Aydınlanma
			
			
			Aydınlık aydınliğı karartır mı? 
Ana aydınlık çocuklarını mı yiyor? 
Aydınlanma emperyalizmin tutsağı mı? 
Avrupadan başkası aydınlanamaz mı?
			
			AYDINLANMA, bugün dünyanın da, bizim de yaşadığımız sorunların tam ortasında 
duran bir konu. 
 
Nedir aydınlanma?.. 
 
Karanlığın tersi
 Yani IŞIK.. 
 
Eskiden "münevver" diye bir kavram vardı. Yani Aydın
 Aydınlık, ışık saçan adam
 
"Münevver", "tenvir eder"di
 Yani aydın aydınlatırdı
 
 
Aydınlanma, bugün yaşadığımız sorunların tam orta yerinde duruyor, çünkü artık 
münevver tenvir etmiyor, aydın aydınlatmıyor
 Tam tersine, artık neredeyse 
karartıyor. 
 
AYDINLANMA, 17'inci ve 18'inci yüzyıllarda gelişen bir fikri oluşum, bir düşünce 
akımı
 Dekart, Kant, Didero, Monteskiyö, Jan Jak Russo, Volter, Jon Lok, Devid 
Hum bu akımın önde gelen öncülerinden
 
 
Temelinde Rönesans ve Reform hareketlerinin de önemli etkisi ve katkısı bulunan 
Aydınlanma, çok kısaca, aklı, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul 
edilen varsayımlardan, önyargılardan, ideolojilerden arındırıp, yeni bilgilerin 
kabulünü sağlamayı amaçlayan bir akım. 
 
Önermelerini öncelikle felsefi düşünceler olarak ortaya atan Aydınlanma 
hareketinin, kaçınılmaz olarak Modern Batı düşüncesi üzerinde, sonraki 
tarihlerde, siyasi ve sosyal felsefe üzerinde, siyasi ve sosyal akımlar, olaylar 
üzerinde çok önemli etkileri olmuş. 
 
Her konuda AKLA öncelik tanıyan düşünce sisteminin etkisiyle Avrupa'da bilimde 
ve felsefede büyük gelişmelerin yaşandığı on sekizinci yüzyıla, AYDINLANMA ÇAĞI 
da deniyor. 
 
Peki niye aydınlanma?.. Karanlık mı varmış ki aydınlanma?.. 
 
Evet. 
 
Aydınlanma hareketi, Batılıların bizzat kendilerinin KARANLIK ÇAĞ dedikleri Orta 
Çağ'ın sonunda başlamış, bir bakıma onun sonunu getirmiş de ondan
 
 
Batılılar, bizzat kendi toplumlarının yaşadığı Orta Çağ'a "KARANLIK" diyorlar. 
Çünkü Orta Çağ'ın Avrupa toplumları hurafelerle, cadılarla dolu. Kilisenin, yani 
Papalığın hangi kitabın yayınlanabileceğinden, vergi toplamaya kadar her şeyi 
belirlediği, Vatikan Papa'sının yanında kralların esamisinin bile okunmadığı, 
papazlardan oluşan Engizisyon mahkemelerinin, günahkar olduğuna karar verdiği 
insanları, özellikle de kadınları cayır cayır diri diri yaktığı, dünya güneş 
etrafında dönüyor demenin kilise tarafından ölüm cezasını gerektiren bir suç 
olarak kabul edildiği bir ortam
 Cennetin anahtarlarını satmaktan başlayıp her 
türlü ticari işe de girişen Kilise'nin, en başta Vatikan Papalığı olmak üzere, 
en zengin kurum haline geldiği bir ortam
 
 
Herkesin kendi kendine düşünmekten, hele soru sormaktan, yer yüzü otoriteleri 
olması gereken kralların bile kiliseden korktuğu, kilisenin, papazların herkes 
yerine düşünüp karar verdiği bir ortam
 
 
Kısaca dinin, din adına Tanrı'nın yer yüzündeki temsilcisi olan Kilise ve 
papazların bu dünya hayatını da cennetiyle cehennemiyle öte dünya hayatını da 
belirleyip kontrol ettiği bir ortam.  
 
Örneğin, Dünya'nın diğer gezegenlerle birlikte güneşin çevresinde döndüğünü 
kanıtlayan ünlü ve fakat zavallı Kopernik, yazdığı bu konuya dair kitabını, 
kendisi de bir rahip olmasına rağmen Kilise'den, Papa'dan korktuğu için on 
yıllarca gizli tutmuş, ancak hastalıklar bedenini kuşatıp iyice yaşlandığı, 
ölümü çok yakınında hissettiği yıllarda "artık nasılsa kaybedeceğim çok şey 
kalmadı" duygusuyla yayınlayabilmiş, gerçekten üç yıl sonra da ölmüş. 
 
Çünkü o dönemde, güneşin sabit durması, İsa'nın güneşe verdiği bu yöndeki bir 
emirle açıklanıyor, dünyanın tepsi gibi düz ve aksini düşünenlerin cehennemlik 
olduğuna inanılıyordu. İncil'de yoktu bunların hiç biri, ama Kilise öyle 
buyurmuştu; Kilise'ye karşı çıkanların cezası ise diri diri yakılmaktı. 
 
Kopernik'in Güneş Sistemi teorisini savunan Galileo ise, kitabı Kilisece 
yasaklanmaktan başka, ömür boyu hapse mahkum edildi, yetmiş yaşındayken hapse 
girdi, orada kör oldu. 
 
