Türkiye ve Dünya Gerçekleri

TransAnatolie Welcomes You  to Turkey

 

Hırıstiyanlık


 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

 

 

Uygarlık ] Hayranlık! ] Milliyetçilik ] Yunanistan ] Roma ] [ Hırıstiyanlık ] Kapitalizm ] Araplar ] Türkler ] Sonuç ]

 

 

Up

Hırıstiyanlık

   
   
   
   

Avrupa veya Batı uygarlığının temel taşlarından biri olduğu ileri sürülen Hıristiyanlık, kökeni itibariyle bir Avrupa dini değildir. Musevilik ve İsla¬miyet gibi o da Orta Doğudan gelmiş, Avrupa, yüzyıllar boyunca Hıristi¬yanlığın esas yoğunluk merkezi olmamıştır.

 

Yahudi gezgin vaiz Nasıralı İsa, Avgustus döneminin ortalarında Roma’nın Filistin eyaletinde doğmuş, çarmıha gerilerek idam edilmiştir. İddi¬aya göre, Yahudi Halk Meclisi hiç suçu olmadığı halde İsa’nın öldürülmesi¬ni talep etmiş, Vali Pontius Pilatus da bu talebi kabul etmiştir.

 

İsa’nın yaşamı konusunda çok az şey bilinmektedir. Kendisinden söz eden hiçbir tarihi belge yoktur, Roma yazılı kaynaklarında onun izine rast¬lanmaz.

 

Öğrencilerine bilmece gibi direktişer dışında, arkasında ne örgüt, ne kilise veya rahipler, ne siyasi vasiyetname, hatta ne İncil bırakmıştır. Görüşleri, sadece pek çok teşbihli anlatısından, çeşitli olaylar hakkında söylediklerinden, havarilerle konuşmalarından ve bir avuç önemli beyanından bilinmektedir. Yahudi belgelerindeki kurtarıcı Mesih olduğu iddia edilmiştir.

 

Hıristiyanlığın, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olacağı da hiç tahmin edilmemiştir. Sonraki dönemlerin mümin kuşakları için Hıristiyanlığın zaferi sadece Tanrının arzusudur; ciddi biçimde sorgulanmaz ve tahlil edil¬mez. Ama ilk yüzyıllardaki birçok Romalı için herhalde tam bir bilmecedir. İsa uzun süre gösterişsiz bir yerel fenomen olarak kabul edilmiştir. Hayranları, evrensel kabul görecek bir din bulmaya hiç de hevesli olmamıştır. Kölelerin ve balıkçıların inancı olan Hıristiyanlık, sınıf veya bölge çıkarları açısından bir avantaj sağlamamaktadır. İncil’ler, başlangıçta bütün dünyevi hırslardan arınmış görünmektedir. Hatta sayıları arttığı ve imparatorluk kültüne katılmayı reddettikleri için baskı gördükleri sırada bile Hıristiyanlar büyük bir genel tehdit olarak görülmemişlerdir (Davies, 1995: 192).

 

Hıristiyanlığın yayılmasında kilit isim, St. Paul olarak tanınan Tarsuslu Paul’dür (ölümü, yaklaşık 65). Yahudi olarak doğmuş, İsa’nın müritlerine yönelik ilk Yahudi zulmünü yapanlar arasında yer almış, 35 yılında Ku¬düs’te ilk Hıristiyan şehit Stephen’ın taşlanmasında bulunmuştur. Ama son¬ra, fiam’a giderken birden hidayete ererek vaftiz olmuş ve Hıristiyanlığın en enerjik misyonerlerinden biri haline gelmiş, onun bu amaçla yaptığı üç seya¬hat Hıristiyanlığın gelişmesinde tek başına en önemli itici güç olmuştur.

 

Hıristiyanlığın Yahudi kökenleri, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki amansız kinin de kaynağı olmuştur. Yahudilere göre İsa yanlış Mesih’tir, gasp eden, zorla el koyandır, dönektir; Hıristiyanlar, kutsal yazılı belgeleri kaçıran ve Yahudilerle Yahudi olmayanları birbirinden ayırarak kutsal tabu¬ları yıkan tehlikeli bir rakip, bir tehdit ve bir tehlikedir. Hıristiyanlar için de Yahudiler bir tehlike ve tehdittir. Her şeye rağmen İsa’nın kutsallığını red ve elleriyle onu ölüme teslim emişlerdir. Halka göre de, Kilisenin resmi görüşüne göre de Yahudiler "İsa katili"dirler. Hıristiyanlar ve Museviler için dünyada en zor şey, kendilerini aynı geleneği paylaşanlar olarak görmektir (Davies, 1995: 195, 197, 199).

