Atatürk 
		Sonrası Türkiye: 'Tutsaklık' 
		ve 'Uşaklık' Yolunda Adım Adım 
		
		
		Uzun yıllardır Türk 
		dış politikasının iki temel ilkesinin var olduğundan bahsedilir. 
		Bunlardan birincisi, bir boyutuyla var olan sınırları sürdürme ve 
		yayılmacı politikalar izlememe, diğer boyutuyla da mevcut uluslararası 
		düzen içinde dengeleri yakalama ve devam ettirmek şeklinde tezahür eden 
		statükoculuktur. Diğerinin ise "çağdaş uygarlık" hedefi 
		bağlamında formüle edilen Batıcılık olduğu genellikle kabul edilen bir 
		görüştür. Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar olan dönem için bu 
		iki ilkenin Türk dış politikasının değişmez parametrelerinden olduğu 
		iddia edilmektedir. Ne var ki, bu genel çerçeve kapsamında, özellikle 
		dış politik ilişkiler açısından Cumhuriyet'in çeşitli dönemleri 
		arasındaki niteliksel farkı belirleyebilmek için, salt bu iki ilkenin 
		yeterli olduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Özellikle Ulusal 
		Bağımsızlık Savaşı ile Cumhuriyet'in ilk yıllarını kapsayan Atatürk 
		döneminin gerek iç, gerek dış politikadaki özgün yönünü anlayabilmek 
		için, süreci başka bir kavramın yardımıyla değerlendirmek zorunludur. 
		Diğer bir ifadeyle 1919'dan 1938'e kadar uzanan dönemde Cumhuriyet'in 
		ulusal bağımsızlık ve egemenlik konusundaki hassasiyeti ile Atatürk 
		sonrası dönemde, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllardaki 
		bağımsızlığı önemsemeyen ve göz ardı eden tutumu, açık bir çelişki 
		oluşturmanın ötesinde, Türk dış politikasında niteliksel bir dönüşümün 
		gerçekleştiğinin de kanıtıdır. 
		
		
		
		Osmanlı, Atatürk Dönemi Dış Politikası
		
		
		1945 sonrasında dış ilişkilerin seyri ve nihayetinde bugün gelinen nokta 
		dikkate alınırsa aslında Atatürk dönemi Türk dış politikasının, 
		Osmanlı-Cumhuriyet döneminin diplomatik ilişkiler tarihinde bir parantez 
		oluşturduğunu söylemek pek bir abartma olmaz. Hem Batı ile 
		karşısındakiler hem de Batı'yı oluşturan unsurlar arasında bir denge 
		kurma ve sürdürme anlayışının, sadece Cumhuriyet dönemine özgü olmadığı, 
		bu politikanın XIX. yüzyıl Osmanlı diplomasinin temel yaklaşımlarından 
		biri olduğu bilinmektedir. Ne var ki, XIX. yüzyıl Osmanlı diplomasisinin 
		bu dengeci politika ile varmayı amaçladığı hedef, Atatürk dönemi dış 
		politikasının dengecilik anlayışının ulaşmayı amaçladığı noktadan 
		tamamen farklıdır. Osmanlı devletinin Avrupa'nın büyük güçleri 
		arasındaki güç dengelerine dayanarak ya da bir veya birkaç büyük 
		devletin himayesini kabul ederek devletin varlığını devam ettirmeye 
		çalışması ve sonuçta bu denge ya da himaye ilişkisinin sürmesi için 
		ekonomiden siyasete, askerlikten eğitime kadar neredeyse hemen her 
		alanda, "reform" adı altında ödünler vermek zorunda kalması, 
		Atatürk döneminin dengecilik anlayışı ile ilgisi olmayan ve 
		başarısızlığı kanıtlanmış bir yaklaşımdır. Oysa Atatürk dönemi dış 
		politikasının dengeciliği, himaye ilişkileri içinde var olmayı ve başka 
		devletlere dayanarak, onların verdiği garantiler ve teminatlar 
		çerçevesinde yaşamayı değil, gerek dünya gerek Avrupa politikasının 
		gerçekçi bir değerlendirmesi sonucunda bağımsızlık ve egemenliği 
		koruyarak modernleşmeyi, açık bir ifade ile bağımsızlık içinde bir 
		çağdaşlaşmayı amaçlamaktadır. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki bütün olumsuz 
		koşullara ve Milli Mücadele saflarından da gelen ısrarlara rağmen 
		mandacılığın değil de "istiklal-i tam" anlayışının benimsenmesi 
		de, Cumhuriyet ilan edildikten sonraki süreç içerisinde uluslararası 
		koşullar olgunlaştığı ve elverdiği anda, Lozan anlaşması ile verilmek 
		zorunda kalınan ödünleri telafi edecek dış politika açılımlarının 
		yapılması da, bu bağımsızlıkçı anlayışın doğal bir sonucudur. 
		
