimdi 
            "Ne mutlu Türküm" ya da "Yaşasın Cumhuriyet" demeleri isteniyordu. 
            Atatürk'ün, 
             
            Ne mutlu Türküm diyene! 
            Türk, övün, çalış, güven! 
             
            sloganları, bu ülküye yönelik yatırımlar olup, Osmanlı'ya "Osmanlılığı 
            unut kendine dön, Türk ol" demekteydi. önderin yakın çevresinden 
            başlayıp yayılan dalgalar halinde, Türkler bu gidişe ayak uydurmaya, 
            geride kalmamaya çalıştılar. 
             
            Atatürk 1932 tarihinde TÜRK TARİH KONGRESİNİ Ankara'da topladı. Bu 
            kongrede Ortaya konulan teori: "Türklerin bütün insan uygarlığının 
            beşiği olan ORTA ASYA'dan çıkmış, beyaz ve ariyen bir ulus olduğuydu". 
            Bu bölgenin gittikçe kuraklaşması sonucu TÜRK'ler uygarlık 
            sanatlarını da birlikte götürerek, dalgalar halinde ASYA ve 
            AFRİKA'nın çeşitli yerlerine göç etmişlerdi. ÇİN, HİNT ve ORTADOĞU 
            uygarlıkları hep bu şekilde kurulmuştu. Son zikredilen uygarlıkların 
            öncüleri her ikise de TÜRK budunları (kavimleri) olan SÜMERLER ve 
            ETİLER'di. Bu gerçek, yarı gerçek ve yanlışlık karışımı, resmi 
            doktrin olarak ilan edildi ve araştırma ekipleri bunu kanıtlama 
            işine koyuldular. Türk gururunun ve özsaygısının şevklendirilmesi 
            şüphesiz Mustafa KEMAL'in bu teorideki amacının esas bölümü olmakla 
            beraber birinci maksadı (ereği); TÜRK'lere Anadolu'nun gerçek 
            vatanları, çok eski zamanlardan beri millet olma niteliklerinin 
            merkezi olduğunu öğretmek ve bu suretle ULUS ile ÜLKE arasındaki (yani 
            Batının egemen ulus- devletlerindeki vatancılık temellerini) 
            gelişmesini hızlandırmaktı. Ondan sonraki yıllarda fazla tutarlı 
            olmayan tarih teorileri sessizce terk edilip nezihçe tarihe 
            gömülmüştür. Ancak, kuvvetlenmesine hizmet ettikleri VATAN bağlılığı 
            da durmaksızın büyümüştür. 
             
            Türkiye'de Kimlik Arayışları 
             
            Türk toplumundaki değişmelerin yarattığı kültür boşluğunu, yani 
            kimlik arayışını ilk görenler yabancı gözlemciler olmuştur. 27 Mayıs 
            1960 Milli Birlik müdahalesinden hemen sonra, TACHAU (1962-63), "Türk'lerin 
            ulusal bir kimlik arayışında olduğunu" söylemiştir. Türk Aydınının 
            soruna ilgi duyması ise Fransa'daki "kimlik bunalımı" 
            tartışmalarından(1980) sonradır. Türk aydın ve düşünürü, aslında 
            GÜLHANE HATTI VE TANZİMAT FERMANI'ndan bu yana en az yüzyıldır 
            kimlik arayışları içindeydi. 
             
            1980-1990 döneminde (Prof.Dr. Cengiz GÜLEÇ) yapılan çalışmalarda "Türkiye'de 
            kültürel kimlik krizi" kapsamında saptanan eğilimleri 5 TÜR KİMLİK 
            SEÇENEĞİNDE toplayabiliriz. Bunlar; 
             
            1) ANADOLUCULAR (ANADOLU HUMANİZMİ) 
             
            Anadolu öncesi Türk kültürünü ve Selçuklu/Osmanlı kültürünü reddeden 
            bu görüş; Anadolu'da değişik ırk, din, dil, etnik özellikler 
            gösteren toplulukların bir potada eriyerek ortak bir kültürü 
            oluşturdukları savını destekler. Bu görüşün savunucuları olarak; 
            M.Cevdet ANDAY, Vedat GÜNYOL, Suat SİNANOĞLU'nu gösterebiliriz. 
             
            2) TÜRK-İSLAM SENTEZCİLER (Aydınlar Ocağı)
             
             
            Milli kültürün iki ana damarı; Orta Asya'dan getirdiğimiz öz 
            değerler ve İslamiyet olup, Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşmak için 
            Batının sadece teknik ve medeniyetini almak yeterlidir, Ulusal 
            kültürün özünü korumak için Batı kültürünü almaya gerek olmadığını, 
            ulusal kültürün tarihsel kaynaklarının Orta Asya Türk kültürü ile 
            Selçuklu ve Osmanlı kültürü olduğunu iddia eden bu grup, Türklerden 
            önceki Anadolu uygarlıklarını reddederler. (İbrahim KAFESOĞLU, İsmet 
            ÖZEL). 
             
