Türkiye ve Dünya Gerçekleri

TransAnatolie Welcomes You  to Turkey

 

Sonuç


 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

 

 

Uygarlık ] Hayranlık! ] Milliyetçilik ] Yunanistan ] Roma ] Hırıstiyanlık ] Kapitalizm ] Araplar ] Türkler ] [ Sonuç ]

 

 

Up

Sonuç ve değerlendirme

   
   
   
   

Bir kere geçmişi itibariyle Batının, Batı olmayana karşı en küçük bir üstünlüğü yoktur. Başkalarına atfedilebilecek her türlü vahşet, ilkellik, iğrençliği Roma’da da, Yunanistan’da da, Hıristiyanlıkta da, Yahudilikte de; yahut Batıya atfedilen üstünlük, zeka veya yeteneği başkalarında da gör¬mek mümkündür. Batı uygarlığı, kendi içinde bile muazzam bir kan seli¬nin ve iğrençliğin üzerine kuruludur. İsa’yı Yahudiler öldürtmüş, Roma yüz binlerce Hıristiyan’ı, Katolikler ve papalar yüz binlerce Protestan’ı ve söz¬de inanmayanı, Hitler milyonlarca Yahudi’yi, Avrupalılar Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda birbirlerini kesmiştir.

 

Batı için, asıl kötü sicil Batı dışındaki tutumudur. Öyle yüzlerce yıl geri¬ye gitmeye de gerek yok. İngiltere’nin, kendisi için büyük bir gelir kaynağı oluşturan afyon kullanımının Çin hanedanınca yasaklanması üzerine Çin’e karşı başlattığı ünlü Afyon Savaşlarının tarihi 1895’tir. Fransa, Henri Chariere’nin Kelebek romanına konu olan, bir Okyanus adasındaki ünlü hapis¬hanesini ancak 50 yıl önce 1952’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ba¬rış, demokratikleşme modası sırasında mahcup olmamak için kapatmış, ama Cezayir hegemonyasını 1962’ye kadar bırakmaya yanaşmamıştır. Fransa ve ABD’nin Vietnam macerası henüz 40 yıllık, Batının kışkırtmaları ile yaşanan 1980-1989 İran Irak Savaşı veya Irak’ın 1991’de Ku-veyt’e sal¬dırısı henüz 1020 yıllık hikayelerdir. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hen-ri Kissinger, 4 fiubat 1985 tarihli International Herald Tribune gazetesin¬de İranIrak Savaşı konusunda büyük bir pervasızlıkla "Bizim amacımız İran ve Irak’ı, ya da bunlardan birini tamamen yok etmek değil, kollarını kanat¬larını kırıp güçsüzleştirmektir" diyebilmiş; aynı Kissinger, Başkan Allen-de’nin öldürüldüğü 1974 fiili darbesinden sonra, gazetecilerin "Egemen, bağımsız bir ülkenin seçilmiş başkanının ölümüne yol açan bir darbenin baş aktörü olmayı ahlaki buluyor musunuz" sorusuna "Başkaları bunu ah¬laki bulmayabilir. Benim için önemli olan Amerikan halkının değerlendir¬mesidir. Biz Amerika’nın çıkarlarına göre hareket ediyoruz. Amerikanın ulusal çıkarlarına uygun olan, aynı zamanda ahlakidir" diye karşılık vere¬bilmiştir. Bugün de, 11 Eylül sonrası ABD ve Batı politikalarını, Filistin kıyımını (ya da Batı ABD destekli İsrail Vahşetini), Irak senaryolarını yaşıyoruz.

 

Batıya atfedilen "üstünlük"leri Norman Davies, "dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik yönetim, hukuk devleti, bilimsel gelenek, toplumsal modernizasyon, kültürel çoğulculuk, serbest piyasa ekonomisi ve yüksek Hıristiyanlık erdemleri sayılan iyilikseverlik, bireye saygı" olarak özetlemişti.

 

Bunlar, kısmen ve göreceli olarak doğrudur. Hangisinin ne kadar doğru olduğu tartışılabilir. Serbest piyasa ekonomisinin gerçekten herkesçe benimsenmesi gereken bir erdem mi, yoksa Batı sömürüsünün bir aracı, Batının işine yarayan bir silah mı olduğu sorgulanabilir.

 

Ama, bunların hepsi saygı değer erdemler olsa, Batı da hepsini gerçek¬ten hak etmiş olsa bile, Batının bunları nasıl edindiği ve günümüzde bu de¬ğerlerin niçin sadece Batıda bulunduğu önemlidir. Niye Müslüman toplumlarda bu değerler genellikle yoktur? Batı uygarlığının en önemli unsuru Hıristiyanlık ise, hiçbiri Müslüman olmayan Güney Amerika ülkelerinde niçin bu değerler gelişmemiştir? Norman Davies’in hayranlıkla söz ettiği, o sırada uygarlığın çok gerisinde darma dağın derebeylikler halindeki Avrupa’nın ortasına kadar ilerleyen Arap Emevi Müslüman uygarlığı, ne olmuştur da "dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik yönetim, hukuk devleti, bilimsel gelenek, toplumsal modernizasyon, kültürel çoğulculuk, serbest piyasa ekonomisi" vb.ni geliştirememiştir? "Avrupalıları matematikle birlikte portakalla, limonla, ıspanakla, kuşkonmazla, patlıcanla, enginarla, makarnayla, diş macunuyla tanıştıran" Araplar, daha sonra zekalarını, bilgilerini, ruhlarını mı yitirmiştir? Bilimsel gelenek, neden ilkel Avrupalıya bin beş yüz yıl önce matematik, cebir, kimya öğreten, makarna, diş macunu üretecek teknolojiye sahip Müslüman Arap’ta değil de Avrupa’da gelişmiştir? Bin beş yüz yıl önce koskoca bir imparatorluk örgütleyebilmiş MüslümanArap niçin toplumsal modernizasyona uzanamamış da tam tersi¬ne gerilemiştir? Çapulcu İspanyol istilacılara adeta küçük dillerini yutturan Aztek, Maya, İnka uygarlıkları yer yarılıp içine mi girmiştir? Hele Afrika, hep bugünkü sürünme noktasında mıydı?

