'Aydın Kime Demeli?
            
              -  
 
            
            
             
            
            Ey yabancı komutan, tankın ve savaş 
            uçakların gerçekten heybetli makinalar. Koca ormanı haritadan 
            siliyor, yüzlerce kişiyi ezip geçiyor, yapıları yerlebir ediyor. 
            Fakat temel bir zaafı var: İçinde kendiliğinden bir sürücüsü yok. Bu 
            gidişle, ya bir gün sürecek kişiyi de bulamazsan!, 
            Bertolt Brecht. 
			
            
              
             
            
            
            
              
             
			
             
            Aydın kimdir? 
            
            
            
              
             
            
            Aydın kimdir? Eski Osmanlıca deyimiyle, 
            kime münevver demeli? Arapça nurdan gelen bu kelimenin anlamı 
            nurlandırılmış, ışıklı, ziyadar, tenvir edilmiş, ruşendir. Şimdi 
            aydın diyoruz; bazen de bu Türkçe sözcüğün yerine yabancı dilden 
            aktarma entelektüel. Bu kavramın önce, ünlü Socratesin yöntem 
            yönünden bir öğretisine uyarak, şöyle bir tanımını yapalım: Aydın, 
            daha akılcı, daha insancıl ve herkes için daha iyi bir toplum 
            düzenine ulaşılabilmesi için bu hedefin önündeki engellerin aşılması 
            yolunda yapılması gerekenleri saptayan, bunları inceleyen, onların 
            savaşımını veren ve yaşamını büyük ölçüde buna göre uyumlaştıran 
            kişidir. 
            
            Yapılması gereken temel gerçekleri 
            açık biçimde yakalamak amacıyla asıl önemli soruları sorabilmek ve 
            bunca karmaşık kültürel, siyasal, ekonomik ve teknolojik oluşumlar 
            içinde kalıcı ve belirleyici tepkileri saptamaktır. Ortaya, kuşkusuz, 
            yeni gerçekler de çıkacak, ama aydın kişi bunlar içinde sürekli 
            olan temel gerçeği bulup çıkaracaktır. 
            
            Halk deyimiyle, ağzı laf yapan ve 
            Babıali yakıştırmasıyla eli kalem tutan herkesin bir yorumu 
            olabilir. Yayınlanan makale, rapor ve kitaplar uzun listeler 
            oluşturmakta. Bunların içinde yüz binde bir yeni, kalıcı ve temel 
            bir düşünceye rastlanır. Gerçekten, pek azı toplumumuz nasıl 
            çalışıyor ve nereye doğru gidiyor? sorusuna eğiliyor. 
            
            Yüzlercesi ve binlercesi ormanı 
            gözardı ederek, bazı ağaçları inceliyor, o kadar. Kuşkusuz, 
            ağaçların tek tek tanımı da gerek. Bu tek başına tanımların amacı da, 
            asıl ormanı görmek, yani genel gerçeği yakalamak değil mi? Tıpta şu 
            on hastaya uygulanan ilacın sonuçları başkaları için de ne ölçüde 
            geçerli? diye sormamız gibi. 
            
            Temel savımızı açıkça belirtelim: 
            aydına düşen görev ormanın genel gerçeğini görebilmek ve bu 
            gerçekteki yanlış, çirkin, kötü ve zararlı olanları değiştirmektir. 
            
            Sık bir yakınma kişinin bir şey 
            öğrenmediği, düşünmeye yönelmediği ve doğrular yönünde bir eyleme 
            itilmediğidir. Yalnız günlük yaşamda mı? Genel gerçek tavrının eksik 
            olduğu yerlerde boşa kürek çeken kimi doktora tezlerinin başlıkları 
            bile ağırbaşlılıktan uzak, sıradan güldürü parçaları gibi. Örneğin, 
            en yüce yüksek öğretim kurumlarından biri olarak bilinen (New 
            Yorkta) Columbia Üniversitesine sunulup onaylanmış doktora 
            tezlerinden bazı başlıklar: 
            
              - 
              
              Kamu Çocuk Yuvalarında Üçüncü 
              Sınıfa Değin Aşamalarda Okul Mobilyasının Ortak Seçilişi, 
                
              - 
              
              Amerikan Kolej ve Üniversitelerinde 
              Kürek Yarışları Tarihi.   
              - 
              
              Michigan Devlet Üniversitesindeki 
              doktora tezlerinden:   
              - 
              
              Belirli ölçüler Temelinde On Üç 
              Çeşit Futbol Başlığının Değerlendirilmesi.   
              - 
              
              Kuzey Dakota Üniversitesinde ödül 
              alan tezin konusu:   
              - 
              
              Birinci Yıl Daktilo Öğretiminde 
              Seçilmiş Önemli Konular.  
              - 
              
              Indiana Üniversitesinde de başka 
              bir doktora tezi:   
              - 
              
              Hocaların ve Öğrencilerin Öğretime 
              Etkileri Açısından Gülmeleri ve Gülümsemeleri.  
             
