| 
		
		
		
		
		
		 
		Davies bir tarihçidir. Bu nedenle 
		konunun, daha ziyade tarihi perspektiften kültürel, sosyal boyutuna 
		ağırlık vermesi doğaldır. Ama işin bir başka boyutu daha var. Kapitalizm!.. 
		
		  
		
		Aslında Marx ve 
		Engels’in Alman olmasından hareketle, teorik düzeyde sosyalist 
		düşüncenin ortaya atıldığı yerin de Avrupa olduğu doğrudur. Ama sadece "teorik 
		düzeyde ortaya atıldığı yer..." 
		
		  
		
		Komünist ve 
		sosyalist partilerin çeşitli Avrupa ülkelerinde uzunca süre iktidar 
		olduğu da doğrudur, ama bir Sovyetler Birliği deneyiminin Avru¬pa’da 
		yaşandığını söylemek mümkün değildir. Avrupa’da sosyalizm, İtalya’da 
		Berlinguer, İbspanya’da Carillo, Fransa’da Marchais liderliğinde 
		Ko¬münist Partilerin tek parti iktidarı olduğu dönemlerde bile asla 
		Sovyetler Birliğine benzemediği gibi ona sıcak bakması dahi pek söz 
		konusu olma¬mış, asla kolhozlar, komsomollar vb. kurulmamıştır. 
		Avrupalılar, Amerikalılar gibi soldan, hele sosyalizmden, komünizmden 
		korkup nefret etmemişler, tersine çok sevmişler hatta inanmışlardır, 
		ama o kadar; son sözü söyleyen yine daima "sermaye" olmuş ve sosyalizm 
		Avrupa’da daha çok kültürel ve siyasi yanı ağır basan, daha şık, daha 
		derli toplu bir sosyal demokrasi kimliğinde görünmüş, görünmesi tercih 
		edilmiştir. 
		
		  
		
		Dolayısıyla Avrupa, hasbel kader Marx 
		ve Engels’in doğum yerlerinden dolayı, sosyalizmin de ancak doğum 
		yeridir; yaratıldığı ve yaşatıldığı yer değil. Sosyalizm Almanya’da 
		doğmuş, belki Avrupa’da gelişmiş, ama haya¬ta geçmesi Rusya’ya nasip 
		olmuştur. 
		
		  
		
		Buna karşılık, kapitalizm için aynı 
		şeyi söyleyemeyiz. Kuşkusuz bu tür sistemlerin "doğdukları" yerde 
		yaşamaları şart değildir; dünyanın çok uzak bir köşesinde de "doyabilir"ler. 
		Veya her ikisi de aynı anda söz konusu ola¬bilir. Köklerinden kopmadan 
		başka coğrafyalara da yayılabilirler. 
		
		  
		
		Kapitalizm ve Avrupa için bunların 
		hepsi geçerlidir. Bir kere somut ola¬rak "nüfus kağıdı" itibariyle 
		Avrupalıdır. Teorisi açısından anası da, babası da yedi kuşak Avrupa 
		doğumludur. Adam Smith, David Ricardo, John Maynard Keynes, Thomas 
		Robert Malthus, John Stuart Mills... İlkel uygulaması, zanaat ve 
		ticaret kapitalizmi şeklinde bu isimlerden de önce başlamıştır. Ama 
		kapitalizmin yaşadığı, büyüdüğü, geliştiği, kök saldığı, bu anlamda 
		biyolojik ve insani doğumun ötesinde, ilahi terimle neredeyse "yaratıldığı" 
		yer, sonra tüm dünyaya hükmettiği karargahı da Avrupa’dır. Ame¬rika’nın 
		şu andaki konumu, bu gerçeği değiştirmez. Amerika coğrafi olarak 
		Avrupa’ya uzak olabilir, ama özünde felsefesiyle, düşüncesiyle, 
		yaşamıyla Avrupa’dır, Avrupa’nın uzantısıdır; tek fark, bilinen yorumla 
		olsa olsa "Amerikalının, Avrupa’nın köylüsü" olmasından ibarettir. Aile 
		büyümüştür, toprak, arazi paylaşımı yüzünden bazen sorun çıkmakta, ama 
		güçlü olan diğerlerinin payını da gözettiği ölçüde fazla sorun da 
		çıkmamaktadır. Hiç değilse aile içi tarla kavgası diyebileceğimiz son 
		iki dünya savaşından ders almış görünmektedirler. 
		
		  
		
		Kısaca kapitalizm ile Avrupa’nın iç 
		içeliği bir veridir. 
		
		  
		
		Norman Davies, Batı uygarlığını 
		oluşturan temel unsurları sayarken Hı-ristiyanlık, Yunanistan, Roma ve 
		Yahudilikten söz etmiştir. Hatta bizatihi uygarlık, Hıristiyanlık, 
		Yahudilik, Yunanistan ve Roma’dan ibarettir bir çok Avrupalıya göre. 
		