 

Bu soruları cevaplandırmadan Batının üstünlüğünü adeta kutsallaştırmak, kutsallaştıran Avrupalı ise bir küstah uyanıklık, Avrupalı değilse en azından aptallıktır.

 

Avrupa’nın sahip olduğu üstünlüklerin temelinde teknolojik gelişme, bunun altında da kaçınılmaz olarak para, kaynak yatar. Bu kaynağın tamamı "öz kaynak" değildir. Avrupa’da petrol yoktur; kömür ve demir dışında dikkate değer madeni yoktur. Olsa bile o dönemde varlığı bilinmiyordu, ihtiyaç yoktu; bilinseydi ve ihtiyaç olsaydı bile işleyecek teknoloji ve sermaye birikimi söz konusu değildi. O zaman, kendisindekinden çok daha fazla kaynağı Avrupalı nereden bulmuştur?

Bu birikimin başlangıcı, Amerika kıtasının keşfi, tapınaklarının merdivenlerini bile altından yapan Aztek, Maya ve İnka uygarlıklarının büyük zenginliğinin Avrupa’ya aktarılmasıdır. Kuzey Amerika’nın Kızılderilileri gibi, atının üstündeki İspanyol’u bir bütün, dolayısıyla doğaüstü bir güç sa¬nıp, tapınma anlamında yere kapanan Güney Amerika yerlileri de silahı,sa-vaşı bilmemektedir. Dolayısıyla, bu insanları önce kandırıp sonra kesmek zor olmamıştır.

 

Nitekim Schumpeter de, her ne kadar "kapitalist işletmelerin gelişmesin¬den ayrı olarak" vurgusunu yapsa da kapitalizmin gelişmesindeki beş ana faktörü "devletin rolü", "altın"ın henüz ekonomiyi belirleyecek güce erişmemiş olması, "nüfus artışı", "coğrafi keşişer ve fetihler", "teknolojik gelişme" olarak sıralamaktadır. Schumpeter’in coğrafi keşişer ve özellikle "fetihler" yerine "emperyalizm" demeyişini, önceki bölümlerde aktardığımız militan kapitalizmseverliği, hatta kapitalizmtapınısı karşısında anlayışla karşılamak gerekir. Ama o bile, "iktisatçıların coğrafi keşişer ve fetihlere daha fazla önem verdiklerini" kabul etmekte, kendisinin de geç¬mişle ilgilendiği sürece bunları göz ardı etmeyeceğini belirtmekte ve şunları söylemektedir:

 

"Yeryüzünü ekonomik yönden de geliştiren, bir çok hammadde, yiyecek maddesi, tarımsal ve endüstriyel malı ortaya çıkaran, yeni şehirlerin, merkezlerin kurulmasını sağlayan bu gelişme, aslında üretimi önemli ölçüde geliştiren bir unsur değil midir? Böyle bir koz, başka ekonomik sistemler için de bir zenginlik sebebi teşkil etmez mi? Bu düşünceye katılan sosyalistler bile vardır. Bunlara göre, Marx tarafından bir determinizm sistemi içinde ortaya atılan «fakirleşme» teorisi ve bunun halk kitlelerine yayılması fikri, ancak yeni bölgelerin keşfi sayesinde gerçekleşmemiş; eski kıtalardaki işsizlik yoğunlaşması yeni ülkelerden yararlanılarak önlenmiş, böylece proletarya hiç değilse «bir nefes alma» imkanı bulmuştur.

 

Yeni ülkelerin bulunmasının kapitalizme sunduğu şans küçümsenemez, ama bu şansların da ancak bir defa için ortaya çıktığı bir gerçektir. Ancak, her türlü toplumsal organizasyondan bağımsız olarak oluşan şanslar ilerlemenin ön koşuludur ve tarihte ancak bir kere gerçekleşebilirler. ... kapitalist gelişme de bu tip şansların kullanılması ve girişimcinin faaliyet alanına girmesi demektir. ... yeni ülkelerin değerlendirilmesinin, demiryollarının yapımı, deniz ulaştırması, tarım makineleri v.b. gibi bütün araçları sağla¬yan girişimciler kanalıyla olmuştur. Gelişme, tamamen kapitalist gelişmeye paraleldir. ..."