		
		
		1938 sonrası dönem: 'Küçük Amerikalaşma' 
		dönemi
		
		
		1945 sonrası dönemde, Atatürk döneminin bağımsızlıkçı anlayışı terk 
		edilmiş, Türkiye siyasal, askeri ve ekonomik alanda bağımsızlık ve 
		egemenliğini her geçen gün daha da yitireceği bir süreçte yol almaya 
		başlamıştır. Daha ilginç olan nokta ise, aslında dış politikadaki 
		dengecilik anlayışının da bu dönemde terk edilmesi, Batı ittifakına 
		giren Türkiye'nin kuzey komşusu Sovyetler Birliği ile uluslararası 
		politikada karşı saflarda yer alması, ağırlığını kayıtsız koşulsuz 
		Batı'dan yana koymasıdır. Üstelik Türkiye, bu dönemde, Batı ittifakı 
		içinde de bir denge gözetmek yerine, iç ve dış siyasal ilişkilerinde 
		ABD'nin belirleyiciliğine ve egemenliğine teslim olmuştur. Bu süreci, 
		Nihat Erim'in 1940'lı yıllarında sonunda veciz bir şekilde ifade ettiği
		"Küçük Amerika" kavramı yardımıyla, bir "Küçük Amerikalaşma" 
		dönemi olarak adlandırmak hatalı olmaz. Özellikle 1950'lerde netleşen bu 
		durum, daha sonraki süreçte de belli kayıtlarla günümüze kadar varlığını 
		sürdürecektir. 
		 
		Bu bağlamda yanıtlanmayı bekleyen ilk soru, Türkiye'nin özellikle dış 
		politikada, neden Atatürk döneminin tam bağımsızlıkçı, ulusal egemenliği 
		gözeten, Batı karşıtı olmayan ama Batı'nın değil Türkiye'nin ulusal 
		çıkarlarına öncelik tanıyan, onurlu ve başı dik yürüyüşünden 
		vazgeçtiğidir. Aslında bu "Küçük Amerikalılaşma" sürecinde 
		yaşanan ve sonraki yıllarda Türkiye'nin egemenliği ve bağımsızlığı 
		açısından zararları ortaya çıkan somut gelişmeler, İkinci Dünya 
		Savaşı'nın son bulması neticesinde değişen dünya dengelerinin etkisiyle 
		ivme kazanmış olsa da, gerçekte sürecin 1938 yılında Atatürk'ün ölümüyle 
		başladığı ve İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı olağanüstü koşulların 
		etkisiyle 1945'e kadar pek dikkat çekmediği söylenebilir. Bu noktada 
		yapısal etkenlerle, dış politikanın belirlenmesinde ve uygulanmasında 
		etkin olan kişilerin şahsi yönelimlerinin belirleyiciliği ayırt 
		edilmelidir. 
		 