            3) ATATÜRKÇÜLER  
             
            Bu grup, Batılılar karşısında güvensiz, ezik, neredeyse aşağılık 
            duygusu içinde olan Türk halkının onurunu yükseltmek, olumlu bir 
            kimlik imgesi sağlamakla mümkündür, Türk kültürü Cumhuriyetle 
            başlamıştır, ulusal kimliğin yerleşmesi için Osmanlı kültürünün 
            reddedilmesi gerekir savını desteklemektedir (Emre KONGAR, Anıl 
            ÇEÇEN, Atilla İLHAN). 
             
            4) ÇAĞDAŞ KÜLTÜR SENTEZCİLER
             
             
            Çağdaş ulus olma; gelişmiş bir tarih ve ulus bilinci 
            gerektirmektedir, kültür tarihimiz; Türklerden önceki ANADOLU tarihi, 
            Anadolu'dan önceki Türk tarihi, Anadolu'nun İslamlaşması ve 
            Türkleşmesi, Osmanlı tarihi ve Türk Devrim tarihini kapsamalıdır 
            savını ileri sürmekte olan bu grubu destekleyenler: Taner TİMUR, 
            Bozkurt GÜVENÇ, Mete TUNCAY, İlber ORTAYLI'dır. 
             
            5) GÖÇEBE KİMLİĞİ 
             
            Kimlik Sorununa; Yerleşiklik-Göçebelik bağlamında yaklaşan bu görüşe 
            aydınlar fazla itibar etmemişlerdir (Demirtaş CEYHUN). 
             
             
            Dünyadaki Türk İmgeleri (İmajı)-Algılar 
             
            Kimlik ile İmge aynı toplumsal kültürel varlığın iki yüzü gibi olup, 
            Kimlik konusu nasıl bir tarihi ya da kültürel bir olgu ise, imgeler 
            olgusunun da, tarihi ya da kültürel kökenleri vardır. 
             
            Örneğin; Japon ulusuna beslediğimiz özel hayranlık ya da saygının 
            gerisinde Ertuğrul faciası (1889) ile birlikte Japonların bu olayda 
            gösterdiği ulusal duyarlılığın payı büyüktür. 
             
            Çözemediğimiz olaylarda aradığımız "İngiliz parmağı" nın gerisinde 
            ise, yıkılan; Osmanlı mirasına sahip çıkan İngiliz Siyasetinin 
            başarısına karşı duyduğumuz hiddetle karışık kıskançlığın tortuları 
            vardır. 
             
            Fotoğraf örneğindeki gibi, hemen hiçbir ülkenin kimliği ile imgeleri 
            birbirine tıpatıp uymaz. Her toplum kendisini dünyanın hatta evrenin 
            merkezine koyar. ötekileri genellikle kendisinden aşağı yerlerde 
            görür, değerlendirir. Etnosantrizm (Biz-Merkezcilik) adı verilen 
            evrensel eğilim, ülkelerin imgelerini de etkiler. 
             
            Biz Türkler nasıl İranlıya "Acem"; Araplar için "Ne Arap'ın 
            yalellisi ne Şam'ın şekeri" diyorsak; bütün komşularımızın de biz 
            Türkler için benzer övgüleri vardır. Doğru/yanlış/haklı/haksız-Bizim 
            "Moskof Gavuru'muza", Moskovalı "Anlayışsız Türk" ile karşılık verir. 
            Bu tür kanılar, imgeler hızla oluşabilen fakat kolay değişip 
            silinmeyen, toplumsal değer yargılarıdır. Diğer Batı Toplumları 
            nazarında Ortaçağdan günümüze değin değişik Türk imgeleri-kuşkusuz 
            çoğunun reddedip beğenemeyeceğimiz-değişik dokümanlarda çok geniş 
            bir yelpaze ile sunulmuş olup, bunlardan birkaçını örnek olarak 
            vurgulamak istiyorum: 
             
            12. yüzyılda yaşamış Antakya patriği Süryanî MİKAİL meşhur 
            VAKAYİNAMESİ'nde eski TÜRK meziyetlerini şöyle anlatılmaktadır : 
            Garp estetiğince eski Yunan tipi ne ise, Şark estetiğince de TÜRK 
            tipi o dur. Onun için Avrupa'da her şeyden önce "KUVVET" timsali 
            olan eski Türk, Asya'da her şeyden evvel "GÜZELLİK" timsalidir.  
             
            Türk'lerin teşkilatlanma ve toplum yönetimi konusunda Hz. Muhammet, 
            "Türk'ler size dokunmadıkça, siz onlara dokunmayın. Ümmetimin 
            idaresi sonunda Türk'lerin eline geçecektir" demiştir.  
             
            Prof. Bozkurt GÜVENÇ'in "Türk kimliği" kitabından da iki örnek 
            vermek istiyorum. Bunlardan ilki Pritchett'in (1964) "Yüzüyle Oturan 
            ya da Oturan Yüzlü Türk " tanısıdır.  
             