 

İlk Hıristiyanlara yönelik baskı ve zulüm konusunda çelişkili bilgiler vardır. Neron, 64 yılında Roma’da meydana gelen büyük yangından Hıristiyanları sorumlu tutmuş, İmparator Domitian, boyun eğmeyen Hıristiyanları "ateizm" suçlamasıyla idam ettirmiştir. Marcus Aurelius'un 177 yılında onayladığı şiddetli baskı, 250 yılında İmparator Decius, bütün Hıristiyan te¬baasının devlet tanrılarına kurban edilmesini emredince uygulanmıştır. 303 yılında İmparator Diocletian, bütün Hıristiyan kiliselerinin ve bütün İncille-rin yakılmasını emretmiş, bu Büyük Zulüm on üç yıl sürmüş; kısaca Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığa teslim olması, şehitlerin kanıyla sulanmıştır (Davies, 1995: 203).

 

Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar, ancak İstanbul ve Çanakkale Boğazları aracılığıyla deniz yollarından yararlanılabilecek bir başkent ihtiyacı dolayısıyla İmparatorluğun merkezini M.S. 330 yılında Roma’dan İstanbul Boğa-zı’nın Avrupa yakasına naklederek o günkü adı Bizans olan eyalette kendi adını verdiği bir kent kuran İmparator Constantin’in Hıristiyanlığı kabulü sayesinde rahata ermiştir.

 

Bir de, Hırısitiyan olan "uygar Batı"nın düşünce özgürlüğü siciline bakmakta yarar var.

 

Kilise, yazılı sözcüğün uygun ve edepli olup olmadığını belirleme hak¬kını her zaman korumuş, beşinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar tek tek yazarlara her türlü yasağı uygulamıştır. Matbaanın ortaya çıkmasıyla bir ileri adım atılır. Papa VIII. Innocent (1484-1492) bütün yayınlar için bir piskopostan izin alınması kuralını getirmiş ya da iyice sertleştirmiştir.

 

Ama laik veya dinsel, Protestan, Katolik veya Ortodoks, modern Avru-pa’daki her otorite, Vatikan’ın yayınları kontrol etmek arzusunu paylaşmıştır. Papalık İndeksi’ni eleştirmek adına şamata çıkaranların çoğu, bizzat kitabı yasaklamakta bir çelişki görmemişlerdir. Vatikan dışındaki makamlarca yasaklanan Avrupa edebiyatı klasiklerinin yer ve zamanına bak¬mak bile tek başına yeterlidir: Homer M.S.35’te Roma İmparatorluğu’nda, Dante 1497’de Şoransa’da, Erasmus 1555’te İskoçya’da, Milton 1660’ta İngiltere’de, Locke’un İnsan Anlayışı Üzerine Deneme’si 1701’de Oxford Üniversitesi’nde, Goethe’nin Werther’in Acıları 1776’da Danimarka’da, Shakespeare’in Kral Lear’ı 1788-1820 arasında Büyük Britanya’da,  Tolstoy’un Anna Karenina ve başka bazı eserleri 1880’de Rusya’da, Lawrence’in Lady Chatterley’in Sevgilisi 1928-60 arasında Büyük Bri¬tanya’da yasaktır.

 

1966’da Vatikan İnanç Doktrini Meclisi yayın yasaklamanın askıya alın¬dığını ilan ettiği sırada İndekste 4.000 yasak kitap vardı (Davies, 1995: 260).

 

Görüldüğü üzere, Avrupa bütün bunlara rağmen kendini beğenmiştir, kendine hayrandır. O kadar ki, "Ancak Hıristiyanlık bir Voltaire, bir Ni-etzsche yaratabilirdi" diyen Eliot, başka ulusların, bölgelerin de Voltaireler, Nietzscheler yetiştirdiğini aklına bile getirmediği için, Avrupalı Hıristiyan Voltaire, Nietzche ve benzerlerinin, başka Voltaire ve Nietzschelerden ne¬den daha üstün olduğunu açıklamaya da gerek duymamıştır.

 

Ayrıca, Batının yahut Avrupa’nın kendisi bile Hıristiyanlık öncesinde de nice Voltaireler, Neitzcheler yaratmıştır. Üstelik, ne Hıristiyanlık öncesinin ne sonrasının bu büyük isimlerinin ortaya çıktığı dönemler, bu insanların ortaya çıkması dışında Avrupa’nın yahut Batının yüz akı dönemler değil¬dir. Hatta tersine, bu büyük insanlar karanlık, zorlu dönemlerin insanlarıdır da, baskının ve karanlığın tamamen ortadan kalktığı son elli yılda Avrupa veya Batı da artık Voltaireler, Hugolar, Shakespeareler, Danteler, Cervan-tesler, Goetheler yetiştirememektedir. Oysa Hıristiyanlık yine aynı Hıristiyanlıktır.