Avrupa'daki aydınlanma ve AKIL ÇAĞI'nın gerçek kurucusu sayılan İngiliz düşünür 
Jon Lok ise, ilk kitaplarını isimsiz yayınladı ve hiçbir zaman da bu kitapların 
kendisine ait olduğunu kabul etmedi. 
 
Anlaşılacağı üzere, Aydınlanma, gerçekten de "Karanlık" nitelemesini hak eden 
bir döneme yönelik bir isyan adeta
 
 
Karanlık dönemin belirleyicisi, ağır kilise baskısıyla bir hurafeler manzumesi 
ve papazlar imparatorluğunun çıkarlarını koruyan bir anayasa haline indirgenmiş 
DİN
 
 
Aydınlanma'nın belirleyicisi ise o günkü halini tasvire çalıştığımız DİN'e karşı 
AKIL!.. 
 
Karanlığa karşı niçin ve nasıl Aydınlanma ise, Dine karşı da Akıl!... 
 
O zaman İncil Latince
 Çoğu zaten kendi dilinde bile okuma yazma bilmeyen 
Avrupalı, İncil'i hiç okuyamıyor. Okuyabilenler sadece papazlar... Sokaktaki 
Avrupalı papaz ne derse onu doğru kabul ediyor safça. Papazların dışında okuyup 
yazabilenler ise, sözünü ettiğimiz cezalarla korkutuldukları için susmak zorunda 
kalıyor, susmazlarsa yakılıyorlar
 
 
İşte Aydınlanmanın aklı ve bireyi öne çıkarması, Kilise'ye haddini bildirip 
din'i vicdanlarla sınırlaması bugün Batı Medeniyeti olarak bilinen gelişmeyi 
yaratıyor. 
 
Çünkü Aydınlanma felsefesi, insanın kendisini, hayatını, toplumsal yaşamını 
yeniden gündeme getirmiş, düşüncenin ve toplumsal yaşamın büyük değişimlere 
uğrayacağı bir süreci başlatmış, bu değişimlerin fikri, felsefi ateşleyicisi 
olmuş. 
 
1789 Fransız devrimi ve ardında gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel 
anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmuş. Din ya da 
Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli 
toplumsal düzenlemeler, en azından bu yönde arayışlar almış. 
 
"Aydınlanma", ortaçağda hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya 
görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak açıklanıyor. 18'inci 
yüzyılın ve Aydınlanma'nın yeni idealine göre, aklın aydınlattığı kesin 
doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan "entelektüel bir kültür" egemen 
olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde "ilerlemelidir". Böylece insanın 
geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda 
gelişeceği düşünülür. 
 
Aydınlanma felsefesinin kaynağı, Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl 
felsefesinin ortaya koyduğu ilkeler. Rönesans'tan itibaren düşüncenin geleneksel 
boyunduruklardan kurtulması, bilgi ve yaşam hakkında akla ve deneyime dayanmaya 
başlaması söz konusu. 17. yüzyılda bu gelişmeler sistemleştirilip temel ilkelere 
dönüştürülmeye başlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda bir bakıma 
aydınlanma felsefesinin "düşünsel temelleri" de hazırlanmış. 
 
Aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her adımının temelini 
ise Sekülerleşme, yani Laiklik oluşturmuş. Bir yanda rasyonalizm, yani akılcılık 
öte yandan empirizm, deneycilik ve gözlemcilik güçlenmiş. 
 
Alman düşünür Kant, aydınlanmacılığı "aklı kullanma cesareti" olarak tanımlıyor 
ve aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda diyor ki: 
 
"Aydınlanma, insanın kendi kusuru ile düşmüş olduğu bir reşit olmama, sağlıklı, 
mantıklı düşünememe durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış, insanın kendi 
aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamaması halidir. Bunun 
nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve 
yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda 
aramalıdır." 
"Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!" sözü Aydınlanmanın parolası 
olmaktadır. 
 
Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği 
ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Bir yandan 
bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağına öncülük ederken, öte 
yandan bu çağda da pek çok yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir. Daha 15. 
yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci 
hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak nitelenen Ortaçağ'ın sonuna 
gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel 
yöntemim ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli 
gelişmelere kaynaklık etmiştir. 
 
Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel diktanın giderek 
geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü 
kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, 
aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin 
oluşumunu hazırlamıştır. 
 
Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Dekart ve 
Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiş; 
Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini oluşturmuştur. Yeni 
ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler içerisinde yaşamaya başlayan 
insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka gözlerle 
bakmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda modern yaşamın temelleri atılmıştır. 
1789 Fransız İhtilalinin temelinde de Fransız aydınlanmacılığının belirleyici 
bir etkisi vardır. 
 
 
Aydınlanmacı filozofların bir kısmı ateist olmakla, yani din'i de Tanrı'yı da 
reddetmekle birlikte diğerleri Tanrı'ya inanır. Onların Tanrı'yla bir alıp 
veremedikleri yoktur. Onlar, din adamlarının yani insanların oluşturduğu, 
bilimsel düşünceyi, aklı, deneyi ve gözlemi engelleyen, yasaklayan kurumlara 
karşı çıkmaktadır. Çünkü metafizik alanında yani fizik ötesi alanda, ki bu alan 
dinin alanıdır, bilimsel bilgi mümkün değildir. O alanda sadece inanç söz 
konusudur. 
 