            
            Nasıl oluyor da bilim adamı, örneğin 
            profesör ve araştırıcı sayısı, her yerde artarken bu genel 
            doğrularda odaklanan, onları anlatan, yayan ve irdeleyen kaynaklar o 
            oranda büyümüyor? 
            
            Düşünceyi ve eylemi belirli çizgide 
            tutmanın örgütlendiği ülkelerde birçok araştırma, yazı ve kitap 
            belirli amaca yönelik olarak ısmarlanmıştır. Bazı ülkelerde yığınsal 
            iletişim bir imparatorluk gibidir. 
            
            Tekelci merkezlerden yayılan iletişim 
            ağı kamuoyunu oluşturmak, kazanmak ve gerektiğinde saptırmakta etkin 
            bir araçtır. Ortaya çıkan ürünler, genel gerçekten kopuk ve ayrıca 
            kürenin tümüne yayılma aşamasında olduğu sürece, yalnız bir çevrenin 
            hizmetinde olabilir. 
            
            Dalbudak saran bilim, sayıları sürekli 
            artan bölümlere ve alt-disiplinlere ayrılarak genişliyor. Bu açılım 
            kaçınılmaz ve yararlı bir gelişmedir. Git gide uzmanlaşan bilimci de 
            eskisine oranla daha dar ama daha derin bir bilgin olma yolunda. 
            Kimileri kendi alanlarında adamakıllı ayrıntıya inerken, bazen yakın 
            dalları bile gereği gibi bilmiyor, genel bir görüngeden (perspektifden) 
            yoksun kalıyorlar. 
            
            Oysa geçmişin büyük düşünürleri, belki 
            bilginin kendinin de o yıllarda çok sınırlı olması nedeniyle belirli 
            ama dar konularda uzmanlıktan çok bütüncüydüler. Ancak, Georg 
            Wilhelm Friedrich Hegelin (1770-1831) şu sözünü anımsamakta yarar 
            var: Gerçek bütündedir! Küçük gerçekler de vardır, ama büyük 
            gerçekler kendi başlarına aranmalıdırlar. İşte, toplumbilimciler 
            bunu zaman zaman ya da uzun süre savsakladılar.y 
            
            
              
             
            
            
            Temel Gerçekleri 
            Görmek
            
            
              
             
            
            Temel gerçekler dediklerimizi ortaya 
            koyanlar da çıkmadı değil. Küçük parçaların yanında bütünü tanıyan, 
            bunun kuramını ve yöntemini koyanlar da oldu. Bu yolda söylenenlerin 
            ortak hedefi şuydu: Toplumumuz nasıl işliyor ve ne yana yöneliyor? 
            Hem yurtta, hem küresel köyde. 
            
            Görüldü ki, bu yolda değerli ürünler 
            ortaya sıkça çıkmadı. Onun yerine, daha çok, bilinen genellemeler 
            yinelendi durdu. Çarpıcı bir örnekle, ABDdeki siyasal sisteme 
            ilişkin ünlü bir tanım var. ABD başkanlarından 16.sı Abraham 
            Lincoln, bunu Amerikan İç Savaşının tam ortasında, 1863 yılında, 
            Gettysburg tren durağında halkın, halk tarafından, halk için 
            yönetimi (government of the people, by the people, for the people) 
            diye tanımlamıştır. Amerikada tüm eğitim basamaklarında bu tanımı 
            işitmemiş öğrenci yok gibidir. Yurttaşlık sınavında göçmenin bilmesi 
            gerektiği şeylerin de başında yer alır. 
            
            Günümüzde ise, demokrasiyi özgür (serbest) 
            pazara dayalı küreselleşme diye sunmaktadır. 
            
            Başkan Lincoln de, öldürülmeden kısa 
            bir süre önce durumun nasıl değiştiğini, şirketlerin bir çeşit 
            tahta oturduklarını, bunu yüksek yerlerde çürümüşlüğün 
            izleyeceğini ve paraya dayalı güçün yönetimini sürdüreceğini 
            söyleyecek ölçüde kavramıştır. 
            