            "Kimse Türkler gibi güzel, rahat, yayılıp gevşemiş olarak, ilik ve 
            kemiğiyle, ruhu ve bedeniyle oturamaz; otursa da keyfini çıkaramaz. 
            Oturmak, Türk insanının özgün niteliğidir. Bedeninin her hücresi, 
            yüzünün çizgileriyle oturur. Sanki hiç kalkmamış ya da 
            kalkmayacakmış gibi. Bu sanatı, Topkapı Sarayındaki Sultanlardan 
            öğrenmiştir sanki. Başkalarını,evine, ofisine, odasına, okuluna, 
            bahçesine oturmaya çağırır. Gelmeyene gücenir. Oturmayan konuğun 
            ziyaretini saymaz. Resmi toplantılara Oturum derler. Oturumlara Ad 
            ve Sayı verirler. En ciddi konuşmalar bir köşeye çekilip oturarak 
            yapılır. Üç-beş hal hatırdan sonra, oturanlar genizlerini temizler, 
            derin bir sessizliğe gömülür-oturmaya devam ederler." 
             
            Aslında hiç kalkmayacakmış gibi oturmak Türkmen/Yürük geleneğine 
            ters düşmektedir. Yayılıp oturmak, binlerce yıllık göçerliğin 
            sonrasız ya da Türk tarihini, Türk Kimliğini bu kadar basite 
            indirgemek ne mümkün, ne de doğrudur. Olgunun başka ve değişik 
            boyutları olmalıdır. 
             
            Diğer bir imge örneği ise, İngiliz Tarihçi Geofrey LEWIS'in TÜRK 
            PORTRESİ (1974)dür. 
             
            Türkler, Çekingen ve saygılı insanlardır. Doğu'nun İngiliz (centilmen)'leri 
            olarak da tanımlanmışlardır. Sohbet toplantılarında - bizler gibi 
            şarkı söylemek yerine - şiirler okur, öyküler anlatırlar. (Ortadoğulu) 
            komşuları kadar gül, güleç kimseler değildirler. Ağırbaşlı ve 
            ölçülüdürler. Hata yapmamaya çalışırlar. Mahcupturlar. 600 yıllık 
            dünya imparatorluğunun sorumluluk sahibi,ağırbaşlı varisleridir. 
            Konuksever ve kibardırlar. "Siz bizim konuğumuz oldunuz" 
            gerekçesiyle, yabancı müşterisinden para almayan tok gözlü otel 
            sahibi, dünyanın başka hangi ülkesinde nerede bulunur? 
             
            İskoçlar gibi asık yüzlüdürler. Mizah duygusuna sahip olmadıkları 
            söylenir. Duygusal ve onurludurlar. Kolay alınırlar. Yabancıların 
            Türkler hakkında neler düşündüğünü merak ederler. "Müthiş" ve "tembel" 
            Türk yakıştırmaları gerçek, geçerli değildir. 
             
            Zor ve giderek zorlaşan dünyamızda yaşamını onuruyla ya da öz 
            saygısıyla sürdürmeye çalışan ne güzel insanlardır! 
             
            Yukarıda arz ettiğim yabancılar nazarında Türk imgesine, son olarak 
            bizden bir örnek vermek istiyorum. Orhun yazıtlarında (MS. 732) "Türk 
            doyunca acıkacağını, acıkınca da doyacağını bilmez" ibaresi 
            mevcuttur. Bununla da denmek istenen "önünü, sonunu düşünmez, o anı 
            yaşar" ifadesidir.  
             
            Bu olumlu/olumsuz imgeler karşısında bizim hareket tarzımız; Dünya 
            ülkeleri bizi tanımamışsa kendimizi tanıtmalı, yanlış tanımışsa 
            yanlışlıkları düzeltmeli, doğru tanımışsa da bunu korumak olmalıdır. 
             
            Kaynaklar 
             
            Türk Kimliği (1. Baskı) - Prof. Bozkurt GÜVENÇ  
            Türkiye'de Kültürel Kimlik Krizi, Prof. Cengiz GÜLEÇ  
            Çağdaşlaşma, Kültür, Sinema Üzerine, Nijan ÖZÖN  
            Yabancıların Gözüyle Türkler Ve Türkiye, Prof.İsmail PARLATIR  
            Türk Aydını Ve Kimlik Sorunu, Sabahattin ŞEN  
            Tarihe Hükmeden Millet, Türkler, Prof. Cemal ANADOL  
            Modern Türkiye'nin Doğuşu, Bernard LEWİS  
            Irk, Tarih Ve Kültür, Cladue Levi STRAUSS  
            Çok Kültürcülük, Prof. Charles TAYLOR  
            Uygarlık Tarihi, Server TANİLLİ  
            Türk Kültür Tarihine Giriş, Prof. B. ÖCEL  
            İlk Müslüman Türk Devletleri, M. Çağatay ULUÇAY  
            Taş Çağından Osmanlı'ya Anadolu, Erhan AKYILDIZ 
             
            Derleyen Halit Yıldırım  | 
            
                |