Akıl öne çıkmasa, deney ve gözlem olmasa ve bilgi sadece dinin egemenlik 
alanında kalsaydı hala dünyanın tepsi gibi düz ve bir öküzün boynuzları üzerinde 
duran, kendisinin ve güneşin çevresinde dönmeyen bir nesne olduğuna inanıyor 
olacaktık. Oysa bunlar bugün bizim için son derece basit bilgiler. 
 
Aydınlanmanın yol arkadaşlarından biri de Sanayi Devrimi. 
 
Sanayi Devrimi, çalışma koşullarının insana yakışır bir şekilde düzeltilmesinin 
olduğu kadar bugün bilinen anlamıyla sınıfların yani proletarya ve burjuvazinin, 
yani işçi sınıfı ile sermaye sınıfının ortaya çıkmasında başlangıcı oluşturmuş. 
 
Aynı etki, Uluslaşma süreci için de söz konusu. 
 
Laiklik zaten hareket noktası. Buna, demokrasi ve insan haklarını eklemek de 
mümkün. 
 
Bütün bunların, Aydınlanma'nın aklı zincirlerinden kurtarıp yerine deneyi, 
gözlemi, kuşkuculuğu, sorgulamayı ve bunlardan doğan doğru bilgiyi yani bilimi 
koymasının sonucu olduğu açık. 
 
Bu çerçevede, Aydınlanma'nın bilim ve teknolojideki gelişmeleri nasıl 
etkilediğini açıklamaya gerek yok. 
 
Ama siyasi ve sosyal alanlardaki etkisi gerçekten ilginç. Bilimin ve 
teknolojinin gelişmesi her şeyin Tanrı'nın bir işi, bir eseri olmadığını, 
insanın da pek çok şey yapabileceğini göstererek, insan soyunun kendine 
güvenmesini, soru sorup itiraz edebilmesini getirmiş. Bu doğal ve kaçınılmaz. 
 
Bunun dinin, Kilise'nin etkisini sınırlayıp, kendi doğal sınırlarına sokması da 
kaçınılmaz. 
 
Ama dinin temel düşünüş referansı olduğu tarım toplumunun sanayi toplumuna 
dönüşmesinin ilginç sonuçlar doğurması belki sürpriz sayılabilir. Sanayi 
toplumunda, hele o yüzyıllarda dinin ve Kilise'nin Orta Çağ'daki kadar etkin 
olması mümkün değil. Çükü sanayinin arkasında da bilim var, teknoloji var, 
üretim var. Yani akıl var
 
 
Oysa artık "sınıf"lar da var. Bu sınıflardan biri de sermaye
 İşçi sınıfı zaten 
"ulus"suz düşünülemez. Halbuki yeni oluşan kapitalist sınıfın da bir devlete 
ihtiyacı var. Bu devletin de ulus-devlet olması şart. 
 
Yerli kapitalizm sürekli kendi işçi sınıfını sömüremez. Aydınlanmanın getirdiği 
özgür düşünce işçi sınıfına da hak aramayı öğretmiş. Dolayısıyla kapitalistin 
başka ulusların emeğini de, hem de giderek daha fazla sömürgesi gerek. Burada 
kapitalizmin en önemli desteği, yardımcısı mensup olduğu ulusun devleti. 
 
Başka siyasi nedenler de bir araya gelince Aydınlanma, uluslaşma sürecine de 
büyük bir ivme kazandırmış. 
 
Nitekim Batı, bugün de kendi içinde Aydınlanmacı, laik, bilime, akla öncelik 
veren bir yapıya sahip. Dışarıya karşı ise bunların hepsini ayaklar altına alan 
bir Emperyalist canavar!... 
 
Yazının başında, "dünyanın da Türkiye'nin de yaşadığı sorunların tam orta 
yerinde AYDINLANMA duruyor" derken kast ettiğimiz buydu. 
 
 
Aydınlanma'nın öne çıkardığı akıl ve bilim, teknoloji ve sanayileşme, laiklik ve 
demokrasi, ulus-devlet ve onun bağımsızlığı, özgürlüğü sadece belli ülkelere mi 
aittir; bunlar olumlu, iyi şeylerse bütün insanlığın sahip olması gerekmez mi 
sorusudur yaşanan sorunları yaratan. 
 
Öyle ya!.. Özgür düşünceyi geliştirmiş, bireyin, insanın önemini ispatlamış; "hümanizm"i 
felsefe haline getirmiş Aydınlanma bir tekel malı mıdır? 
 
Bütün unsurlarıyla Aydınlanmadan nasibini alamamış ülkelere geri, Aydınlanma'yı 
dört başı mamur yaşayanlara ileri diyoruz. 
 
Geri'ler niye geri?!.. Elbette kendi yanlış tercihlerinin, tembelliklerinin de 
rolü vardır, ama onların geri'liklerinde ilerilerin hiç mi payı yok? Hatta bu 
pay, hayli çok diyebileceğimiz bir pay değil mi? 
 
"Medeniyetler Çatışması" adı altında bir takım uluslara açıkça "siz gerisiniz, 
gayri medenisiniz" diyen ileriler, Kenya'nın kurucusu Jomo Kenyatta'ya "misyonerler 
geldiğinde ellerinde İncil, bizimse topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi yumup 
dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil vardı; 
topraklarımızsa onların olmuştu" dedirtenlerdir. Bugünkü haline baktığımızda 
Afrika'yı "yok" edenlerdir. 
 