            Bu bağlamda tarihsel gelişme 
            yasalarının kuramı diye önerilen toplumcu düşünce sistemine de kısa 
            bir gönderme yapmak gerekir. Kendine bilimsel ön adını ekleyen 
            sosyalizm peş peşe gelen toplum biçimlerinin doğuşunu ve gelişmesini 
            yöneten yasaları içerdiği inancındadır. Bu düşüncenin genelde 
            Marksist diye bilinen bütüncül kuramlar getirdiği, giderek 
            geleceği de öngördüğü savı vardır. Bu görüşe göre, insanlar kendi 
            tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyifleri gereği ya da 
            seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları 
            ve geçmişten gelen koşullar içinde.  
            
            Başka bir deyişle, eski kuşakların 
            bıraktıkları yaşayanların beyinleri üstüne tüm ağırlığıyla karabasan 
            gibi çöker. Aynı düşünce sistemine göre, bundan kurtulma yolu da 
            vardır; daha da öte, kurtuluş kaçınılmaz bir yazgıdır da. 
            
            Öte yandan, bu bütüncül görüş kendi 
            yöntemi çerçevesinde yeterince sorgulanmamış ve yenilenmemiştir. 
            
            Karl Marx (1818-83) Das Kapitali 
            yazdığı sıralarda (1867den sonra), bu çalışmasının etkisinde kalan 
            birçok izdeşi (müridi) kendilerinin Marksist olduklarını yazıp 
            söylemişlerdi. Ortaya yeni atılan bu deyim karşısında, Marxın 
            kendisinin Ama ben Marksist değilim! dediği söylenir. 
            
            Marxın ölümünden otuz beş yıl sonra, 
            uluslararası sosyalist akımın öncülerinden Rosa Luxemburgun 
            (1871-1919) uyarılarının ne denli canlı ve yerinde olduğunu zaman 
            daha iyi kanıtlamıştır. Konumuz açısından önemli olan Luxemburgun 
            toplumcu bir düzen için demokrasiyi olmazsa olmaz bir koşul olarak 
            görmesidir.y 
            
            
              
             
            
            Aydın Olmanın Ölçüleri
            
            
              
             
            
            Dünyanın bir yöresinin gelişirken, 
            geri kalanının gelişmeden olduğu yerde duraklaması ya da geri gidişi 
            arasında temel bağlantı ne zaman anlaşıldı? Bu durumda, gelişmişleri 
            simgeleyen ABDye kaç ülke benzeyebilir? Onu izleyen Batı Avrupa, 
            Kanada ve Japonya kervanına eski sömürgelerden ve Üçüncü Dünyadan 
            katılan olabilir mi? ABDde, en gelişmiş sermayeci toplum olmasına 
            karşın, sosyalist akım neden gelişmedi? 
            
            Ekonomik bunalımı tekelleşmeye 
            bağlayan ilk yazar, sonra İngiltereye göçen Polonyalı Michal 
            Kaleckiydi. Tekeli ve ulusal gelirin dengesiz dağılımını ekonomik 
            durgunluğun kaynağı olarak görüyordu. 
            
            Geri kalmış ülkeler sermayeci dünyanın 
            ilkel birikim döneminde istilaya uğramış olduklarından sermayeci 
            gelişme çizgisinde büyüyememişler ve yağma edilmekle kalmışlardı. 
            Ama Japonya sömürgeleşmemiş, eşit olmayan antlaşmalarla eli kolu 
            bağlanmamış ve kendi artı değerini kendi egemenliği altında 
            tutabilmişti. Bu aşama sayesinde Amerika ve batı Avrupa gibi 
            sermayeci yolda bir gelişme yaşadı. 
            
            Su yüz derecede kaynadığına göre, 
            ortada kalma endişesiyle elli derecede kaynadığı yanlışında 
            diretmenin yanlışlığı ve yanıltıcılığı bellidir. eleştirileri 
            temel sayılmayan alanlarla sınırlamak düzeni sürdürmenin, başka 
            deyişle gelişmeyi engellemenin bir yoludur. Gerçek yansızlığın da, 
            aydın olmanın da ölçüsü akıl-dışı yaklaşımın yenilgisi ve kişinin 
            ilerlemesinin sağlanmasıdır. 
            