 

fians, tamamen insanın iradesi dışında ve fakat tesadüfen onun çıkarına, iyiliğine gelişen olay demektir. Peki, "devletin rolü", "altın"ın henüz ekonomiyi belirleyecek güce erişmemiş olması, "nüfus artışı", "coğrafi keşişer ve fetihler", "teknolojik gelişme"... Bunların hangisi şans eseridir? Hangisi insan iradesi dışındadır? Devleti insan oluşturmamış, değişik alanlardaki rolünü o tayin etmemiş midir? Altını insan bulmuş, ekonomide¬ki rolünü insan belirlemiş değil midir? İnsanlar kendi iradeleri ve keyişeri dışında mı çocuk yapmış, üremiştir? Coğrafi keşişer, fetihler, teknolojik gelişme, insan iradesinin dışında mıdır?

 

Schumpeter anlamsız, akıl dışı bir "savunma psikolojisi" içindedir. Nite¬kim hemen aşağıda kapitalizmin gelişmesinin beşinci unsuru olarak tekno¬lojik gelişmeyi değerlendirirken "Bazı çevrelere hakim olan, kapitalizmin gelişmesinin, büyük ölçüde üretim metotlarını baştan aşağı yenileyen icatlara, keşişere dayandığı şeklindeki düşünce yanlıştır. Çünkü teknik yeniliklerin uygulanması, esas olarak iş adamlarının «kazanç avı» sayesinde mümkün olmuştur. ... İcat edici, keşfedici, yaratıcı çalışma da kapitalizmin bir eseridir. ... kapitalist etkinlik ve teknolojik gelişme, üretimdeki gelişmenin iki ayrı faktörü değil, birbirini tamamlayan iki bileşik unsurdur. Hatta kapitalist faaliyet, teknolojinin itici gücü niteliğindedir. Yeni ülkelerin değerlendirilmesi ve teknolojik gelişme, uzun vadede birbirleriyle çelişir görünmektedir: Oysa bunlar kapitalizmin mutlak başarıları olmakla birlikte, tekrar edilemeyen olaylar ve uygulamalardır" (Schumpeter, 1974: 170, 177) diyerek hem kendisiyle çelişkiye düşmekte, hem de genel olarak kapitalist sistem açısından yine bir "merdi kıpti" olarak "şecaat" arz edeyim derken "sirkatin" söylemekte; üstünlük, başarı dediği şey, sonunda hırsızlığa çıkmaktadır.

 

Schumpeter, yeni ülkeler keşfini, sanki Antarktika’nın keşfi gibi, hiç kan dökülmemiş, hiç yağma, talan yapılmamış, tamamen bilimsel ve insani amaçlar güdülmüş gibi anlatmaktadır. Antarktika’nın keşfinin bile iyi niyetle yapılıp yapılmadığını, orada insanla, insan yerleşmeleriyle, bir uygarlıkla, bir zenginlikle karşılaşılsaydı, Kolomb ve haleşeri gibi davranılmaz mıydı bilemiyoruz.

 

Ama daha önemlisi, "yeni ülkelerin keşfi"nin tarihte ancak bir kez yaşandığı iddiasıdır. Sanki Amerika’nın keşfi ilk ve son keşiftir. Oysa Amerika’nın keşfi bile Güney Amerika ile bitmemiş, onu Kuzey Amerika izlemiş¬ken, Batının Senegal’i, Kongo’yu, Tanzanya’yı, Zimbabwe’yi, Angola’yı, Afganistan’ı, Hindistan’ı, Pakistan’ı, Çin’i eskiden beri bildiğini nasıl varsayalım? Önemli olan yeni bir keşif değil, bir yerin daha sömürgeleştirilmesidir. Sömürgeleştirilen yerin varlığının önceden bilinip bilinmemesinin hiçbir anlamı yoktur. Amerika’nın keşfi sadece öğretici, uyandırıcı, tetikleyici ve alt yapıyı oluşturan bir başlangıçtır. Batı Amerika’yı keşfettikten sonra "aa, bilinmeyen yerleri keşfetmek ne güzel, ne heyecanlı" diye başka yerler keşfetmiş değildir. Hatta Amerika’ya da bilinmeyen yerleri keşfetmenin keyfi nedeniyle değil, tam tersine bilinen bir yerin, Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmak isterken gelmiştir. Dünyada keşfedilecek, yani varlığı bilinmeyen başka yer yoktu; maksat keşifse orada durmak gerekirdi. Asya ve Afrika’nın varlığı biliniyordu, keşfedilmelerine gerek yoktu; oralara neden gidildi?

 

Schumpeter, bir düz mantık oyunu ile "Amerika bir kez keşfedilir" demek istiyor. Bir "bilinmeyeni" ortaya çıkarmak açısından bu doğrudur. Ama asıl keşfedilen, "bilinen" Afrika ve Asya’nın da sömürülebileceğidir, yani Schumpeter’in iddiasının tersine tarih tekerrür etmiştir. Asıl amaç, kendi deyimiyle "kazanç avı"dır. Bu avın, tarihte bir kez cereyan eden bir olay ol¬ması mümkün mü?

 

Özetle Avrupa sermaye birikiminin, kapitalizmin temelinde bu talan ve soygun vardır. Sonraki gelişmelerin tetikleyicisi budur.

 

Kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğunun zayışamaya başlamasına kadar bu gelişme çokça dışarı açılma olanağı bulamamıştır. Kristof Kolomb’un, her ne kadar yanlışlıkla Amerika’ya gitti ise de, Batı, Ümit Burnunu dolaşıp ipek ve baharat kaynağı Hindistan’a ulaşmayı, bu Osmanlı engeli nedeniyle göze almıştır.