Aydınlanma'nın doğum yeri Avrupa'dır. Hıristiyanlık özelinde genel olarak dinin, 
din adamlarının ve kurumlarının yalana, hurafeye dayalı otoritelerine bayrak 
açmanın adı olan Aydınlanmanın çocuklarının Afrika'yı Hıristiyanlık 
misyonerleriyle, yani dini kullanarak yok etmesi ne yaman ve hazin çelişkidir!!!.. 
 
Aklıyla, düşüncesiyle birey olarak insanı hak ettiği yere getirmenin adı olan 
Aydınlanmanın çocuklarının, hem de aynı yüzyıllarda, köle ticareti sırasında 
çeşitli kaynaklara göre 50-200 milyon, daha on yıl önce Ruanda da kabile 
çatışmalarında 800 bin Afrikalının ölümüne yol açması ne gözü doymaz bir 
ihtirastır!!!.. 
 
Denilebilir ki, Aydınlanma sadece Avrupa'ya mı aittir, bütün insanlığa mı aittir 
çekişmesinin en ibret verici sahnesi de Türkiye!!.. 
 
Türkiye, çünkü
 
 
Türkiye, geriliğinden kendi hatalı tercihleriyle, tembelliğiyle suçlanmamak için 
muazzam bir atılım yaparak, Avrupa'nın silahlı silahsız bütün engellemelerine 
rağmen Aydınlanmayı kendi ülkesinde gerçekleştirmiş, ama Avrupalı olmayan hemen 
tek ülke
 Bu nedenle Aydınlanmaya kendisinden başkasını layık görmeyen Avrupa 
için, Batı için dehşet verici bir model. 
 
Çünkü Türkiye Aydınlanmayı, bir takım unsurlara da sahip olmadığı halde 
gerçekleştirdi. Bizim Aydınlanmamız olan Cumhuriyet'ti Avrupa'yı dehşete düşüren. 
Hatta diyebiliriz ki, Türkiye'nin başardığı sadece kendisini savaşta yenmek 
olmasaydı; yani Kurtuluş Savaşını kazanmakla yetinip üstüne bir de Cumhuriyet'i 
kurmasaydı; Avrupa yenildiğine bile bu kadar üzülmeyecek, bu kadar dehşete 
kapılmayacaktı; Cumhuriyet'in kurulacağını bilseydi, Osmanlı'yı işgale 
kalkışmazdı Batı demek bile mümkün. 
 
Her şeyden önce Türk aydınlanması henüz sanayileşmemiş bir tarım toplumu olan 
Osmanlı üzerine yeşerdi. 
 
Avrupa'nın Aydınlanması Kilise'ye karşıydı; Hıristiyanlığa aykırıydı. Ama yerine 
de başka bir din öngörmediği için evrensel bir nitelik taşıyordu. Yani başka 
ülkelerde de benimsenmemesi için bir neden yoktu. Nitekim Osmanlı Aydınları da 
Avrupa'ya gidip gelirken, oradaki değişimi görüp etkisinde kaldılar. 
 
Ancak Osmanlı topraklarının bu değişim için gerekli alt yapısı yoktu. Batı 
aydınlanması sınıf temeline dayandığı halde, Osmanlı da ne proletarya ne de 
sanayi burjuvazisi vardı. Tarım toplumunun ideolojisi olan dinin tahakküm ettiği 
bir toplumda "özgürlük", "millileşme", "laiklik" diyen aydının başı beladaydı. 
 
Çünkü bir düşünce devrimi yaşanacaktı, ama henüz bunun sosyal ve iktisadi alt 
yapısı oluşmamıştı. 
 
Osmanlı devlet düzeni padişahlığın ve halifeliğin dinsel egemenliği altındaydı; 
hilafet laikliğe engeldi. Çokuluslu olan Osmanlı imparatorluğunda, din 
etkisindeki ümmet bilinci aşılsın dendiğinde, bu kez etnik grupların bölücülüğü 
ortaya çıkıyordu. Şeriat hukukunun geçerli olduğu yerde insan hakları ve 
demokrasi gelişemiyordu. Her cemaate kendi geleneksel hukukunun uygulanması, 
medeni kanunun yaşama geçmesini engelliyor, kadının yeri erkekle eşitlenemiyordu; 
çünkü İslam öyle emrediyordu.. 
 
Bütün bu olumsuz koşullara rağmen Avrupa aydınlanmasının etkileri, imparatorluğu 
oluşturan bütün etnik topluluklara yayılıyor, bağımsızlık ve özgürlük 
eğilimlerini körüklüyordu. 
Batı'nın paylaşım hırsı, Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı 
imparatorluğunu bölüşme kararına dönüştü. Ama bu hırs, Mustafa Kemal 
önderliğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı duvarına çarptı. 
 
Bu savaş, Anadolu aydınlanmasının temellerini atmıştır. 
 
Aydınlanma felsefesinin "laiklik, insan hakları, uluslaşma, demokrasi, 
sanayileşme" kavramlarıyla yakından bağını, Anadolu dış düşmana ve emperyalizme 
karşı verilen savaşın ulusal içeriğinde öğrenmeye başladı. 
 
Millet Meclisi Hükümeti "egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur" diyerek ümmet 
bilincinden uzaklaşmanın düğmesine bastı. Halifenin düşmanla işbirliği, laikliğe 
giden yolun taşlarını döşedi. Padişahın bir İngiliz savaş gemisine binerek 
kaçması, cumhuriyetin ilanını kolaylaştırdı. 
 