            İlerleme sözcüğüyle anlatılmak 
            istenen, yalnız söylencelerin (efsanelerin) iflası ve yüksek 
            teknolojinin en başta küçük ve belirli bir azınlığın hizmetine 
            verilmesi değildir. İlerleme temel sorunları göz ardı etmek yerine 
            onları tanımayı gerektirir. Örneğin, gözde Suudi prenslerinin beş 
            yüzer son model otomobile sahip olmaları o topluma teknolojide 
            ilerilik önadını kazandırmaz. 
            
            Temel konuları aramanın ve bulmanın 
            yolu onları tek tek ve ayrı ayrı değil, birbiriyle bağlantılı 
            biçimde ele almaktır. Çağımızın temel konusu küreselleşme 
            sözcüğüyle perdelenen dünya çapındaki sermayeci düzendir. Aydının 
            görevi onu tüm sonuçlarıyla değerlendirmektir. Şu ya da bu yönüyle 
            değil, genel gidişi ve insanlığın büyük çoğunluğu için tüm 
            sonuçlarıyla birlikte gerçekçi ölçüler içinde ve rakamlarla 
            değerlendirme. Örneğin, laikliğe yöneltilen saldırı daha da 
            derinleştirilmek istenen tutucu düzenin bir parçasıdır. Ya da çarpık 
            kentleşme ve çevrenin bozulması gibi oluşumlar da gene aynı kapkaççı 
            düzenin durdurulamayan sonuçlarıdır. Ormanı görmeden bunların tek 
            başlarına eleştirilmeleri hastalığı iyileştirmeğe yetmez. Bilimsel 
            yaklaşım bunlar arasındaki bağlantıları kurmak ve bütünü ortaya 
            çıkarıp değişime o bütünden başlamaktır. 
            
            Aydın kişi bir düzenin köklerini ve 
            nedenlerini incelemekle kalmaz, inişe geçişine ve değişimine de 
            eğilir. Daha iyi bir dünya için ilk adım bu kapsamlı girişimdir. 
            Akılcılık kişinin kendi ürünüdür; doğayı ve toplumu kavramasına 
            yarar; herkes için yaşam koşullarını iyileştirme de söylenceyi 
            bırakıp akılcılığı benimsemesine bağlıdır. 
            
            Ancak, Pazar ekonomisine inananlar da 
            akılcılığın sözünü edeceklerdir. Onlara göre, Pazar ekonomisi 
            akılcıdır, ama yer yer ve zaman zaman karmaşa, giderek anarşi varsa, 
            nedenleri işçi sendikalarının ve kimi resmi yönetim biçimlerinin 
            düzene karışmalarıdır. Onlara bakılırsa, Pazar ekonomisi doğal bir 
            oluşum, giderek tarihin sonudur
            [1] ve insan zekasının en yüksek anlatımıdır. 
            
            Gelişmiş diye bilinen ve göreceli 
            olarak küçük parça dünya ekonomik sisteminin ancak bir bölüntüsüdür. 
            İşte, bu ufak ama güçlü parça nüfus, toprak ve ham maddeler yönünden 
            geri kalan büyük ve güçsüz parçanın gelişmesini önler. İngiliz 
            iktisatçısı David Ricardodan (1772-1823) bu yana, modern ekonomik 
            kuram pazarı dengede tutmak için mekanik çözümlerle uğraşmanın 
            ötesine geçememiştir. Gene İngiliz (sonra Baron) John Maynard 
            Keynesin (1883-1946) getirdiği yenilikler de bu sınırları aşamadı. 
            
            Ünlü fizikçiler A. Einstein ve L. 
            Infeld Fiziğin Evrimi adlı kitaplarında yalnız fizik için değil, 
            tüm bilimler, bu arada toplumsal bilimler için de geçerli kuralın 
            altını şu yaklaşımla çizdiler: Bilimde önemli olan, ilk hareket 
            noktasının ortaya nasıl konduğu, düşünmeye neyin nasıl ileri 
            sürülmesiyle başlandığıdır. Konuyu daha başında eksik ya da yanlış 
            oturtunca, bu başlangıcı izleyen yöntem rakamsal ve matematiksel 
            olsa bile, sonuç gene temelde yanıltıcı olur. 
            