Güney Amerika’dan Avrupa’ya akan zenginlikler, yani sermaye, teknolojik gelişmeyi ateşlemiş, bu da ulaşım ve haberleşmeyi etkilemiş, askeri teknolojiyi oluşturmuştur. Bu gelişmeleri ciddiye almayan ve o zamana kadar topun dışında kılıç gücüyle Avrupa’yı dize getiren Os-manlı, askeri teknolojide geri kalmış, coğrafya üzerindeki kontrolünü yitirmiş, böylece dünya, önemli bir engeli ortadan kaldıran Avrupa’nın önüne açılmıştır.

 

Yine aynı sermaye sayesinde başta İngiltere olmak üzere Avrupa, Afrika’ya ve Asya’ya ulaşmıştır. Çünkü okyanus dalgalarına dayanıklı güçlü gemileri ancak bu kaynaklarla yapabilmişler, böyle uzun ve masraşı yolculukları ancak bu sayede finanse edebilmişlerdi. Ve Afrika’dan yüz, yüz elli yıl içinde köle olarak Batıya götürülürken ölen ve öldürülen insan sayısı hakkındaki en iyimser rakam 50 milyondur.

 

Kısaca eski Amerika uygarlıklarının talanıyla başlayan gelişme, yeni talan ve sömürü olanakları, yani kapitalist emperyalizm ile devam etmiştir. Batının, kendisi dışındaki uygarlıkları birer birer, ya fiilen, ya da köleleştirerek, kişiliksizleştirerek yok ettiği açıktır. Batı uygarlığı "tek"liğini buna borçludur.

 

"Zengin arabasını dağdan aşırır, fakir düz ovada yolunu şaşırır" mış. "Dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik yönetim" vb. de aynı sermayenin eseridir. İlk talanın sağladığı ilk teknolojik gelişme ve sanayileşmeyle oluşan ve sömürü canına tak ettiğinde makineleri balyozlarla kırarak isyan eden Avrupalı işçiler, öyle hemen sağlanıveren toplu sözleşme ve grev hakkı ile, kuruluveren işçi partileri ile sakinleşmiş değildir. Batı kapitalizmi, kendi işçisini, silah zoruyla sömürdüğü başka uygarlıklardan gelen kaynaktan verdiği sus payı ile sakinleştirmiş, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve saire de bunun üzerine kurulmuştur. Yoksa Fransa’da 1789 devriminin, 1830 ayaklanmasının, 1848 Paris Komünü isyanının yaşandığı, Eliot’un mantığıyla ancak Batı uygarlığının yaratabileceği bir Victor Hu-go’nun hapislerde yattığı, siyasal baskılar yüzünden 20 yıl Belçika’da sür¬günde kaldığı dönem ile, Fransa Krallığının Afrika’da sömürge fethi peşin¬de olduğu dönem aynıdır. Hugo ve elbette hemen bütün benzerleri, sözde Batı uygarlığının değil, tam tersine Batının en vahşi dönemlerinin ürünüdür.

 

İnsanlara insanca yaşayacak geliri grev yapmadan, isyan etmeden verir¬seniz toplu sözleşme hakkı tanımak, kültürel hak tanımak kolaydır, hatta gerekmeyebilir bile. İşveren bu parayı kendi kârından ödemediği için, onun tepkisiyle karşılaşmak da söz konusu değildir. Yani para olunca uygar olmak da, demokrat, hoşgörülü olmak da kolaydır. Arabalar kolayca dağları aşar. Ama dış sömürü olanağı bulunmayan, kendi kaynaklarıyla yetinmek zorunda olan toplumlarda, bir de mevcut kaynaklar dengesiz ve adaletsiz dağıtılıyorsa (ki yine önemli ölçüde Batının etkisiyle böyle olmaktadır), egemenlerin pastanın çoğunu yemeleri ancak baskıyla, şiddetle mümkün olmakta, bu da toplumsal barışın etnik, dinsel vb. her türlü nedenle hemen zedelenebileceği hassas bir ortam yaratmakta, bunun karşısına yeni baskı tedbirleri çıkmakta ve bu böyle sürüp gitmektedir.

 

Beş yüz yıldır sömürdüklerini bir an için helal edelim ve Batıya soralım: Bugün bile, sömürü olanaklarınızı yitirdiğiniz anda, sözünü ettiğiniz dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik yönetim, hukuk devleti, vb.den ne kadarı kalacaktır?

 

Küreselleşme de bu sorudan duyduğunuz endişeden kaynaklanın bir yeni sömürgecilik değil midir? Küreselleşmenin de kurtaramadığı kapitalizmin tık nefes hale gelmesinin toplumlarınızda yarattığı sorunlar (işsizlik, yabancı düşmanlığı vb.), bu endişeyle örtüşmüyor mu? Yani sorun, sermaye birikimini sürdürecek yeni sömürü olanaklarını, kendi dışınızdaki bütün uygarlıkları, bütün dünyayı yoksullaştırarak yok etmiş olmanız değil mi?