Anadolu Müslümanlığının kendine has özellikleri de bunlara eklendi. 
 
Arap İslam'ıyla Anadolu Müslümanlığı arasındaki farkın en çok belirginleştiği 
alan, Alevi-Bektaşi inancı. 
 
Aleviler, Sünni şeriatına karşıydı. Sünni halifenin padişahlığı, Alevileri 
ezmişti. Cumhuriyetin laiklik ilkesi ise Aleviler için eşitlik ve baskılardan 
kurtuluş demekti. Aleviler, Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi, laikliğin devletin 
temel ilkesi olarak benimsenmesinde de Mustafa Kemal'e çok büyük destek verdiler. 
 
Öte yandan Osmanlı, Avrupa ile iç içe yaşarken Anadolu Müslüman'ı da 
Hıristiyan'la yan yana, iç içe yaşıyordu.  
 
"Aydınlanma devrimi" ile birlikte yükselen ulusçuluk, imparatorluktaki etnik 
toplulukları etkiledikçe, Osmanlı da milliyetçiliğe zorunlu olarak yakınlaştı. 
Osmanlı devlet yönetimi, inançları çeşitli din ve mezheplerin karması içinde 
düşünmek zorundaydı. 
Alevi-Bektaşi toplumunun dışında kalan Müslüman kitlede de tasavvufun etkileri 
azımsanamayacak bir ağırlıktaydı. Tasavvuf ise tanrıya inançtaki bakış açısında 
hoşgörüyü savunan bir din felsefesi ve dünya görüşüne dayanıyordu. 
 
Özetle Avrupa'da kilise egemenliğine başkaldıran sanayi burjuvazisine benzer 
sınıfsal taban Türkiye'de yoktu, ama, Anadolu Müslümanlığının yapısında 
laikliğin dayanakları vardı. 
 
Osmanlı devletinin çöküşünü dinsel gericiliğe bağlayan sivil-askeri-aydınlar, 
Birinci Dünya, Savaşı'nda görmüşlerdi ki İslam dünyası, halifenin "Cihat" 
çağrısına uzak kalmış; Müslüman Araplar, İngilizlerle birleşerek Türkleri 
arkadan vurmuşlardı; halifenin düşmanlarla birleşmesi de bunlara eklenince; 
sanayi burjuvazisinden yoksun bir tarım toplumunda Aydınlanma Devrimi'nin 
koşulları oluştu. 
 
Toplumun ümmetlikten çıkıp ulus haline gelmesi için kulluktan kurtulup 
yurttaşlığa kısa sürede geçmesi gerekiyordu. Okuma yazma oranı yüzde 10'u 
geçmeyen böyle bir toplumda Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bu işlevi 
öğretmenler üstlendi. Batı'da yüzyıllar süren Aydınlanma'yı Türkiye'de kısa bir 
zaman dilimine sığdırmak, laikliği güvence altına almak anlamını taşıyordu ve 
ancak bu yolla mümkündü 
 
Bir tarım ülkesinde Aydınlanmayı gerçekleştirmek için sanayileşmeyi de iktisadi 
planlama ışığında ve devlet öncülüğünde yürütmek gerekiyordu. Devrimci devlet, 
bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı eliyle "aydınlanma"nın felsefe ve sanattaki 
büyük yapıtlarını Türkçeye çevirirken, bir yandan da fabrikalar açmaya 
başlamıştı. 
Aydınlanma; Anadolu'da Avrupa'dakinden çok daha değişik bir süreçte, ayrı 
yöntemlerle yaşandı, yaşanıyor. 
 
Şimdi bakınız Sevgili Atatürk'ün bize armağan ettiği, ama ne yazık ki bizim 
yeterince sahip çıkıp layık olduğumuzu kanıtlayamadığımız Cumhuriyet'e
 
 
Aklın, bilimin, bilginin, deneyin, gözlemin taassubun, hurafenin yerini alması 
mı?.. 
 
Alın size onun kurduğu üniversiteler, Türk Dil ve Tarih Kurumları, Halkevleri
 
 
Laikleşme mi?.. 
 
Alın size hilafetin kaldırılması, kadınlara erkekle eşitliğin seçme ve seçilme 
hakkıyla birlikte sağlanması, Harf Devrimi, Kıyafet Devrimi, Eğitimin 
Birleştirilmesi yani Tevhidi Tedrisat Kanunu, Medeni Kanun
 Daha sayabiliriz
 
 
Uluslaşma mı?.. 
 
Alın size bir ulus-devlet olan Türkiye
 
 
Sanayileşme mi?... 
 
Alın size Sümerbank, Etibank, Karabük Demir Çelik Fabrikası, SEKA, demiryolları, 
fabrikalar, fabrikalar... 
 
Yine bakınız, okullarda Atatürk İlkeleri olarak öğrettiğimiz, Cumhuriyet Halk 
Partisinin de amblemindeki altı okla ifade ettiği, Atatürk'ten miras ilkelere: 
 
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik
 
 
Bazı siyaset bilimciler bunlardan ilk üçünün 1789 Fransız İhtilalinin, son 
üçünün ise 1917 Sovyet Devriminin ilhamı olduğunu söyler. Bu tez ilk bakışta 
doğrudur; Fransız İhtilali Halkçılık, Devrimcilik ve Devletçiliğe, Sovyet 
Devrimi ise Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Laikliğe ikinci planda yer 
verirmiş hatta yer vermezmiş gibi görünür. 
 