            Başka bir deyişle, sorunu daha başında 
            doğru yerleştirmeyen çok sayıda konuşma ve yayın var. Bunların 
            kimileri rakamlara dayalı olabilir; giderek yer yer güzel de ifade 
            edilebilir. Üstelik, birçoğu eleştirici gözle de yaklaşıyor, bu 
            arada, önemli bölümü çevre ülkelerindeki gelişmemişliği konu 
            ediniyorlar. Ama son çözümlemede, eleştirilere doğru yolu sağlayacak 
            bütüncül çerçeveyi çizmedikleri sürece, istenmeden yapılsa bile 
            zaman tüketici, oyalayıcı ve yararsız olmanın ötesine 
            geçemeyeceklerdir.  
            
            Nedeni temel hastalığın bir, iki 
            göstergesinde yoğunlaşmış olmalarıdır. Bunlar : 
            
              - Nüfusun çok hızlı artması,
 
              - Sermayenin yetersiz 
              kalışı,  
 
              - Ancak çok az sayıda 
              girişimcinin bulunuşu,  
 
              - Yabancı sermaye girişinin 
              kısıtlı oluşu ya da  
 
              - Ülkenin şu ya da bu örgüte 
              giremeyişi gibi göstergelerdir.  
 
             
            
            Sonuçta, önerilen düzeltmeler de temel 
            nedenler yerine aynı göstergelerle ilgili olabilir. 
            
            Bazı düşünürlerin ileri sürdüklerinin 
            aksine, toplum bilimcilerin tümünün araştırmalarının kendilerini 
            alıp götürecekleri noktaya ulaşmakta özgür olduklarını savunmak 
            inandırıcı değildir. Unutmamalı ki, onların entelektüel ufku da 
            tutucu toplumsal sınıfla, yani ileri sermayeci ülkelerdeki tekelci 
            sermaye ile ona bağımlı orta sınıfta egemen yerleşmiş inançların 
            saptadığı dar çerçeveyle sınırlıdır. 
            
            İşte, bu sınırlamanın da, rasgele ve 
            yanlış kullanılan bir deyimle, kendine göre bir akılcılığı vardır. 
            Ama bu yöntem Pazar yeri akılcılığıdır, yalnızca. 
            
            Geleneksel yöntemlerle işleyen pazarda 
            genel büyümenin altını çizerken, nüfusun önemli bölümünün aç ve 
            sağlık ya da eğitim hizmetlerinden yoksun kalışı, ayrıca bu durumun 
            temelden değiştirilmesi onların dikkatlerini yeterince çekmez.y 
            
            
              
             
            
            
            Emperyalizmin Ağırlığı
            
            
              
             
            
            Bu oluşumla bağlantılı olarak, 
            ekonomik ve toplumsal geriliğin bazı kök nedenleri de vardır. Genel 
            çerçeveyi anlamamıza yardımcı olan kimi yazarların yapıtlarında bu 
            nedenlerin ana tanımı şu sözcükle aydınlığa çıkar: Emperyalizm. Bu 
            son sözü edilenin oluşumu ve gelişmesi de bir hayli geç ele 
            alınmıştır.  
            
            Hobson, Hilferding, Lenin ve Magdoff 
            bu konuda herhalde kilometre taşlarıdır. Ama gene de, emperyalizmi 
            teorik olarak baştan sona ve bugünü de içerir biçimde anlatan 
            kapsamlı bir inceleme yoktur.  
            
            Marksçı olmayan İngiliz Hobson, 
            emperyalizmi ticaretten çok Batıdaki korumacı (protectionist) 
            aşamaya ve böylece sömürgeciliğe bağlayarak eşit olmayan 
            antlaşmalarla açık kapı siyasetinin bu oluşuma yardımcı olduğunu 
            belirtirken, emperyalizmin zenginliğin içte daha yaygın 
            bölüşülmesiyle ortadan kalkacağını savunmaktadır.  
            
            Sermayenin toplanma ve merkezileşme 
            eğilimi üstünde yoğunlaşan Hilferding sonunda tek bir kartelin 
            kalacağı inancındaydı. 
            
            Lenin ise sermayenin tekelci dönemiyle 
            emperyalizm arasındaki bağı gösterme amacını güdüyordu. 
            
            Tüm bu yayınlara karşın emperyalizmi 
            başından bugüne, son değişimlerini de içine alarak anlatan teorik 
            bir uzun inceleme henüz yoktur. 
            