 

Nitekim ABD’ye yönelik 11 Eylül saldırısı sadece Avrupa’ya özgü olduğu ileri sürülen değerlerin, başta dinsel hoşgörü, kültürel çoğulculuk olmak üzere, insan hakları, demokratik yönetim, hukuk devleti dahil birçoğunun nasıl birer kağıttan kaplan olduğunu, sindirilmemiş olduğunu ortaya koymaya yetmiştir. Gerek Amerika’da gerekse Avrupa’da, 11 Eylül’den sonra özgürlükler kısıtlanmış, ulaşım, haberleşme, toplanma hakları sınırlanmış, internet haberleşmesi bile izlenmeye başlamış, yabancılar ve azınlıklar üzerinde hem devlet güçleri hem sokaktaki adam ağır baskılar uygulamaya başlamış, sorgusuz, yargısız hapse atılmış, sınır dışı edilmişler, ciddi bir Müslüman düşmanlığı başlamış, Amerika terörle mücadele bahanesi ile dünya haritasını yeniden çizmeye girişmiş; ABD’nin hınk deyicisi İngiltere hükumeti hemen basına neyi yayınlayıp neyi yayınlayamayacağını dikte et¬miş, Blair, Irak savaşının en hararetli yandaşı kesilmiş; kısaca 11 Eylül tıkanan kapitalizme oksijen işlevi görmüştür.

 

Bu arada Batının "Avrupa" kanadı, Amerika’nın muhtemel Irak operasyonuna karşı çıkar görünmektedir; ama bu karşı çıkışta bir çifte standardın, hatta bir iki yüzlülüğün bulunmadığını, 11 Eylül hadisesine de PKK terörüne baktığı gibi bakmadığını söylemek zordur. Çünkü Avrupa’nın kendisine dokunmadığı, hele rakiplerine, hasımlarına dokunduğu sürece bütün yılanlarla barışık olmak, kendisine dokunmadıkça başkalarının teröristlerine özgürlük mücadelecisi saymak gibi bir sabıkası vardır. Başta Almanya, Belçika, Hollanda olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinin, tıpkı PKK’lıların, Milli Görüşçülerin, Cemalettin Kaplanların, ülkücü militanların olduğu gibi 11 Eylül saldırısını düzenleyen El Kaide militanlarının da ana üssü olduğunu bu ülkelerin kendileri bile yadsımamıştır. Alman İstihbaratının, Muhammed Atta’nın Almanya’daki varlığından ve faaliyetlerinden haberdar olmaması mümkün müdür?

 

Aynı şekilde, Amerika’nın bugün baş düşman ilan ettiği El Kaide ve Usame Bin Ladin, vaktiyle Sovyetler’e karşı özgürlük mücadelecisi olarak doğrudan veya dolaylı olarak besleyip büyüttüğü El Kaide ve Usame Bin Ladin; Saddam ise daha otuz yıl önce krallığa karşı darbe yapan Baas hareketi olarak ve 20 yıl önce Humeyni İran’ına karşı kışkırtarak desteklediği Saddam’dır.

 

Avrupa’nın Irak konusunda Amerika’ya karşı çıkmasında da söz konusu üstün değerlerin yeri yoktur. Birincisi, sözde BM ambargosuna rağmen hepsinin Irak’la şu veya bu düzeyde ticari ilişkisi vardır. Belki daha önemlisi de, Kosova harekatından sonra Balkanlara, Afganistan operasyonuyla Orta Asya petrollerinin ortasına yerleşen Amerika’nın bir de Irak petrol va¬nalarının başına tek başına yerleşmesi olasılığı karşısında canları sıkılmak¬tadır, o kadar.

 

Kısaca, beş yüz yıldır başkalarını sömürerek sağladıkları sermaye birikimi olmasaydı, onlar da bu değerler açısından, küçümsedikleri bölge veya toplumlardan hiç farklı olmazlardı; onların da arabaları düz ovada yolunu şaşırırdı!

 

***

 

Bu çalışmanın ilk cümlesi, "Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, gerçek¬ten çok tuhaf biçimde tartışılmakta, en iyi niyetli yandaşları, ‘Avrupa Birli¬ği üyeliğe kabul etmese bile, bu sayede hiç olmazsa Avrupa, yahut Batı de¬ğerlerine olabildiği kadar yaklaşmış oluruz; çünkü başka türlü bizim de¬mokrat, insan haklarına saygılı, uygar bir ülke olmamız mümkün değil’ gi¬bi bir yaklaşım sergilemektedir" idi.

 

Bu mantığın sahipleri arasında, Mesut Yılmaz gibi, Türkiye’nin son yir¬mi yılında başbakanlık dahil hep sorumluluk mevkilerinde bulunmuş, bu kadar istiyor idiyse Türkiye’yi demokrat, insan haklarına saygılı, uygar bir ülke yapmak, ölüm cezasını kaldırmak, Kürtçe eğitim hakkı tanımak için, belirli bir dönemde de olsa Meclis çoğunluğu dahil her türlü güç ve yetkiyi elinde bulundurmuş; Bülent Ecevit gibi tam üyelik fırsatı ayağına kadar gelmişken, şimdiki ısrarına hayret ettirecek biçimde kaçınmış olanların bu¬lunması hayli şaşırtıcıdır.

 

Bugün idam cezasının kaldırılması için "yoksa AB trenini kaçırırız; bu da bölünmemize yol açar" gibi garip iddialarla cansiperane mücadele eden o Mesut Yılmaz ki, Öcalan’ın İtalya’da yakalanmasından sonra, ortağı bu¬lunduğu koalisyonun yine ANAP’lı Adalet Bakanı Hasan Denizkurdu’nun gündeme getirdiği "sıcak kestane önümüze getirilip konmadan şu idam me¬selesini halledelim" önerisine karşı çıkanların başında gelmiştir.