Ama konuya Fransız İhtilali veya Sovyet Devrimi pencerelerinin dört köşesinden 
değil daha geniş açıyla bakıldığında bu yorumun yetersiz, eksik olduğu görülür. 
 
Aydınlanma felsefesi, Aydınlanma Hareketi Fransız İhtilali'nden ibaret değildir. 
Fransız İhtilali son derece önemlidir; kendi başına pek çok sonucu olmuş, pek 
çok gelişmeye yol açmıştır; ama Aydınlanma'nın etkilediği, yarattığı pek çok 
sonuçtan, gelişmeden sadece biridir. 
 
Dolayısıyla tek başına Fransız İhtilali belki Halkçılık, Devrimcilik, 
Devletçilik ilkelerini ihmal ediyor görünebilir. Ama konuya bir bütün olarak 
AYDINLANMA diye bakıldığında Atatürk ilkelerinin hemen hepsini içerdiği 
görülecektir. 
 
Aydınlanma hareketinin kendisi bizatihi bir devrim olarak nitelendiği gibi, 
kendi içinde Sanayi devrimi gibi başka devrimleri de barındırır. Uluslaşma, 
demokrasi, insan hakları da bu çerçevede düşünülebilir, hatta düşünülmelidir. 
Aydınlanma hareketinin, felsefesinin özünde akıl ve bilimin özgürleşmesi, 
dolayısıyla düşüncenin özgürleşmesi yatıyorsa, bunun uluslaşmanın, demokrasinin, 
insan haklarının önünü açmasından daha doğal bir soncu olamaz. 
 
Çünkü akıl bağımsızlaşmış, özgürleşmiştir; din bezirganlarının zincirlerinden, 
tacizinden kurtulmuştur. 
 
Aydınlanma öncesinde Kilise ve daha düşük oranda Kral, Tanrının yeryüzündeki 
temsilcisi idi. Söyledikleri, hatta kimi zaman söylemedikleri her şey hem de 
Tanrı'nın kanunu sayılıyordu. Kilisenin-Kralın, Şeyhülislamın-Padişahın 
düşüncesine, emrine, söylediğine (yani kanununa) karşı çıkmaksa Tanrıya karşı 
çıkmak demekti. 
 
Aydınlanma, bütün bunlara
 yani Avrupa'da Kilise'ye veya Krala, Osmanlı'da 
Şeyhülislama veya Padişah'a "dur" demek idiyse, Atatürk'ün Cumhuriyetinin, bir 
başka ifadeyle Türk Aydınlanmasının, Anadolu Aydınlanmasının yaptığı da bunun ta 
kendisiydi.  
 
Değil 17'inci, 18'inci, hatta 19'uncu yüzyılda, günümüz koşullarında bile, 
dünyanın neresinde olursa olsun din bezirganlarına, din baronlarına "dur" demek 
bizatihi bir devrimdir. 
Öyleyse Aydınlanma Hareketi de bir devrimdir. 
 
Ücretinin, çalışma koşullarının belirlenmesinde, bunların "insan"a yakışır 
düzeyde olmasını sağlamada en ufak bir söz hakkı olmayan işçinin, Sanayi 
Devrimiyle birlikte kendi emeği, ücreti, hatta hayatı üzerinde söz sahibi 
olması, "halkçılık" ilkesinin bir yansıması olduktan başka, yine bir 
"devrim"dir. 
 
Uluslaşmaya, ulus-devletlerin doğumuna yol açan Aydınlanma'nın, "devletçilik" 
ilkesine yabancı olduğunu söylemek de mümkün değildir. Avrupa'da kapitalizmin, 
sermaye sınıfının ihtiyacı olduğu için güçlenen, varlığı aranan devlet, 
Türkiye'de, yatırım yapacak özel sektör sermayesi dahi olmadığı için gerekli 
olmuştur. Aydınlanmanın bir ucu da sanayileşme idiyse, fabrikaların kurulması, 
toplumsal sınıfların oluşması idiyse
 Ve fakat bunu yapan, yapacak olan bir özel 
birikim de yok idiyse, devlet eliyle yapılmıştır. 
 
Kısaca Cumhuriyet, Anadolu Aydınlanmasıdır, Türk'ün Aydınlanmasıdır; Avrupa 
Aydınlanması'nın Türkçesidir, Anadolucasıdır. Avrupa Aydınlanması'nın bir devrim 
olduğunu, Avrupa dışındaki dünya da kabul ediyor. Öyleyse "Anadolu Aydınlanması" 
da bir devrimdir. Atatürk de bu devrimin "devrimci"sidir
 
 
"Kör olasın demiyorum / Kör olma da gör beni!.." demiş şair
 
 
Geldik bu güne
 
 
Zaten gelmek zorundayız. 
 
Avrupa, kendisinden başka kimseye yar etmek istemiyor Aydınlanmayı
 
 
Elbette Türkiye'ye de
 
 
Avrupa'ya, Amerika'yı da dahil edip geniş anlamıyla Batı dersek
 
 
Aydınlanmayı kendisinden başkasına yar etmeme projesini, içimizden devşirdiği, 
satın aldığı, iğdiş ettiği, uyuşturduğu, salaklaştırdığı bilinçli-bilinçsiz 
işbirlikçiler eliyle gerçekleştiriyor. Bilinçli-bilinçsiz olma durumu dikkate 
alındığında, bu işbirlikçiliği "hainlik" olarak okumamız da mümkün. 
 