            Emperyalist güç, çevre ülkelerinde 
            genelde feodallerle işbirliğine yönelik ticaret sermayesi 
            sahiplerini destekleyip yerli endüstri kapitalizmini boğmuş ve 
            bağımsız bir orta sınıfın gelişmesini önlemiştir. Osmanlı 
            İmparatorluğu böyle bir uygulamanın kurbanı olmuştu. Bundan doğan 
            sonuç, dışa bağımlı ve varlıklı küçük bir grupla devletin özel 
            ayrıcalıklar tanıdığı tekelci çevreler ve büyük toprak ağalarının 
            kendi aralarında kurdukları işbirliğinin denetiminde bir düzen oldu. 
            Böyle bir yapı yavaş, adil olmayan ve dengesiz bir büyüme getirir. 
            Yan etkileri kaynakların savrukça harcanması, yönetimde çürümüşlük, 
            nüfus artışı ve çeşitli orantısızlıklardır. 
            
            Çok açıktır ki, kendi el emeğiyle 
            geçinen birinin, yani sıradan bir işçinin en varlıklı kişinin yıllık 
            kazancını eşitlemek için 100.000 yıla yakın çalışması gerekliyse, bu 
            işleyiş biçiminde düzeltilmesi gereken büyük bir çarpıklık vardır. 
            Sözü edilen bu rakam gelişigüzel uydurulmuş değildir. Sermayeci 
            düzende, özellikle ilerlemiş kapitalist ülkelerde asgari ücret ya da 
            saat başına ödenen ücretten hareketle en fazla kazanan işverenin 
            yıllık geliri orantılara vurulduğunda, ortaya böyle bir hesap 
            çelişkisi çıkmaktadır. 
            
            Temel sorun ve ondan doğan yan 
            sorunları aşmanın yolu köklü ve ileriye uzantılı altyapı 
            değişikliğinden geçer. Önce, yabancı bir devletin ya da devletler 
            grubunun doğrudan denetiminden kurtulmak gerekir. Bu başarı siyasal 
            bağımsızlıkla olur. Ne var ki, siyasal bağımsızlık emperyalizmin 
            etkisini özdevimli (otomatik) olarak yok etmez. Ülkenin ekonomik 
            yapısında ve sermayeci merkezin yatırım dokusunda değişmeler olmazsa, 
            bağımlılık sürecektir. Emperyalist gücün, siyasal bağımsızlıktan 
            sonra da, dolaylı ya da kendi deyimiyle demokratik denetimi pekala 
            söz konusu olabilir. Bu denetim günümüzde, bir olasılıktan da öte, 
            yaygınlaşmakta ve derinleşmektedir. 
            
            Emperyalizmin geçen yüzyıllarda beyaz 
            adamın sorumluluğu (the white mans burden) ya da uygarlaştırma 
            (la civilisation progressive) gibi aldatmacalarının yerini bugün 
            demokrasiyi kurma (The introduction of democracy) ve kalkınma 
            (development) sağlama benzeri sözcükler almıştır. Bu yolda yapılan 
            önerilerin, baskıların ve müdahalelerin ardındaki anlatım, hele 
            akılcılık savı çevre toplumlarının gelişmelerini yavaşlatma, 
            denetleme ve kendine bağımlı duruma getirme yönteminin adıdır. 
            
            Batı Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar 
            uygarlığın en yükseğini kendilerinin simgelediğini ileri sürerler. 
            Eski Yunanlılar gibi kimi İlk Çağ halkları da kendilerini o 
            dönemlerin uygar toplumları saymışlarsa da, bugünkü Batılılar, 
            onların doğrudan ya da dolaylı mirasçıları olma hakkını, gene kendi 
            savlarınca, herkesten fazla kazanmışlardır. Bu çevrenin anlayışına 
            bakılırsa, uygarlığın ölçüleri teknolojik ilerleme, üretimin artması 
            ve yüksek yaşam düzeyidir. Örneğin, bu çevrelerin sözcüsü durumunda 
            olan Samuel P. Huntingtona göre, Batı uygarlığı evrensel, ötekiler 
            yalnızca bölgeseldir. 
            
            Eski tip sömürgeciliğin yeryüzü 
            çapında gerilediği bir gerçektir. Ancak, Avrupa ile Kuzey Afrikada 
            Alman Nazizmi ile İtalyan Faşizminin, Büyük okyanus ve kıyılarında 
            Japon militarizminin yenilgilerine karşın, emperyalizm ayakta kalmış, 
            giderek kendini yenilemiş, yeni yayılma yolları bulmuştur. 
            