 

Kaldı ki, bir Çiçero’yu, bir Virgilyus’u, bir Homer’i, yahut bir Nazım Hikmet’i, bir Ömer Hayyam’ı, bir Tagor’u, bir Abu Nuvas’ı yetiştiren de Hıristiyanlık değildir.

 

Öte yandan, Avrupamerkezcilik, Avrupa içinde de çok ciddi bir tartışma konusudur; üstelik bu tartışma hâlâ devam etmektedir. Avrupamerkezcili-ğin, pek çok saygıdeğer karşıtı bulunsa da, şu ana kadar bu tartışmada han¬gi tarafın ağır bastığı sorusuna, «Avrupamerkezcilik karşıtları» cevabını vermek pek kolay görünmüyor. Davies’in aşağıdaki satırları, bu anlamda bir hayışanma, hatta bir özeleştiridir:

 

"...Avrupa tarih yazıcılığı, Avrupalı yazarların kendi uygarlıklarını üs¬tün ve egemen kabul eden, Avrupalı olmayan görüş açılarını dikkate alma¬yan geleneksel eğilimlerini yansıtır. ... Avrupa tarihçileri kendi konularına genellikle, Narsisus’un sadece kendi güzelliğinin bir yansımasını aramak için havuza baktığı gibi yaklaşmışlar; Avrupa uygarlığının Tanrının arzusu olduğunu iddia eden Guizot’nun, günümüzde birçok taklitçisi türemiştir. Guizot ve pek çok benzerine göre Avrupa vaat edilmiş toprak, Avrupalılar seçilmiş halktır!

 

Birçok tarihçi, Avrupa örneğinin tüm başka halklar için özleyecekleri bir model oluşturduğunu açıkça savunmuşlar, son döneme kadar Avrupa kültürünün komşu Afrika, Hint veya İslam kültürleri ile karşılıklı etkileşimi¬ne pek az eğilmişlerdir (Davies, 1995: 16).

 

Oxford Üniversitesi Yayınevinin son olarak yayınladığı tek ciltlik Avrupa tarihi kitabındaki önsöz benzer bir tercih duygusuyla başlar: «Değişik dö¬nemlerde birçok büyük uygarlık var olmuş ise de; en derin ve en geniş etki¬yi yaratan ve şimdi de (Atlantik’in her iki yakasında) dünyanın bütün in¬sanları için örnek oluşturan, Avrupa uygarlığıdır.»

 

Bu düşünce çizgisi ve sunuş biçimi, özellikle Avrupalı olmayanlar açısından çekiciliğini sürekli yitirmektedir." (Davies, 1995: 17).

 

Sadece "zengin Batı" olgusuna dayalı bir Avrupa dar görüşlülüğüne karşı çıkanlar arasında, İngiltere’de Slav ve Doğu Avrupa Araştırmaları Fakültesi Rusya Tarihi Profesörü HughSeton Watson’un (1916-1984) görüşle¬ri ilginçtir:

 

"Avrupa kültür topluluğu, Almanya ve İtalya’nın ötesinde yaşayan ulus¬ları da kapsar. ... onların bugün bir bütünsel Avrupa ekonomik veya siyasi birliğine ait olamayacakları iddiası doğru olsa bile, bu, bazı gerçekleri de¬ğiştirmez. ... Dünyanın hiç bir yerinde, Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Sovyetler Birliği arasında uzanan ülkelerdeki kadar geniş gerçeklikte ve önemde bir Avrupa kültürel topluluğu inancı yoktur. (...) Bu insanlar için Avrupa düşüncesi, her birinin ait olduğu spesifik kültür veya alt kültürün dahil olduğu bir kültürler topluluğu düşüncesidir. Hiç birisi Avrupasız yaşayamaz; Avrupa da onlarsız. (...) Avrupa ve Hıristiyanlık dünyası ulusları¬nın kaynaşması, en parlak yanıltmacanın bile yok edemediği bir Tarih ger¬çeğidir. Ama Avrupa kültürü içinde Hıristiyan olmayan unsurların bu-lun-duğu da bir gerçektir: Roma, Helen, tartışmalı da olsa Pers ve (modern çağlarda) Yahudi unsurlar... Bir Müslüman unsurun da bulunmadığını söy¬lemek daha da zordur. (...) Avrupa kültürü, kapitalizmin veya sosyalizmin bir aracı değildir; Avrupa Ekonomik Topluluğu Örokratlarının (Eurocrats) veya herhangi bir başkasının tekelci serveti de değildir. Ona sadakat borçlu olmak, öteki kültürler üzerinde üstünlük iddia etmek anlamına gelmez. Av¬rupa kültürünün birliği, sadece farklı atalarımızın 3000 yıllık emeklerinin nihai ürünüdür." (Davies, 1995: 1415).