Mahallenizdeki fırıncı, köşe başındaki simitçi "Abi Amerika büyük devlet, ona 
nasıl karşı koyalım" diyorsa
 
 
Bir "bilinçsiz iğdiş edilme, salaklaşma, uyuşturulma" söz konusudur. 
 
Cumhuriyetçiliğinden, laikliğinden, Atatürk sevgisinden, ulusal çıkarlara 
saygısından kuşku duymadığınız, üniversite eğitimi almış bir dostunuz "yaşasaydı 
Atatürk de özelleştirmeci olurdu" diyorsa, dehşet verici bir cehaletle 
harmanlanmış bir "salaklık" söz konusudur. 
 
Aynı durum "Aman n'olur siyasetten söz etmeyelim" diyen bir tıp "profesör"ü; 
"sen sürekli siyasetten söz ediyorsun. Siyaset kişilik sorunu olan, kendini 
kanıtlayamamış insanların işi" diyen tıp doktorları, mühendisler için de söz 
konusudur. 
 
Ama bir siyaset bilimi profesörü, her şeyi bildiği halde, "hala Sevr özlemi 
içinde olanlar var" diyene "paranoyak" diye karşılık veriyorsa, artık bir 
hainlik söz konusudur. 
Kapitalizm, yani para canavarlığı bütün haşmetiyle ortalarda salınırken; 
bezirganlık, bağnazlık şeklinde bir din hayatımızın üstünde lök gibi oturup 
dururken, bir başka siyaset bilimi profesörü "ideolojilerin sonu gelmiştir" 
diyorsa, burada artık bir alçaklık söz konusudur. 
 
Şimdi bakalım günümüz Türkiye'sindeki alçaklıklara, hainliklere
 
 
Aydınlanma neydi? 
 
Mesela laiklikti, değil mi? 
 
Mustafa Kemal Atatürk ne yapmıştı? Türkiye Cumhuriyetini laiklik temeli üzerine 
inşa etmişti
 
 
Peki şimdi ne var Türkiye'de? 
 
Ilımlı İslam gulyabanisi var. 
 
Ilımlı olduğu için olacak, Belediye zabıtaları, yani devletin memurları, 
Ankara'nın göbeğinde Keçiören'de içki satan büfeciyi kaşını gözünü 
patlatmacasına dövüyor. Zabıtalar ılımlı olmasalardı veya büfeci içkiyi satmak 
yerine içiyor olsaydı, herhalde öldürülecekti. 
 
Aydınlanma neydi? 
 
Mesela aklın, bilimin, deneyin, gözlemin egemenliğiydi, değil mi?.. 
 
Atatürk ne yapmıştı? 
 
En büyük yol gösterici bilimdir diyerek üniversiteler, araştırma kurumları 
açmıştı. 
 
Şimdi ne var Türkiye'de? 
 
Evet bakkal dükkanı gibi açımlı 100 küsur üniversite var. Ama hepsinin 
rektörünün, dekanının cemaat mensubu olmasına ramak kaldı. Trende mescit olsun 
diye başvurup, AKP'nin(!) Devlet Demiryolları Müdürlüğünden "sürekli yön 
değiştiren bir araçta kıble tayini mümkün olmadığından, mescit de mümkün 
değildir" cevabını alan "genetik profesörleri" var!.. 
 
Aydınlanma neydi? 
 
Sanayileşme idi, değil mi? 
 
Mustafa Kemal ne yapmıştı? 
 
Sümerbank yapmıştı, Etibank yapmıştı, SEKA yapmıştı, Demir Çelik Fabrikaları 
yapmıştı, Et Balık Kurumu yapmıştı, Zirai Donatım Kurumu yapmıştı, bol bol şeker 
fabrikası, dokuma fabrikası, çimento fabrikası yapmıştı. Osmanlıdan kalma 
Paşabahçemizi, tersanelerimizi korumuş geliştirmişti. Biz üstüne TÜPRAŞ'lar, 
PETKİM'ler eklemiştik. Türkiye tarım alanında kendi kendine yetebilen pek az 
ülkeden biriydi. 
 
Şimdi ne var Türkiye'de? 
 
Fabrikaların bir kısmı tamamen yok edildi. Bir kısmı arsa fiyatına yerlilere, 
yabancılara peşkeş çekildi. Tersanelerimiz ölüm tarlalarına döndü. Tarımda 
kendimize yetmek bir yana, buğdayımızı, etimizi bile dışardan alır olduk. 
 
Veee
 
 
Bütün bunları yapan Türk siyasetçileri, Türk hükümetleri, Aydınlanmanın anası 
Avrupa tarafından canla başla desteklendi, 60 yıldır destekleniyor
 
 
Dünyanın başka pek çok ülkesinde de aynı durum var. Yaşandı. 
 
Kendi gücüyle "aydınlanmaya" çalışan, çabalayan ülkelerin hiç biri 
istikrarsızlıktan kurtulamıyor. Çabalamayanlarsa zaten hala Orta Çağı, "Karanlık 
Çağ"ı yaşıyor. 
 
Aydınlanmış Batı, kendi dışında bu yönde en ufak adım atanın kafasını eziyor. 
 
Böyle bir adım atmasanız bile, mutlak itaat istiyor. Sanıyor musunuz ki Amerika 
İran'ın rejiminden, yani hala Aydınlanmayı gerçekleştirememiş olmasından 
rahatsızdır? 
 