            Bu nedenledir ki, (Batı kapitalizmi ve 
            Sovyet blokundan sonra) Üçüncü Dünya diye de adlanan yeni siyasal 
            bağımsız ülkeler ne yer yer şevkle giriştikleri değişim 
            programlarını, ne de tüm yeryüzünde umut bağladıkları Yeni 
            Uluslararası Ekonomik Düzeni gerçekleştirebildiler. İki 
            başarısızlık da temelden birbirine bağlıdır. Üçüncü Dünyanın 
            sayıları yüzü aşan üye devletleri ortak programlarda birleştiler. 
            Büyük çoğunluğu merkez ile çevre arasında temel bir çıkar 
            çatışmasının farkına da vardı. Bu tanı emperyalizmin ne olduğunu ve 
            Üçüncü Dünya için ne gibi sonuçlar doğurduğunu anlama açısından son 
            derece önemli bir ileri adımdı. Bu adımın bilincinde olarak, 
            gelişmemiş dünya, yani Asya-Afrika-Latin Amerika halkları için yeni 
            bir ekonomik düzen umudunu da bir süre yaşattılar. Ancak, ne kendi 
            kalkınmaları ne de onların özlemlerine yer veren yeni dünya düzeni 
            emperyalizm var oldukça gerçekleşmeyecekti.y 
            
            
              
             
            
            
            Üçüncü Dünya'nın 
            Sınırlı Başarıları
            
            
              
             
            
            Gerçi, bu eski sömürgeler siyasal 
            bağımsızlığı elde etmekle emperyalizmin kalıntılarının kendiliğinden 
            ortadan kalkmayacağının bilincine varmada fazla gecikmemişlerdi. 
            
            Üçüncü Dünyadan, başka bir deyişle, 
            Bağlantısız ülkelerden gelenler emperyalist uygulamayı eleştirip 
            onda değişiklikler istedilerse de, emperyalist merkezden anlamlı 
            ödünler gelmedi ve merkez çevrenin isteklerine kulaklarını tıkadı. 
            Bu arada, çevre ülkelerinin birtakım başarıları da oldu. 
             
            
            Örneğin, Birleşmiş Milletlerin genel 
            kurulunda, hele Doğu Bloku üyeleriyle birlikte hareket 
            edebildiklerinde, bu kuruldan (BM antlaşma metni gereği) tavsiye 
            niteliğinde, yani hukuken bağlayıcı gücü olmayan kararlar 
            çıkarabildi. Ya da, petrolü olan ülkelerin örgütü OPEC 1973te 
            fiyatları ilk kez büyük ölçüde artırabildi. Bundan da bir yıl sonra, 
            1974te BM Genel Kurulu Yeni Ekonomik Düzen Kurulması İçin Bildiri 
            ve eylem Programı kabul etti. Buna göre, eşitsizlikler düzeltilecek 
            ve gelişmiş ülkelerle gelişmekte olanlar arasında gittikçe 
            genişleyen uçurum ortadan kaldırılacaktı. Buna ek olarak, 
            Devletlerin Ekonomik Hakları ve Görevleri Şartı da resmen kabul 
            edildi. 
            
            Üçüncü Dünyanın başarı gündeminde 
            bunların dışında sözünü etmeye değer kazançlar yoktur. 
            
            Emperyalist merkez, çevreye karşı bir 
            sabotaj siyaseti uyguluyordu. Önce, UNCTAD ve BM kararlarına 
            karşıydı ve bunların yaşama geçirilmelerini engelledi. İkinci olarak, 
            kendi karşıt önerilerde bulundu; bunların ereği de çevre 
            ekonomilerini avuca daha iyi alma, yani kaynakları ele daha güvenli 
            biçimde geçirme amacını güdüyordu.  
            
            Üçüncü Dünya emperyalist merkezin 
            kendinden hangi ürünü ne ölçüde almak istediğine bağlı kalmanın ötesine 
            geçemedi. O denli ki, ekonomik yaşamını eskisi gibi sürdürebilmek 
            için bu satışın koşullarına razı olmak zorundaydı. Başarı şansı bu 
            dar çerçevede bir hayli azdı. Üçüncü Dünyanın pazarlık gücü söz 
            konusu değildi. Emperyalist merkezin vermekte beis görmediği ödünü 
            yeterli saymak zorundaydı. 
            