 

Batının üstünlüğünü bir "dogma" olarak niteleyen Davies, Avrupa’nın kendi içindeki bazı bölgelere sadece mekan bakımından değil zaman bakı-mından da çifte standart uygulandığını şöyle anlatır:

 

“... Bizans’ın, fiarlman imparatorluğundan çok daha ileri olduğu ilk çağlarda batı üstünlüğü terimi kullanılmaz; ki bu, Bizans’ın neden sık sık atlandığının da açıklamasıdır. Batının açıkça Doğudan daha zengin ve güç¬lü olduğu yakın zamanlarda ... ise kullanılır. Ama ..., Batının yirminci yüz¬yıldaki suçlu tavrı, bütün eski iddiaların moral temelini yıkmıştır.” (Davies, 1995: 28).

 

Yani, Avrupa için Bizans bile Avrupa veya Batı değildir.

 

Davies, bu temelsiz, kerameti kendinden menkul üstünlük saplantısına şöyle karşı çıkar:

 

"Yoksul veya azgelişmiş veya tiranlarca yönetildi diye, Doğu Avrupa da¬ha az Avrupa değildir. Tersine, yoksunlukları sayesinde birçok açıdan daha Avrupalı olmuştur; pek çok Batılının terk edebildiği değerlere daha bağlıdır.

 

... Bazılarının, Homeros ve Aristo etkisiyle Batılı olduğunu düşündüğü Yunanistan, Avrupa Topluluğu’na kabul edilmiştir; oysa Yunanistan’ın mo¬dern dönemlerdeki oluşumunu sağlayan deneyimler, Osmanlı yönetimi al¬tındaki Ortodoks dünyası içinde yaşanmıştır. Yunanistan Batı Avrupa dene¬yimlerine, Demir Perde’nin yanlış tarafında olduklarını düşünen birçok ül¬keden daha uzaktırlar.

 

Neredeyse bütün «Batı uygarlığı» tanımlamaları ... hoş ve etkileyici ola¬rak kabul edilebilecek her şeyi alıp, sıradan veya iğrenç görünebilecek her şeyi dışlarlar. Olumlu her şeyi «Batı»ya atfedip, «Doğu»ya çamur atmak yeterince kötüdür; ama dürüst bir Batı tanımı da veremez. Bazı metinlere inanacak olursanız, «Batı»daki herkesin bir melek, bir filozof, bir öncü, bir demokrat olduğu, Batının Platonlarla, Mari Cürie’lerle dolu olduğu gibi bambaşka bir izlenime kapılırsınız. Bu tür evliyalara tapınma edebiyatının artık bir değeri yoktur. Avrupa Kültürünün resmileşmiş kanunlarının, şid¬detle revizyona ihtiyacı vardır. Batı uygarlığı hakkındaki abartmalı, bayat söylem, lehinde söylenecek çok şeyi olan Avrupa mirası için bir itibarsızlaş-ma tehdididir." (Davies, 1995: 28, 29).

 

Peki, nedir Avrupalılığa, Batıya bu sözde üstünlüğü kazandıran unsurlar?

 

Norman Davies, "yirminci yüzyılın sonlarından itibaren" kaydıyla, dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik yönetim, hukuk devleti, bilimsel gelenek, toplumsal modernizasyon, kültürel çoğulculuk, serbest piyasa ekonomisi, ve yüksek Hıristiyanlık erdemleri sayılan iyilikseverlik, bireye say-gı gibi değerlere atıfta bulunulduğunu belirttikten sonra, "Bütün bunların, Avrupa’nın geçmişini gerçekten temsil edip etmedikleri ise tartışmalıdır. Dinsel zulümle başlayıp, insan yaşamına yönelik totaliter aşağılama ile biten bir liste oluşturmak da çok zor değildir. ... Eğer egemen görüş Avru¬pa’nın üstünlüğünün, kesinlikle Batıdan kaynaklandığı iddiasında ise, Doğu’da da karşıiddia kıtlığı yoktur. Ortodoks kilisesi, Rus imparatorluğu, Panislav hareketi ve Sovyetler Birliği de kendi gerçeklerini ve geleceklerini savunan kuramlar üreterek üstün Avrupa’ya karşı çıkmışlar; sürekli olarak, Batı zengin ve güçlü olabilir ama Doğuda da ahlaki ve ideolojik kokuşmuş-luk yoktur, tezini işlemişlerdir" demektedir (Davies, 1995: 26).

   
   
   
   
 
 

 
   
   
   

 

 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

Uygarlık ] Hayranlık! ] Milliyetçilik ] Yunanistan ] Roma ] [ Hırıstiyanlık ] Kapitalizm ] Araplar ] Türkler ] Sonuç ]