Hayır. Dizinin dibinden ayrılmayacak bir Ahmedinejad, isterse saçının ucu 
görünen bütün kadınları astırsın. Amerika için yine de muteberdir, makbuldür. 
Tıpkı Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve benzerleri gibi
 
 
Hatta Türkiye gibi
 
 
Peki Anadolu Aydınlanması, yani Atatürk'ün Cumhuriyet devrimi Amerika'ya, 
Batı'ya itaatkar olsaydı gerçekleşebilir, kurulabilir miydi? 
 
Yine hayır. Çünkü Atatürk Anadolu Aydınlanmasını, Aydınlanmanın anası Avrupa'nın 
olağanüstü direncine rağmen gerçekleştirmişti. Batı'ya itaat eden bir Aydınlanma 
zaten Aydınlanma olmazdı. 
 
Son dönemde, ülkemizdeki gelişmeler için "rövanş" sözcüğünü sık sık duyuyoruz.
 
 
Devrim-karşı devrim tanımlaması da öyle
 
 
Ama devrimi Cumhuriyet, karşı devrimi şeirat, rövanşı da sadece ülke içinde 
şeriatın cumhuriyete karşı rövanşı olarak anlamak büyük bir eksiklik olur. 
 
Bu, Lord Curzon'un Lozan'da İsmet Paşa'ya açıkça ifade ettiği gibi o günkü 
düşmanlarımızın bize karşı, Avrupa'nın Anadolu'ya karşı ve nihayet Karanlığın 
Aydınlığa karşı rövanşı. 
 
Bu anlamda, yazının başına dönerek, dünyanın ve Türkiye'nin bugün yaşadığı çok 
ciddi sorunlara baktığımızda "dünya ve Türkiye aydınlanmış mıdır" sorusu büyük 
bir önem taşıyor. 
 
Batı kendi içinde aydınlanmış olabilir. Ama genel olarak yoğun bir karanlığın 
ortasındaki küçük bir fenerden ibaret bir aydınlıktır bu. Avrupa bu nedenle 
kendi adasından dışarı bir adım bile atamamaktadır. Çünkü paylaşmayı bilmemekte, 
aydınlığı paylaşmak istememekte, ama böylece çevresindeki karanlığı gittikçe 
çoğaltmakta, yoğunlaştırmaktadır. Hatta o karanlık yavaş yavaş Batı'nın içinde 
de belirmeye, onun aydınlığını azaltmaya başlamıştır. Bugün sadece Fransa'da 
eski sömürgelere mensup dört milyon Müslüman vardır; ve Fransa vatandaşı olarak 
Fransa devletini ciddi ciddi "türban"ı kabule zorlamakta, Müslüman bağnazlığı 
bir yandan da Hıristiyan bağnazlığını hortlatmaktadır. 
 
Türkiye, kendi aydınlanmasını, yine kendisi, hem de Batı'ya rağmen, onun 
engellemeleriyle dişe diş mücadele ederek gerçekleştirmişti. Ama Batı, zaman 
içerisinde içimizden devşirdiği işbirlikçilerle aydınlığımızı yeniden karartmaya 
girişti ve ne yazık ki bu yolda epece mesafe de aldı. 
 
Kısaca dünya ve Türkiye aydınlanmış değil; aydınlığın karanlığa karşı mücadelesi 
hala devam ediyor. 
 
Aydınlanma mücadelesi veren, vermek zorunda olan ülkeler Türkiye'yi örnek 
almalı. Aydınlanmayı, Batı karşısında esas duruşa geçerek gerçekleştirmenin asla 
mümkün olmadığını
 "Biz de onların yaptığını yapmak istiyoruz" diye düşünerek 
Batı'nın Aydınlanma yolunda kendilerini destekleyeceğini sanmanın çok derin bir 
safdillik olduğunu
 Ancak Batı'ya direnerek, Batı'ya rağmen 
aydınlanabileceklerini bilmeleri gerekiyor. 
 
Türkiye gerçekten çok güzel bir örnek. Batı'ya, Batı'nın bütün emperyalist 
canavarlığına, bize karanlığı dikte etmesine direndiğimizde AYDINLANMIŞTIK. 
Sanro Batı'ya yamanmayı marifet saymaya başlayınca KARANLIĞA boğuluyoruz. 
 
Batı'nın da, kendileri yiyip başkaları bakınca kıyametin kopacağını, dolayısıyla 
paylaşmayı, Aydınlanmayı, aydınlığı paylaşmayı öğrenmesi gerek. 
 
Yoksa, işte Kafkasya, işte Ortadoğu, işte Balkanlar, işte Afrika... 
 
Tükenmiş, karanlığa boğulmuş bir okyanusta, Batı da aydınlık kalamaz. İşte 
Amerika'nın iktisadi pürmelali, işte Avrupa'nın işsizliği, sosyal çöküntüsü
 
Londra sokaklarında da artık kapkaççılar kol geziyor. 
 
Türkiye de, sanki kendi aydınlanmasını Aydınlanmanın güya anası Batı'ya karşı ve 
rağmen yine kendisi gerçekleştirmemiş, o tarihi sanki hiç yaşamamışçasına yeni 
Gobenler, yeni Breslaular yaratıyor.
			 
			
            Ali Tartanoğlu  
			
			
		
		
		
						
		
						
		
		
						
		
		
			  
		
						 
		
		
		
		   |