		  
		
		Bu, eksik bir yaklaşımdır. Batıyı, 
		Avrupa’yı ve onun uygarlığını "kapita¬lizm" olmadan düşünmek, arısız 
		bal, yumurtasız omlet, unsuz helva düşün¬mekten daha anlamlı değildir. 
		Hiç olumsuz yanları, vahşetleri, soysuzlukları olmasa, tamamen 
		güzellikten, soyluluktan, yiğitlikten oluşsalar bile Hıristiyanlık, 
		Yahudilik, Yunanistan ve Roma unsurları, kapitalizm olmadan, ancak bugün 
		beğenmedikleri, küçümsedikleri uygarlıkların durumunda olurdu. 
		
		  
		
		Emperyalizm, kapitalizmden daha 
		kıdemli bir kavram ve uygulamadır. Roma da, Osmanlı da emperyalistti, 
		ama kapitalist değildiler. Roma’da, Yu¬nanistan’da da, Yahudilikte de, 
		Hıristiyanlıkta da çıkarları doğrultusunda hakimiyet kurmak için şiddet, 
		kan, zorbalık vardır ama "kapitalist emperyalizm" diye ayrı bir kavram 
		da vardır; çünkü demek kapitalist olmayan emperyalizm de vardır. 
		Emperyalizm, elbette başkalarına ait değerlere el konulması demektir. 
		Gasp, hırsızlık, talan da aynı şeyi yapar. Geçmişin emperyal güçlerinin 
		hepsinde, Roma’da da, Osmanlı’da da bu vardır. Ama bu, bir sınıf adına, 
		başka yatırımlar için sermaye yaratmak için değil, bir ulus, hatta o 
		ulusun başındaki hanedan veya tek monark için yapılır. 
		
		  
		
		Müslümanlığın Araplar ve Türkler dahil 
		Müslüman ulusları, paganlığın Aztekleri veya Roma’yı bir uygarlığın ana 
		rahmi yapmadığı yerde, Hıristiyanlığın Avrupa’yı "Batı uygarlığı"na 
		dönüştürmesi mümkün değildir. Avrupa’yı "Batı uygarlığı" yapan, 
		Müslümanlarda veya paganlarda olmayan kapitalizmdir. Yoksa Müslüman 
		Arapların uygarlık düzeyini bizzat Davies, büyük bir hayranlıkla aşağıda 
		anlatacaktır. Türklerin, Hintlerin, Çinlilerin, Japonya’nın, Azteklerin, 
		Mayaların, Sümerlerin, Hititlerin de hiç yabana atılmayacak gelişmeleri, 
		hem de yine genellikle emperyalist yöntemlerle kaydettiklerini 
		biliyoruz. 
		
		  
		
		Bizim gözlemlerimize göre konunun 
		kapitalizm boyutunu, en iyi, ünlü iktisatçı düşünür Joseph Schumpeter 
		yansıtmaktadır. "Uygarlığın temeli Avrupa’dır" diyen Avrupa merkezciler 
		gibi, Schumpeter de uygarlığın bütün unsurlarının kapitalizmden 
		kaynaklandığını savunur. Kapitalizmin Avrupa ile özdeşliğini, değilse 
		bile iç içeliğini yukarıda açıklamaya çalıştık. Yani kapitalizm ya da 
		Avrupa’yı uygarlığın temeli saymak arasında esas olarak hemen hiçbir 
		fark yoktur; Schumpeter’in yorumu bunun kanıtıdır. 
		
		  
		
		(Joseph Schumpeter 1883 yılında 
		Avusturya’da doğmuş, genç yaşlarında ekonomi tarihinde "Viyana ekolü" 
		diye adlandırılan Avusturya ekonomi ekolünü kurmuş, Viyana 
		üniversitesinde iktisat profe¬sörlüğü, 1919-20 yıllarında Avusturya 
		Maliye Bakanlığı yapmış; daha sonra Bonn üniver¬sitesine geçmiş, 1932’de 
		ABD’ne göç etmiş, öldüğü 1950’ye kadar da Harvard üniversitesinde 
		hocalık yapmış, o dönemde Quarterly Journal of Economics dergisi 
		tarafından "gelmiş geçmiş en büyük iktisatçılardan biri" olarak 
		nitelenmiş iktisatçı ve düşünür)   
		
		  
		
		İlk kez 1942’de yayınlanan ve 
		Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı eserinde, bir yandan mümin bir 
		yandaşı olarak kapitalizmin, hem de başarıları yüzünden er geç 
		yıkılacağını ve yerini sosyalizmin alacağını iddia eder ve kanıtlamaya 
		çalışırken, öte yandan da "kapitalist uygarlık"ı, her şeyden önce 
		inanca, dine bağlı mistik düşünme biçiminin yerine rasyonel düşünmeyi 
		koyduğu için alkışladıktan sonra şöyle anlatmaktadır: 
		
		  
		