		"Küçük Amerikalaşma" sürecinin aslında Atatürk'ün ölümüyle 
		başladığı söylenebilir. "İkinci Adam" İnönü'nün Cumhurbaşkanı 
		seçilmesi ve "Milli Şef" olmasıyla, Ulusal Bağımsızlık Savaşı 
		yıllarında mandacılık anlayışını savunan kesimlere iade-i itibar 
		edilirken, Atatürk'ün yakın çevresinin siyasal yaşamdan tasfiye edildiği 
		görülmektedir. (Bu sürecin ayrıntılı bir çözümlemesi ve aşağıda 
		aktaracağımız bilgiler için bkz. Çetin Yetkin, Karşıdevrim, Otopsi Yay., 
		İstanbul, 2003) Rauf Orbay, Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Refet Bele 
		gibi şahsiyetlerin Milli Mücadele sırasında, özellikle de Sivas Kongresi 
		günlerinde Amerikan mandasını savunduklarını, Ulusal Bağımsızlık Savaşı 
		zafere ulaştıktan sonra da Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir'in 
		katılımıyla bu grubun saltanat ve hilafetin kaldırılmasına karşı 
		çıktıkları bilinmektedir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucu ve 
		yöneticilerini oluşturacak bu gruptan Rauf Orbay, Halide Edip ve Adnan 
		Adıvar, 1926'da Atatürk'e İzmir suikastı girişimi sonunda yurtdışına 
		çıkmak zorunda kalmışlar; Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir ise 
		Atatürk dönemi boyunca siyasi hayatın dışında tutulmuşlardır. 
		 
		Daha da ilginç olan nokta, sonraki süreçte Mustafa Kemal'in "sağ kolu" 
		ve Türk Devrimi'nin "İkinci Adamı" olarak rol oynayacak olan 
		İsmet İnönü'nün de Ulusal Bağımsızlık Savaşı'na katılmadan önce Kazım 
		Karabekir'e yazdığı bir mektupta Amerikan mandasını savunmuş olmasıdır. 
		İnönü, "Korkulur ki bütün Asya'yı eline geçirmiş olan İngilizler, 
		yegâne kabiliyeti harbiye ve ihtilaliyyesi olan Türkiye'yi elinde 
		bulundurarak tamamen çürütüp mahvetmek isteyeceklerdir. Eğer Amerika'nın 
		gelmesi suya düşerse, İngilizler için bugünkü taksim vaziyetini tevsik 
		etmekten başka yapılacak bir şey yok gibidir ki, İngilizlere diğerleri 
		bu hususta muavenet edecekler, muhalefet etmeyeceklerdir. Eğer 
		Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde, 
		Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniyor 
		ki ben de tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan 
		Amerika'nın murakabesine tevdi etmek yaşayabilmek için yegâne ehven çare 
		gibidir" (Çetin Yetkin, a.g.e., s.29) görüşündedir. 
		 
		Mustafa Kemal Atatürk'ün 1938'de hayata veda etmesi ve yerine Türk 
		Devrimi'nin "İkinci Adamı" olarak tanımlanan İsmet İnönü'nün 
		Cumhurbaşkanı seçilmesi ile o zamana kadar siyaset dışında tutulan Kazım 
		Karabekir, 22 Aralık 1938'de aday gösterilerek 6 Ocak 1939'da 
		milletvekili seçilmiştir. Kazım Karabekir, 1946 yılında da TBMM Başkanı 
		yapılacaktır. Kazım Karabekir'in 26 Ocak 1948'de ölümü üzerine boşalan 
		TBMM Başkanlığı'na ise, 30 Ocak 1948'de Ali Fuat Cebesoy getirilmiştir. 
		Daha ilginç olanı ise, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından hakkında 
		verilen bir mahkûmiyet kararı bulunmasına rağmen Rauf Orbay'ın da 22 
		Ekim 1939'da yapılan ara seçimlerle milletvekili yapılmış olmasıdır. Öte 
		yandan İnönü cumhurbaşkanı seçildikten sonra Tevfik Rüştü Aras, Şükrü 
		Kaya, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Cevat Abbas Gürer, Hasan Rıza Soyak, 
		Naşit Hakkı Uluğ ve Tahsin Uzer gibi Atatürk'ün yakın çevresinden olan 
		kişiler ise milletvekili adayı gösterilmeyerek TBMM dışında 
		bırakılmışlardır. Böylece Atatürk'ün yakın çevresi tasfiye edilirken, 
		Atatürk dönemi muhaliflerinin İnönü döneminde iade-i itibar edildiği ve 
		önemli görevlere getirildiği görülmektedir. 
		 