 

İnandırıcılıktan ve içtenlikten uzak bu iddia ve saçmalıklara, Batının ekonomik ve sosyal diktelerine hiç sesini çıkarmaz hatta imzasıyla iç hukuk haline getirirken, Öcalan’ın idamı ve ana dilde öğretim konularında birden aslan kesilen MHP itirazlarını da; Adnan Menderesler, Deniz Gezmişler ası-lırken, 12 Martlar, 12 Eylüller olurken, değil Türk generallerini aşağılamak, etkisiz hale getirmeye çalışmak, sırf solu yok ediyorlar diye keyişe kadeh kaldıran Batının iki yüzlülüğünü de eklemekte sakınca yoktur.

 

Demek Batı için 60’lardaki, 70’lerdeki, 80’lerdeki askeri darbelerin, idamların hiç öne-mi yoktur ve sanki önemli olan sadece Öcalan’ın idamı-dır. Türkiye’nin, o zamanki adıyla Ortak Pazar’la imzaladığı anlaşmanın ta¬rihi 1963’tür. 1990’lara kadar Batı tam üyelik koşulu olarak demokrasi, in¬san hakları, idamın kaldırılması, herkese ana dilinde eğitim hakkı, hele hele Kıbrıs ve Ege sorunlarından söz etmemiştir. Bu arada değişen tek şey ise Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıdır. Demek Sovyetler yıkılmasa Batı da bu kadar uygarlaşmayacakmış; AB Türkiye’yi tam üyeliğe belki yine kabul et¬meyecek, ama hiç değilse başka hiçbir talip için düşünmediği şartlar bizim için de aklına gelmeyecek, belki yine ekonomik gerekçelerle oyalamayı sürdürecekmiş. Nitekim Türkiye’nin 1987’deki başvurusu, 1989’da ekono¬mik gerekçelerle reddedildi.

 

Türkiye sadece Sovyet tehdidi karşısında et ve kandan oluşturduğu canlı set nedeniyle Batı için önemli idi; içerdeki sol akımların yok edilmesi, bu yolda gerekirse darbeler yapılması, insanların idam edilmesi, zindanlarda çürümesi Bati için bu nedenle gerekli idi; bu nedenle aynı Türk generalle¬rin, aynı sağcı, gerici, ırkçı siyasetçilerin sırtı sıvazlanıyordu.

 

Eğer günümüzde uygarlığın ölçüsü Kopenhag Kriterleri ise, demek Av¬rupa’nın kendisi de 1990’lara kadar uygar filan değilmiş.

 

Buna rağmen, Avrupalının kendini beğenmişliğini, onaylamasak bile an¬lamak mümkündür. Ama ya Türkiye gibi, asırlardır "Avrupalılık", yahut "Avrupalı sayılma" tutkusuyla, olmadık zilleti göze alanlara ne demeli? Hem de onlar, İspanyol’u, İrlandalıyı bile Avrupa, yahut Batı saymazken!..

 

Dünya tarihine baktığımızda Avrupalılık iddiasındaki toplumlar olarak Türklerle Rusları görüyoruz. Rusların Avrupalılık iddiası veya tutkusu bizimkinden daha eskidir ve çok ilginç bir şekilde aynı argümanlarla yaşanmıştır.

 

Rusya’nın Avrupa’ya dahil olup olmadığı beş yüz yıllık bir sorun, Rusya Avrupalı ve Avrupacılar için bir sara nöbetidir. Batılılar sık sık onu dışlamak için gerekçe aramış, Ruslarsa kabul edilmek istenip istenmediklerinden hiç bir zaman emin olmamışlardır. fiu tespit, o dönemde Rusya’daki tartışmaların bizim bugünkü tartışmalarımıza ne kadar benzediğini göstermektedir:

 

"Rus entelektüelleri, ... Rusya’nın Avrupalılık derecesinden emin değil¬dirler. Slavcı Nikolay Danilevski, 1871’de yazdığı «Rusya ve Avrupa» adlı eserinde, Rusya’nın Asya ile Avrupa’nın ortasında kendi belirgin Slav kül¬türüne sahip olduğunu savunmuş; Dostoyevski ise, bir konuşmasında, «Av¬rupa ulusları, bizim için ne kadar değerli olduklarını bilmiyorlar» diye Av¬rupa’ya övgü düzmüş; sadece küçük bir «doğucu, Asyacı» grubu, ... Rus¬ya’nın kesinlikle Avrupalı olmadığında ısrar etmiştir." (Davies, 1995: 10)

 

"Bolşevikler, dışarıda büyük ölçüde, ... ölüm ve yıkım saçan vahşi Asya¬lılar çetesi olarak kabul edilmiş; içeride ise, genellikle Yahudiler tarafın¬dan yönetilen, Batı parasıyla desteklenip Alman gizli servisince yönlendiri¬len bir Batı tohumu olarak suçlanmışlar; güçlü bir resmi görüş çizgisi de Devrimin, «çökmüş» Avrupa ile bütün bağları kopardığına inanmıştır.