		"... her çeşit mantık, ekonomik karar 
		şemasından doğar; ekonomik şe¬ma, mantığın kalıbıdır. (...) Pratik 
		faydalar sağlayan mekanik uygulamalar zanaatkarlar tarafından bulunmakta 
		ve modern fiziğin temelini oluşturmaktaydı. Galile’nin inatçı kişiliği, 
		yükselen kapitalist sınıfın kişilikçi niteliğiyle yakından ilgilidir. 
		(...) Vinci, Alberti, Cellini vb.nin kişiliğinde ölümsüzleşen sanatçı 
		tipi, aynı zamanda bir mühendis ve müteşebbistir. Albert Dü-rer, 
		istihkam planlarıyla bile uğraşmıştır. İtalyan üniversitelerinin 
		skolastik profesörleri bu insanları ... lanetlerken, ... onların 
		rasyonalist bir kişilikçiliği ve yükselen kapitalizmin mantığını 
		yansıttığını sezmekteydiler. ... yükselen kapitalizm, bazı sorular 
		sorduran ve bunlara bir şekilde cevaplar verd¬ren modern bilimsel 
		düşünüş tarzını ortaya atmakla kalmamış, aynı zamanda yaratıcıları ve 
		yaratma araçlarını da bulmuştur. ... kapitalizm, güçlü ruhları ve güçlü 
		iradeleri kendisine çekmiştir.  
		
		  
		
		... Yalnızca makinelerle ça¬lışan 
		modern fabrika ve bunun üretimi, modern teknik ve ekonomik organizasyon 
		değil, aynı zamanda modern uygarlığın bütün özellikleri ve nitelikleri, 
		kapitalist mekanizmadan çıkmıştır. ... Uçakların, buzdolaplarının, 
		televizyonun, vb.nin kâr ekonomisinin (kapitalizmin, A.T.) meyveleri 
		olduğu derhal göze çarpmaktadır. ... bir hastane, mutlaka kapitalizmin 
		ortaya çıkardığı bir gelişme olmasa bile, yapılmasında kullanılan 
		yaratıcı kudret, maddi araçlar, kullanılan işletme yöntemleri 
		kapitalizmin eseridir. .. frengi, verem ve kansere karşı kazanılan veya 
		kazanılması yakın olan başarılar da, petrol boruları veya Bessemer 
		çeliği gibi kapitalizmin başarısı olacaktır. Tıp alanında, uygulanan 
		metotların ötesinde, kapitalist bir meslek bulunmaktadır. Çünkü tıp, iş 
		yapma ve kâr elde etme amacıyla çalışmakta, endüstriyel ve ticari 
		burjuvaziyi temsil etmektedir. ... Kapitalist sanatı ve ya¬şam tarzını, 
		örneğin resmi ele alalım: Giotto, Masaccio, Vinci, Michel Angelo, Greco 
		sırasını izlersek yukarıdaki tezin doğruluğu bir kez daha ortaya çıkar. 
		Vinci’nin deneyleri, kapitalizmin mantığını adeta elle tutma imkanı 
		sağlar. ... Kapitalist roman daha da iyi örnekler sağlayabilir. ... 
		kapitalist yaşam biçimi, giydiğimiz ceketin biçiminde bile bellidir. 
		
		  
		
		... Aşırı düşüncelere sahip olanlar, 
		dayanılmaz acılar çeken, karanlıklar içinde ümitsizlikle zincirlerini 
		sallayan kitlelerden söz edebilir; ancak gerçekten ciddi olursak, 
		tarihin hiçbir döneminde herkes için modern kapita¬list toplumda olduğu 
		kadar özgürlüğün var olmadığını kabul etmek zorunluluğunu hissederiz. 
		Köy toplulukları dışında, eski ya da yeni, kapitalizm dışında bilinen 
		gelişmiş bir demokrasi hiç yoktur. ... Kapitalist meka¬nizma, insan davranışını rasyonel hale getirir. Zihinlerden fizikötesi inançları, her 
		türlü romantik ve mistik düşünceyi, kavramı siler. Böylece yalnızca 
		amaçlarımıza erişebilmek için gerekli yöntemleri değil, bu amaçları da 
		yeniden düzenler. Kalıtsal görev duygumuz da, geleneksel temelinden 
		koparak insanlığın daha da gelişmesini sağlayacak düşünceler üzerinde 
		yoğunlaşır, Allah korkusundan daha etkili bir itici güç kazanır. ... 
		kapitalist uygarlık, akılcı ve kahramanlık hayranı olmayan bir 
		hayranlıktır ve bu iki nitelik birbirine paraleldir. Ticari ve 
		endüstriyel başarı, ... aslında kahramanlık gerektirmez. ... Endüstriyel 
		ve ticari burjuvazi esasen barışçıdır; özel yaşamın moral ilkelerinin 
		uluslararası ilişkilere de uygulanmasını arzular. ... Barışseverlik ve 
		uluslararası etik, modern kapitalizmin ürünleridir. ... Gerçekten de, 
		bir millet barışçı olduğu ve bir savaşın giderlerini karşılamaya hazır 
		olduğu ölçüde kapitalisttir. ... Marx’ın, kapitalizmin son aşamasının 
		emperyalizm olduğu teorisi doğru çıkmamıştır. ... kaynakların artışı, 
		kitlelerin boş zamanlarının artması, yaşam düzeylerinin yükselmesi, 
		kitap ve gazete fiyatlarının düşmesi, yüksek tirajlı yayın kuruluşları, 
		rad¬yo... Kapitalist uygarlığın en önemli aşamalarından biri, öğretim 
		kapasitesinin gelişmesi ve özellikle yüksek öğrenimdeki kolaylıklardır. 
		" (s. 190, 201, 231). 
		