            Daha önemlisi, Üçüncü Dünya ABD, Batı 
            Avrupa ve Japonya gibi gelişmiş sermayeci ülkelerin gelişme sürecini 
            izlemedi. Gerçekte, iki grup toplumun, yani merkez ve çevre 
            ülkelerinin gelişme çizgisi birbirine benzememekle kalmıyor, karşıt 
            iki biçim de oluşturuyordu. Kısaca, merkez ülkelerindeki endüstri 
            Devriminden önce tarımda da bir devrim olmuş, dönemsel kıtlıklar 
            yok edilmiş, artan gıda ürünleri pazarı genişletmiş ve tüketim 
            malları çoğalmıştı. Endüstri Devrimini hazırlayan bu oluşum yerli 
            teknolojik ilerlemeleri de birlikte getirmiş, o toplumlarda çok 
            sayıda türetmen (mucit), teknisyen ve zanaatkar yetişmişti. Böylece, 
            uluslararası düzeyde ortaya az sayıda bir sermayeci ülkeler grubu ve 
            bir de çok sayıda çevre toplumları çıkıyordu. 
            
            Bu ikinciler, Çin gibi birkaçı dışında, 
            bir tarım devriminden uzun süre geçmediler. Üçüncü Dünyada bugün de 
            büyük toprak sahipleri, faizciler ve tüccarın egemen olduğu düzen 
            yaygın biçimde sürüp gitmektedir. Çevredeki yerle kaynakların 
            dışsatıma yönelmesi iç talebi bir ölçüde karşılasa ve dövizin 
            yabancılardan alımla dışa akmasını önlese de, iç tüketim daha çok 
            lükse dönük küçük bir azınlığı doyurmakta, çevrenin dış borçları da 
            azalmamakta ve ekonomiyi ayrıca bağımlı kılan biçimde büyümektedir. 
            Moratoryum denen dış borcu erteleme benzeri çözümler geçici 
            niteliktedir. 
            
            Merkez ülkelerinin endüstrel 
            ürünleriyle rekabet etmek zorunda kalan çevre ürünleri maliyeti 
            düşük tutmak için işçi ücretlerini kısma yollarına sapmak 
            zorundadırlar. Böylesine bir daralma iç tüketimi ve iç pazarı da 
            ufaltmaktadır. Çevre ülkeleri olumsuz koşullarda yabancı yatırım ve 
            yeni borçlanmalar yoluyla geçici rahatlama arayışları içindedirler. 
            
            Gerçek çözüm emperyalist merkezin 
            buyurduğu değişikliklerden değil, emperyalist merkezle kurulmuş 
            doğrudan ya da dolaylı bağları koparmaktan geçer. Düzeni 
            değiştirecek olan, çevre ülkelerindeki dengesiz ve adalet-dışı 
            siyasal ve ekonomik gidişten zarar görenlerdir. Zarar görenlerin 
            belkemiği büyük halk yığınlarından başkası olamaz. Onların birkaç 
            yılda bir kez oy vermekle yetinmeyip, yönetim biçimine gerçekten 
            demokratik nitelik kazandırır biçimde, iktidara aday, seçici, karar 
            verici, uygulayıcı ve denetleyici olarak ağırlıklarını koymaları 
            uluslararası düzeydeki dengesizliğin de ağıkıranı, yani panzehiridir. 
            Bu konuyu Alman oyun yazarı ve ozanı Bertolt Brechtin (1898-1956) 
            eski bazı sözlerini biraz değiştirerek kapayalım: 
            
            Ey yabancı komutan, tankın ve savaş 
            uçakların gerçekten heybetli makinalar. Koca ormanı haritadan 
            siliyor, yüzlerce kişiyi ezip geçiyor, yapıları yerlebir ediyor. 
            Fakat temel bir zaafı var: İçinde kendiliğinden bir sürücüsü yok. Bu 
            gidişle, ya bir gün sürecek kişiyi de bulamazsan! 
            
            Çözüm yolunun başında insanın 
            emperyalizmin buyruğundan çıkması yer alır.y 
              
               
              
			
            
              
				- 
				Prof. Dr. Türkkaya 
				Ataöv
 
				- Türkiye Bilimler 
              Akademisi,  Akademi Konferansları, 29 Kasım 2004
 
				
            
              
             
             
            
            Kaynak
            
            
              
             
            
              - Aydın Kime 
              Demeli?, Türkkaya ATAÖV, Türkiye Bilimler Akademisi 
				y
 
              
            
              
             
             
            
                
            
            
            [1]
			Francis Fukuyama, The End of History? The National 
            Interest 
		
		
						
		
		
						
		
		
			  
		
						 
		
		
		
		 |