 

"(...) Bolşevik liderliği açısından Lenin ve çevresi, Avrupa ile çok yakın¬dan özdeştir. Kendilerini, Fransız devrimi ... geleneğinin devamı olarak ka¬bul etmişler; o andaki köklerini Almanya’daki sosyalist harekette görmüş-ler; ... Komintern, komünist önderlikte bir Avrupa Birleşik Devletleri olası¬lığını tartışmıştır. Sovyetler Birliği ancak bütün Bolşeviklerin katledildiği Stalin döneminde Avrupa işlerinden manen uzak kalmış, ... etkili bir göç¬men Rus aydınları grubu Rusya’nın kültür karışımı içerisinde Asyatik un¬surlara yeniden değer kazandırmaya çalışmıştır. ... «Avrasyalılar» olarak bilinenler ise, bir yandan Batı Avrupa’nın üstün niteliklerine özel bir vurgu yaparken, öte yandan Bolşevizme de kökten karşı çıkmıştır.

 

"Buna rağmen, Rusya’nın Avrupalı nitelikleri hakkındaki kuşkuculuk, Rusya içinde ve dışında devam etmektedir. (...)" (Davies, 1997: 10, 1213).

 

***

 

Son olarak Norman Davies’in Araplar, Türkler ve Müslümanlık konu¬sundaki görüşlerine de kısaca değinmekte yarar var.

 

Davies’in hayranlıkla söz ettiği Muhammed ve Arapların kuşkusuz bu hayranlığı haklı çıkaracak bir çok meziyeti vardır. Ama bir Avrupalı için önünde sonunda bir işgalciden ibarettirler.

 

Buna karşılık, Bulgaristan’da Jivkov dönemindeki baskılarla ilgili yoru¬mu hariç, Davies Türklere karşı hayli mesafelidir. Bizim sadece farklı Türk boyları olarak bildiğimiz Hazalardan Peçeneklere, Hunlardan Avarlara, Alanlara, Tatarlara kadar çeşitli gruplar, değişik ve birbirinden bağımsız, ayrı ulusal birimlerdir Davies’e göre ve bütün bunların dışında "Türkler" diye apayrı bir ulus daha vardır. Hunlar Avrupa’yı tarumar etmiş, taş taş üs¬tünde bırakmamış bir barbar güruhudur. Attila’nın atının geçtiği yerde ot bitmez! Yahudi Hazarlardansa hayli sıcak söz eder.

 

Asıl önemlisi, Sezar döneminde bir Roma gölü haline gelen Akde¬niz’in, Roma imparatorluğundan sonra Müslüman devletlerin Yakın Doğu ve Afrika’da kök tutmaya başlamasıyla bir daha siyasi olarak hiç birleşemediği, on dokuzuncu yüz yılın Avrupa güçlerinin Suriye’den Fas’a kadar sömürgeler kurduğu halde Türkiye’deki en büyük Müslü¬man kaleyi yıkarak genel bir egemenlik kurmalarının rakiplerince en¬gellendiği şeklindeki son derece açıklayıcı görüşüdür.

 

Davies, Akdeniz’in Roma’dan sonra bir daha Avrupa bütünlüğünün merkezi olamamasından "Türkiye’deki en büyük Müslüman kaleyi" sorum¬lu tutmaktadır. Oysa Araplar sadece Müslüman değil, Müslümanlığın kuru-cusudurlar. Onlar da Avrupa’yı istila etmiştir. Türkler Viyana kapılarına da-yanmışsa, Arapların da Paris, hatta Londra kapılarına dayandığını, hatta Hı-ristiyanlığı Avrupa’ya hapsederek Avrupa kavramının oluşumuna neden ol¬duğunu ilginç bir tezle, "Muhammed olmasaydı fiarlman da, Avrupa da ol¬mazdı" diye kendisi anlatmaktadır. Yani Akdeniz’i Avrupa bütünlüğünün merkezi olmaktan çıkaran Türkler değil Araplardır. Ayrıca Araplar da Paris kapılarına herhalde ellerinde buketlerle dayanmamışlardır. Avrupalıların, daha sonraki sömürgeci politikaları ile bunun acısını fazlasıyla çıkardıkları da bir gerçektir.

 

Akdeniz’in bir Avrupa gölü olamayışına bu kadar hayışanmanın altında yatan emperyalist duygu gizlenir gibi değildir. “Gerçekten, Müslüman dev¬letler bir kere Yakın Doğu ve Afrika’da kök tutmaya başladıktan sonra Ak¬deniz, kalıcı siyasi bölünmelerin mekanı olmuştur" sözleri ise, 11 Eylül sonrasındaki Amerikan politikalarında ifadesini bulan, Avrupa’da özellikle Roma’nın varisi İtalya’da etkin biçimde yaygınlaşan haçlı ruhunu anımsat¬maktadır. Bu ifadeler tarihsel gerçeği yansıtsa bile, satır aralarında gizli ha¬yışanma duygusu da, bunun o ünlü dinsel hoşgörü, kültürel çoğulculukla hiç ilgisi olmadığı da açıktır.

 

Bütün bunlara rağmen Davies’in Araplara sıcak bakışına karşılık Türk¬lere mesafeli duruşunun sanırız bir tek açıklaması vardır.