		  
		
		Görüldüğü üzere, Montesquieu’nün, 
		Voltaire’in, Renan’ın, Eliot’un felsefeci edebiyatçı, sanatçı gözü ve 
		diliyle söylediklerini, Schumpeter iktisatçı gözü ve diliyle 
		tekrarlamaktadır adeta. Söylediklerinde, teknik açıdan, biçimsel olarak 
		doğru yanlar var ise de, aslında çingenenin, kahramanlığı anlatacağım 
		derken hırsızlığını itiraf ettiği de (merdi kıpti, şecaat arz ederken 
		sirkatin söyler) açıktır. Üstelik Schumpeter, Davies’ten çok daha 
		militan, hatta pervasızdır. Davies, dürüstçe Avrupa’nın sadece 
		artılardan ibaret olmadığını kabul etmiş, bunun örneklerini genişçe 
		vermişti. Schumpeter ise, kapitalizme (Avrupa’ya, Batıya) asla 
		olumsuzluk, kötülük yakıştırma-makta, son derece pervasız bir inatla 
		kapitalizmin kusursuzluğunu, başarı-larını savunmakta, hatta bir adım 
		daha atıp, kapitalizmin bu kusursuzluk yüzünden yıkılacağını kanıtlamaya 
		çalışmaktadır. 
		
		  
		
		"Neresini düzeltmeli" dense yeridir. 
		Kapitalizmin çok sayıda diyebilece¬ğimiz konuda veya alanda önemli bir 
		uyaran, moda deyimle tetikçi olduğu yadsınamaz. Ama sadece uyaran, 
		sadece tetikçi... Yaratıcı değil. Var olanı uyarmış, güdülemiştir. 
		Örneğin para kazanma hırsını... Yaratıcılıklar, güçlü iradeler, güçlü 
		ruhlar bunun devamıdır. Uçaklar, televizyonlar vb. de... Kaldı ki para 
		kazanma hırsı için bile, en başta kazanılacak paranın varlığı bir 
		şarttır. Kazanılacak para olmazsa, hırs sadece bir huzursuzluk, 
		çaresizlik kaynağıdır. İnsanların para kazanmaktan tamamen bağımsız, 
		sırf bilimsel niyetle uçak, telefon, televizyon keşfedecek beyni, zekası 
		olabilir. Başka bazı insanların da bunun seri üretimini yapıp para 
		kazanma hırsı olabilir. Ama o sırf bilimsel niyetli zeki insanın 
		deneylerini gerçekleştirmesi için bile para gerekir. Akşama kadar inşaat 
		işçiliği yapıp, akşam evde yemekten sonra televizyon  icat edilmez. O 
		insanın, laboratuarında çalışırken karnının doyması, diğer masraşarının 
		karşılanması gerekir. Bunu kim karşılayacak, bu parayı "kim" nereden 
		bulacak, sorusunun karşılığı Schumpeter’de yoktur. 
		
		  
		
		Bu sorulara hiç değinmeden, hadi 
		teknoloji belki, ama Leonardo da Vin-ci’den Greco’ya, Albert Dürer’e, 
		resimden romana kadar bütün kültür ve sanat unsurlarının da kapitalizmin 
		ürünü olduğu kanısındadır. Kapitalizm mi bu unsurları yaratmıştır, yoksa 
		bu unsurlar mı kapitalizme bilerekbilmeyerek katkıda bulunmuştur, bu 
		ayrı bir konu; ama Schumpeter, Romalıların öldürdüğü Arşimet’ten, 
		baldıran zehri içmek suretiyle ölüme mahkum edilen Sokrat’tan, aynı 
		akıbete uğramak üzereyken kendisini yargılayanların istediğini, yani 
		dünyanın dönmediğini söyleyip idamdan kurtulan Galile’den, 
		sağlıklarında bin bir yoksulluk ve yoksunlukla boğuşup, değerleri ancak 
		öldükten sonra anlaşılan sayısız Batılı ressamdan, besteciden, 
		romancıdan, yüzlerce Yahudi sanatçı, bilim adamı ve düşünürün Hitler 
		Nazizminin hışmından ancak Amerika, Türkiye gibi ülkelere kaçarak 
		kurtulduğundan, Hitler ve Mussolini’nin en büyük destekçisinin de 
		kapitalizm olduğundan söz etmez. Oysa kendisi dahi, Avusturya’nın Maliye 
		bakanlığına, Bonn Üniversitesinin profesörlüğüne kadar gelmişken, 
		Hitler’in tutumundan Faşizmin nerelere varacağını öngördüğü için 
		Amerika’ya göç etmiştir. 
		
		Asıl önemlisi ise, teknolojik 
		gelişmeler de dahil bütün kültür ve sanat unsurlarının da kapitalizmden 
		kaynaklandığını bir an için kabul etsek bile, bütün bunların moda 
		deyimle "sponsoru" kimdir ve o, bu kaynağı nereden bulmuştur? Koskoca 
		uygarlıktan söz ediyorsak, bu sponsor zaten bir kişi, iki kişi, on kişi, 
		yirmi kişi olamaz. Öyleyse bugünkü dev Batı Uygarlığını yaratan dev 
		kaynak nereden bulunmuştur? Sadece "çalışarak", yani bir kişinin, hatta 
		bütün Avrupalıların dükkanında, tarlasında, atölyesinde 
		çalışıver-mesiyle elde ettiği kazançla mı, yoksa mirasla mı finanse 
		edilmiştir Batı Uygarlığı? 
		
		  
		
		Öyle ya, hadi Balzac’ın, Hugo’nun, 
		Dante’nin, Orhan Kemal, Maksim Gorki gibi yarı aç yarı tok yazdığını 
		kabul etsek bile gerekli olan nihayet biraz kalem, biraz kağıttır; ama 
		kuduz aşısı bir kağıt bir kalemle keşfedilmez; atom bombası bir kağıt 
		bir kalemle icat edilmez; buharlı makine, içten patlamalı motor, uçak, 
		televizyon, bilgisayar da öyle... Yani bu insanlar bunlarla uğraşırken, 
		medarı maişet motorlarının da bir şekilde dönmesi gerekir. Yıllarca 
		sürecek böyle uğraşlarla, öyle köşe başında ayakkabı boyamak gibi para 
		da kazanılmaz. Her şey bir yana, icat veya keşfedilen şeyin malzemesi, 
		aracı, gereci de paradır. Tıpkı resim yapmak için gerekli olan fırça, 
		boya, palet, tuval  gibi; müzik için gerekli olan piyano, keman gibi... 
		Başta karın doyurmak, kira ödemek ve bütün bu malzemeler için gerekli 
		kaynağın miras kaldığını düşünsek bile, bu kez tabloyu sergileyecek 
		galeri, besteyi sergileyecek salon, kitabı yayınlayacak yayınevi, 
		yayınevi için matbaa, tonlarca kağıt vb. gereklidir. Araştırmanızı 
		yapacağınız bir laboratuar, deney tüpleri, kimyasal maddeler, uçağı 
		keşfediyorsanız, neredeyse koca bir fabrika gereklidir. Bu yazar, çizer, 
		sanatçı, bilim adamı takımının bütün bunları kendi kaynaklarıyla finanse 
		etmediklerini biliyoruz. Ama bu, finanse edenlerin bu kaynağı nereden 
		bulduğu sorusunu cevaplamaya yetmez. Devasa teknolojisiyle bugünkü 
		uygarlığı, hatta o kadar da değil, İngiltere’nin 18. yüzyılda 
		Amerika’dan (ABD’nin, bugünkü tek ve en büyük müt¬tefiki İngiltere’ye 
		karşı verilmiş bir bağımsızlık savaşıyla kurulduğunu söy¬lemeyelim 
		artık. Kim bilir, bugünkü İngiltere, bugünkü Amerika’nın her adımını 
		kayıtsız şartsız desteklerken belki de geçmişin kefaretini ödüyor!) 
		Hindistan’a kadar sömürge fetihleri peşinde koşarken kullandığı 
		gemileri, orduları, savaş araç ve gereçlerini ve elbette savaşın 
		kendisini İngiliz esna¬fının, çiftçisinin, zanaatkarının el emeğiyle 
		veya babalarından kalan mirasla finanse etmediğini, edemeyeceğini 
		tekkenin velîsi de, dağın delisi de bilir. 
		
		  
		
		Öyleyse, yakın yıllarda 
		televizyonların ünlü Lipton çay reklamında sorulduğu gibi "mutfakta kim 
		var?" 
		
		  
		
		Bu kadar büyük bir kaynağı kendi 
		güçleriyle yaratmaları matematiksel ve mantıksal olarak mümkün 
		olmadığına göre, elbette başkalarının çabalarının, ürettiklerinin, 
		yarattıklarının gaspı, talanı, çalınması var. Hem de zorla, kan 
		dökerek, insanları ve uygarlıkları yok ederek, yok edemediği yerde 
		körleştirip iğdiş ederek, kişiliksizleştirerek. 
		
		  
		
		Yani emperyalizm!... Nitekim hem 
		Davies 1500 sayfalık, hem de Schumpeter 500 sayfalık gerçekten değerli, 
		önemli çalışmalarında "emperyalizm" sözcüğünden adeta kaçmaktadırlar. 
		