 

Araplar, bir süre sonra Avrupa’dan çekilip geldikleri yere dönmüşler ve hiçbir zaman Avrupalılık iddiasında bulunmamışlardır. Oysa Türkler, coğ¬rafi olarak bir ayakları ile hâlâ Avrupa’da, hem de onun en stratejik nokta¬sında durdukları gibi, bir de Avrupa Birliği diye tutturmuşlardır. Viyana ka¬pılarından ancak 240 yılda Edirne’ye kadar uzaklaştırabildikleri Türkler şimdi bir başka türlü yine kapıyı çalmaktadır. İstanbul’un Müslüman Türk¬ler tarafından fethi ve hâlâ onların elinde olması da, Kurtuluş Savaşı da hâ¬lâ hazmedilmiş değildir. Çünkü, özünde tam olarak Batılı yahut Avrupalı sayılmasa da Bizans ve İstanbul, onlara göre Hıristiyan kalmalıydı.

 

Ama, Davies’in Müslüman Araplara karşı hayranlığına bakınca, "acaba Türkler Hıristiyan olsaydılar İstanbul’un sahibi olmaları hoş görülür müy¬dü" sorusuna olumlu bir karşılık vermek de mümkün görünmemektedir. Çünkü satır aralarında, sanki Arapların tercih edileceği izlenimi vardır.

 

Özetle, Avrupa’nın uygarlığın yaratıcısı ve sahibi olduğu iddiası mate¬matiksel olarak olanaksız, gerçek dışı, bencil, haksızdır. Sadece teknoloji olarak alsak bile, uygarlık tüm insanlığın malıdır. Hindistan’ın, Çin’in, Ja¬ponya’nın, Afrika halklarının, Azteklerin, Mayaların, İnkaların, Asurların, Sümerlerin, Babillilerin, Hammurabi’nin, Kızılderililerin, İbni Sinaların, barutu icat eden Çinlinin, Gemici Fenikelilerin, hatta ateşi, tekerleği keşfe¬den ilkel insancıkların da uygarlığa, insanlığa büyük katkıları vardır.

 

Avrupa’nınsa, kendi Hıristiyanlığına da, Arap ve Türk İslamiyet’ine de, genel olarak İslamiyet’e de, hatta Yahudiliğe de belli bir bakış açısı vardır. Bu bakışın hiç de dostça, demokratça, evrensel insan haklarına uygun oldu¬ğu söylenemez.

Katar, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt demokrat ülkeler mi¬dir? Pakistan’da hem bir askeri yönetim hem de nükleer güç yok mu? Dün de, bugün de monarşik ve demokrasi ile ilgisi olmayan bir krallık olan Su¬udi Arabistan niye bugün kara listede? Güney Kore’de de, kuzey Kore’de de Avrupa tarzı demokrasi yok; ama Amerika neden Güneye hayran da Ku¬zeyden nefret ediyor? Saddam Halepçe’de hardal gazı ile 5 bin Kürt’ü öl¬dürdüğü zaman demokrat mıydı da Batının çıtı çıkmadı? Amerika’nın has adamı fiah döneminde İran demokrat mıydı? fiah demokrat olmadığı için, Humeyni demokrasi sözü verdiği için mi Batı başlangıçta Humeyni’yi des¬tekledi? Amerika bunun için mi fiah’tan desteğini çekip devrilmesine göz yumdu, hatta zemin hazırladı?

 

Avrupa, kendisi dışındakilerin söz konusu değerlere sahip olmasını iste¬yecek kadar aptal değildir. Ama ister görünecek kadar da kötü niyetle kur¬nazdır. Çünkü Batı, Irak benzeri ülkelerde gerçekten uygar yönetimler de¬ğil, kendi çıkarlarına hayır demeyecek yönetimler ister.

 

Demokrasi, insan hakları, dinsel hoş görü, vb. evrensel, Avrupa’nın te¬kelinde olmayan değerlerdir. Onlar da bu noktaya kolayca, bedel ödemeden ulaşmamıştır. Bu değerleri önemseyen toplumların da, bedelini ödeyerek, kendi iç dinamikleriyle geliştirmekten başka çaresi yoktur. Çünkü kimse kimseyi, halk deyimi ile babasının hayrına uygarlaştırmaz, dökme suyla kuyu dolmaz, elden gelenle karın doymaz, o da vaktinde gelmez...

 

Batının bile ilk tökezlemede (11 Eylül) babası belirsiz çocuk gibi cami avlusuna bırakmakta tereddüt etmediği bu değerlere, yine onların itip kak-masıyla, AB’ne üye oluvererek, on beş günde on beş yasa çıkarıvererek sa¬hip olunmaz.

Bizi aralarında görmeyi asla istemedikleri açık!.. Ama bizim bir takım üstün değerlere kendi çabamızla sahip olmamızı da engelleyemezler.

 

   
   

Kaynaklar

 Ali Tartanoglu, Batı Gerçekleri: Batı Analizi: Antik Yunanistan'dan, Modern Batı'ya: Batının Uygarlığı, Bizim Avrupalılığımız

DAVIES, Norman, Europe, A History, Oxford Ünv. Yay., Londra, 1995.

SCHUMPETER, A. Joseph, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, 2 cilt, çev: AKO⁄LU Tunay, TINAZ Rasin, Varlık Yayınevi, Nisan 1974Ağustos 1977. (Schumpeter, A. Joseph, Capitalism, Socialism and Democracy, Üçüncü Baskı, Harper Torchbooks, New York 1950.)

Mülkiye • Cilt: XXVI • Sayı: 237

   
   
   
   
   
 
 

 
   
   
   

 

 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

Uygarlık ] Hayranlık! ] Milliyetçilik ] Yunanistan ] Roma ] Hırıstiyanlık ] Kapitalizm ] Araplar ] Türkler ] [ Sonuç ]