		  
		
		Hatta Davies, bütün eleştiri ve 
		özeleştirilerine rağmen, hoş görülebilecek bir şirinlilikle, bir anda 
		kendisinin de Avrupalı olduğunu anımsayarak şu alıntıyı yapar: 
		
		  
		
		"... «Bununla beraber, suç ve Batı 
		tarihi aynı şey değildir. Batının dünyaya verdikleri, çeşitli toplum ve 
		bireylere yaptıklarından çok daha fazla¬dır.»" (Davies, 1995: 19). 
		
		  
		
		Davies’in bu sevimliliğine söylenecek 
		söz yoktur. Bir şartla: Bu ilke herkes için söz konusu ise; yani suç, 
		sadece batı tarihi ile değil, hiç kimsenin tarihi ile özdeş 
		sayılmayacaksa... Çünkü sadece Batının değil, başkalarının da dünyaya 
		verdikleri, çeşitli toplum ve bireylere çektirdiklerinden fazladır. Bir 
		başkasını, örneğin Türkleri, hem de savaş sırasında düşmanla işbirliği 
		söz konusu olduğu halde, 80 yıl sonra Ermenilere soykırım yaptı diye 
		bitmez tükenmez yargılamalara, sorgulamalara tâbi tutacak, dünyaya 
		verdiklerini, örneğin 500 yıl arayla iki kez "uygar batı"nın hışmına 
		uğrayan Yahudilere kucak açmasını anımsamayacaksanız, artık bir 
		sevimlilikten değil, en hafif deyimle bir çifte standarttan söz edilmesi 
		gerekir. 
		
		  
		
		Schumpeter, kapitalizmin mistik 
		düşünce yerine akılcı düşünceyi getirdiğinden, daha da ileri gidip 
		barışseverliğinden söz etmektedir. 
		
		  
		
		"Barışseverlik ve uluslararası etik, 
		modern kapitalizmin ürünleridir. ... bir millet barışçı olduğu ve bir 
		savaşın giderlerini karşılamaya hazır oldu¬ğu ölçüde kapitalisttir. ... 
		Marx’ın, kapitalizmin son aşamasının emperya¬lizm olduğu teorisi doğru 
		çıkmamıştır." 
		
		  
		
		Pes! Aslında söylenecek söz yok 
		pervasızlığın bu kadarına. Yaşayıp gördüklerimize, okuyup bildiklerimize 
		mi inanalım, Schumpeter’e mi? Sadece 11 Eylül’den sonra yaşadıklarımız 
		ve yaşayacaklarımız bile yeter. Ama... 
		
		  
		
		Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının 
		neyin savaşı olduğunu sormayalım; Çin’deki Afyon Savaşının ne olduğunu 
		sormayalım; İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki kolonileri (ki düpedüz 
		soydaştırlar), sonra aynı Amerika’nın Kızılderilileri, İspanyolların 
		Güney Amerika yerlilerini dize getirmek için giriştiği kanlı maceraları 
		sormayalım; bütün Batının Afrika ve Asya’da yaptıklarını da "barış" 
		sayalım; ama Türk Kurtuluş Savaşını da mı barış sayalım? 
		
		  
		
		Aynı şekilde, güya barışla gittikleri 
		her yere, önce Hıristiyan misyonerlerini göndermelerini, son döneminde 
		Osmanlı İmparatorluğunda bile yüzlerce misyoner okulu açmalarını, 
		Sovyetler Birliği’nin çevresini Müslümanyeşil kuşakla kuşatmalarını, 
		kontrol etmeyi karar verdikleri Türkiye gibi ülkelerde, metafizik 
		düşünmeyi özellikle teşvik eden, dinsel duyguları kaşıyarak oy toplayan 
		gerici, tutucu siyasal kadroları desteklemelerini, Fe-tullah Gülen’in 
		Amerika’daki, Cemalettin Metin Kaplan’ın, Milli Görüş Vakışarının, Hasan 
		Mezarcıların, fievki Yılmazların hatta 11 Eylülcü El Kaide 
		militanlarının başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki varlığını, aynı El 
		Kaide’yi bizzat Amerika’nın yaratmış olmasını, Humeyni’nin devrim 
		öncesinde Paris sürgünlüğünü, Erbakan’ın 12 Mart’tan sonraki İsviçre 
		sür¬günlüğünü... 
		
		  
		
		Ve en önemlisi, Hıristiyanlığın ve 
		Papa’nın kapitalizmin ve Batı uygarlı-ğının gücündeki yerini, 
		kapitalizmin günümüzdeki kalesi Amerika’dan, Avrupa Birliği üyesi 
		Yunanistan’a kadar adeta birer din devleti yapısındaki çeşitli 
		unsurları, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine, en temelde Hıristiyan 
		olmayışı nedeniyle karşı çıkanları, Yunan başbakanının, seçildikten 
		sonra Kilisede takdis edilmeden göreve başlayamamasını, bu takdisin 
		bizdeki yemin töreninin yerine geçişini, önceki ABD Başkanı Clinton, 
		Müslüman dünya adına muhatap olacağı bir Müslüman Vatikan’ının 
		yokluğundan yakınmasını da mistik düşüncenin yerine akılcı düşüncenin 
		geçmesi olarak mı görelim? Hıristiyanlık Batı uygarlığının ana unsuru 
		değil miydi? 
		
		  
		
		Yoksa mistik düşüncenin yerine akılcı 
		düşüncenin geçmesi, İtalya’daki P2 Mason Locası denilen müthiş Mafyanın 
		ön önemli üyesinin bir "kardi¬nal" olması, aynı örgütün her türlü kirli 
		işten sağladığı geliri önce Güney Amerika’daki paravan şirketlere 
		gönderip, sonra ithalat ihracat yapılmış gi¬bi Vatikan Merkez Bankası 
		IOR’a getirerek aklayışı; bu kirlenmenin ayyuka çıkması, bundan 
		rahatsız olan P2’nin İtalyan Kamuoyunun dikkatini dağıtmak üzere 
		giriştiği çeşitli eylemlerden biri olan Bologna kenti istasyonundaki 
		patlamada 80 kişinin ölümü üzerine İtalyan İstihbarat Örgütü SIS-MI’nin 
		başında bulunan ve aynı Mafya’nın bir başka önemli üyesi olan 
		General’in tutuklanması, İtalyan Maliye Bakanlığının Vatikan devlet 
		başkanı konumundaki bugünkü Papa’yı uyarması üzerine, tam Vatikan Merkez 
		Bankası başkanı görevden alınmak üzereyken Papa’nın Mehmet Ali Ağca 
		tarafından Mafya usulü "ayağından vurulması", Avrupa Birliği üyesi 
		Yunanistan’da Kilise’ye bağış yapmayan iş adamının ayakta kalamaması 
		mıdır? Kapitalizm Kuveyt’te, Pakistan’da mı ortaya çıktı? 
		
		  
		
		Sadece kapitalizmin ağa babalarının 
		hemen tamamının dini olduğu için değil, ama bizatihi Kilise kurumunun 
		muazzam serveti nedeniyle, Hıristiyanlık aynı zamanda kapitalizmin 
		dinidir dense yanlış mı olur? Kapitalizm, niye Hıristiyan ortamlarda bir 
		zenginlik, refah kaynağı oluyor da, Hıristiyan olmayan ülkelerde hep 
		yoksulluğa, sefalete, acıya yol açıyor? 
		
		  
		
		"... tarihin hiçbir döneminde herkes 
		için modern kapitalist toplumda ol¬duğu kadar özgürlüğün var olmadığını 
		kabul etmek zorunluluğunu hissede¬riz. Köy toplulukları dışında, eski ya 
		da yeni, kapitalizm dışında bilinen ge¬lişmiş bir demokrasi hiç yoktur. 
		..." 
		
		  
		
		Schumpeter’in doğruya en yakın iddiası 
		belki budur. Tam doğru değil¬dir; çünkü kendi içinde bile birçok 
		olumsuzluklar vardır, bir. Gelişmiş demokrasi  ve özgürlük, ancak 
		kendisini güvende hissettiği sürece vardır, iki. Fransa’da geçtiğimiz 
		aylarda başlatılan nüfus cüzdanlarının yenilenmesi uygulaması, birden, 
		vatandaşın gerçek Fransız olduğunu kanıtlaması kampanyasına dönmüş, 
		geçen dönemde sömürgelerdeki Fransız kamu görevlilerinin, oralarda 
		doğan, bu nedenle doğum yeri hanesinde bu sömürgelerin adı yazılı olan 
		çocukları, tam bir işkenceyle ve yer yer düpedüz kimliksiz kalma 
		sorunuyla karşılaşmışlardır. Çünkü onlarca yıl geriye giderek, 
		dedelerinin, ninelerinin Fransız olduğunu kanıtlamaları istenmektedir 
		kendilerinden (Le Monde Turquie, Temmuz 2002). 11 Eylül’den sonra ortaya 
		çıkan ve gerçek yabancılara karşı çok daha katı olan bu uygulamalar, 
		kapita¬list Batı uygarlığının özgürlük ve demokrasi anlayışının, 
		karşılaşacağı ilk tehlike veya tehditle sınırlı olacak kadar derinliksiz 
		olduğunu göstermeye yeter. Nitekim Eylül 2002’de IMF toplantıları için 
		Amerika’ya giden Ekonomi Bakanı Masum Türker, hava alanında tepeden 
		tırnağa aranmış (Cumhuriyet, 26 Eylül 2002) (tabi aynı günlerde aynı 
		yerde bulunan eski Ekonomi Bakanı Kemal Derviş’in aranmamış olması da 
		çok ilginç, anlamlı bir başka durumdur), bilim adamı, yazar, insan 
		hakları savunucusu Haluk Ger¬ger ise hiç alınmadan derhal uçağa 
		bindirilip geri gönderilmiştir (Cumhuriyet, 3 Ekim 2002). 
		
		  
		
		Bu savın doğru yanı ise, çeşitli 
		sorunlarına rağmen "kapitalizm dışında bilinen gelişmiş demokrasi hiç 
		yoktur" sözleridir. Ama burada da bir sorun vardır:  
		
		  
		
		Kapitalistlerin, Batının demokrasi ve 
		özgürlük tutkusu sanki bir Tanrı vergisiymiş gibi sunulmakta, bunun tam 
		anlamıyla bir finansman işi olduğuna ve bu finansmanın nasıl 
		sağlandığına, demokrasi ve özgürlüklerin kapitalist sömürü ile finanse 
		edildiğine hiç değinilmemektedir. 
		
		  
		
		Sağlığında da, bugün de iktisatla 
		uğraşan akademik çevrelerde pek çok saygı gören Schumpeter’in bu saygıya 
		ne kadar layık olduğunu, yukarıdaki görüşlerinin her sözcüğündeki akıl 
		almaz, fanatik kapitalizm militanlığından hareketle tartışmak, hatta 
		konuyu kapitalist emperyalizmin kurbanı olanlar açısından değil, 
		neredeyse tamamen kapitalizm sayesinde servet, refah, demokrasi ve 
		saireye kavuşanlar açısından tartışmış olmasından hareketle sorunun 
		Schumpeter mi, yoksa onun özellikle Türkiye ve benzeri ülkelerdeki 
		hayranları mı olduğu konusuna girmek elbette mümkün. Çünkü, bu 
		hayranlığın nedeni, teknik ve mikro anlamda çok iyi bir iktisatçı, daha 
		doğrusu fanatiği, mümini olduğu kapitalizmi çok iyi bilmesinden de 
		yararlanarak sosyalizmi, Marksizm’i de çok iyi yorumlaması, bir başka 
		anlatımla, Marksizm’i çok iyi yorumlayarak kapitalizmin üstünlüğü 
		sonucuna ulaşsa da, bir düşünür olarak makro düzeyde felsefesi 
		itibariyle, kendisinin de tanık olduğu bu kadar açık yaşam gerçeklerine 
		rağmen tipik bir "tarikat müridi"nden farkı yok. Yoksa, kapitalist 
		iktisadı çok iyi bilerek, sosyalizmi Marksizm’i çok iyi çözümlemek 
		marifetse, Marx da kapitalizmi çok iyi çözümleyip yorumlayarak 
		varmıştır sosyalizme. 
		
		  
		
		Ama, Batı uygarlığının Roma, 
		Yunanistan, Yahudilik ve özellikle Hıris¬tiyanlık olarak belirlenen 
		temel taşlarının Kapitalizm olmadan o yapıyı ayakta tutmalarının mümkün 
		olmadığının, daha da önemlisi, bunlardan hiçbirinin sicilinin temiz 
		olmadığının vurgulanması herhalde yeterlidir. 
		
		  
		
		Kısaca, bütün toplumların, bütün 
		uygarlıkların geçmişinde, görüldüğü üzere ilkellik, vahşet, zulüm 
		yanında; geçmişinde ve bugününde milliyetçilik veya bölgecilik 
		biçiminde beliren bir üstünlük duygusu, bir kendini beğenmişlik vardır. 
		Avrupa da ancak kendi içinde ulaşabildiği bugünkü uygarlık düzeyine 
		yine ancak, büyük çoğunluğu yine Avrupalı olmak üzere 60 milyon kişinin 
		öldüğü son iki dünya savaşından sonra gelebilmiştir. Ayrıca kendi 
		dışlarında farklı yöntemlerle de olsa aynı acımasızlığı 
		sürdürmektedirler. "Büyük suç işlerse kaza, küçük suç ilerse ceza" 
		özdeyişinde olduğu gibi Amerika’sıyla, Avrupa’sıyla Batının, yukarıda 
		aktarılan suç dolu geçmişi tamamen göz ardı edilip durmadan 
		uygarlıklarından, gelişmişliklerinden söz edilirken, Türkiye’nin, son 
		Dünya Kupası’ndaki başarıları sırasında bile, sadece gerçekliği son 
		derece tartışmalı kazığa geçirmelerle, annelerin çocuklarını "Türkler 
		geliyor" diye korkuttukları şeklindeki 500 yıllık söy¬lencelerle veya 80 
		yıl önceki bir soykırım tevatürüyle anılması, ancak Batı-nın siyasi, 
		ekonomik ve askeri gücüyle açıklanabilir. Güçlü oldukları için 
		yargılanıp sorgulanmamaktadırlar. 
		
		  
		
		Konunun, emperyalizm boyutu sonuç 
		bölümünde yeniden ele alınıp  tamamlanacaktır. 
		  
		
						
		
						
		
		
						
		
		
			  
		
						 
		
		
		
		 |