		İsmet İnönü, eski muhaliflere iade-i itibar edilmesini, Defterler'in (Bkz. 
		İsmet İnönü, Defterler 1919 -1973, C.1, Haz: Ahmet Demirel, YKY, 
		İstanbul, 2001, s.257-258) 16 Şubat 1939 tarihli sayfasında şöyle 
		açıklamaktadır:  
		"Şimdiye 
		kadar yapılan işler şunlardır: Hükümette tedrici tasfiye, dâhili 
		politikada huzur ve uzlaşma. Dâhili politikada ciddi bir uzlaşmaya 
		teşebbüs ettim. Eski muhaliflerin teskini ve mümkünse kazanılması 
		kıymetli bir şey idi. İhtilaf ve nifak esasında şahsiyetten doğmuş idi." 
		
		Eski muhaliflerin Amerikan mandasını destekleyen 
		görüşleri ve Cumhuriyet'in ilanına karşı olan tutumları ortadayken "ihtilaf 
		ve nifakın esasında şahsiyetten" doğduğu düşüncesi inandırıcı 
		değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Üstelik Türk dış politikasındaki 
		köklü rota değişikliğinin Demokrat Parti ile beraber daha da ivme 
		kazandığı düşünülürse, İsmet İnönü'nün koruyup kolladığı Atatürk'ün bu 
		siyasi muhaliflerinden Ali Fuat Cebesoy ile Halide Edip Adıvar'ın 14 
		Mayıs 1950 seçimlerinde DP listesinden milletvekili seçilmeleri de hayli 
		anlamlıdır. 
		 
		Sonuç itibarıyla sanki basit bir iç politika gelişmesi gibi görünen ve 
		İnönü'nün "dâhili politikada huzur ve uzlaşma" girişimi olarak 
		sunduğu bu değişiklik, aslında Cumhuriyet'in siyaset felsefesinde daha 
		sonraki yıllarda somut eylemlerle sonuçları ortaya çıkacak bir yön 
		değişimini de ifade etmektedir. Bu yön değişiminin elle tutulur 
		sonuçları özellikle dış politika alanında, 1945'den itibaren görülmeye 
		başlanacaktır. 
		 
		Cumhuriyet döneminin siyasal gelişmelerinde 1946 seçimleri ile çok 
		partili döneme geçilmesinin önemli bir dönüm noktası olduğu kabul edilir. 
		Daha sonraki yıllarda iç politik gelişmeleri de etkileyecek olan yeni 
		bir dış politika seçeneğinin benimsendiği ve bu çerçevede gerekli 
		adımların atıldığı dönem de yine 1945- 50 dönemidir. Türk dış 
		politikasındaki bu yön değişiminin daha iyi anlaşılabilmesi için, İkinci 
		Dünya Savaşı sonrasının uluslararası ortamı ve bu ortamı belirleyen 
		dinamikler de bilinmelidir. 
		 
		1945 sonrası dönemin en önemli özelliklerinden biri, Avrupa'nın 
		uluslararası politikadaki egemenliğini ve belirleyiciliğini yitirmesi ve 
		bir dünya alt-sistemi haline gelmesidir. Bu noktada uluslararası sistem 
		iki kutuplu bir mahiyet kazanmış, ABD-SSCB saflaşması ekseninde 
		biçimlenmiştir. Bu iki kutuplu dünya sisteminin siyasal boyutunda 
		1945'te kurulan Birleşmiş Milletler (BM) vardır. Askeri açıdan ise, 
		İkinci Dünya Savaşı'nın asıl galibinin ABD ve SSCB olması, savaş sonrası 
		bu iki ülke çevresinde bir kümelenmenin gerçekleşmesine yol açmış, 
		1949'da NATO ve 1955'te de Varşova Paktı'nın kurulmasıyla iki kutuplu 
		sistemin askeri örgütleri ortaya çıkmıştır. Ekonomik açıdan ise, 1945 
		sonrası dönemde kapitalizmin bir dünya sistemi olma yolunda öncelik 
		kazandığı ve kapitalist ilişkilerin dünya çapında egemen olmaya 
		başladığı görülmektedir. Kapitalist dünyanın karşısında, SSCB çevresinde 
		kümelenen bir "sosyalist dünya" ortaya çıkmaya başlasa da, 
		sosyalist bloğun Batı karşısında daha ziyade bir "var olma mücadelesi" 
		verdiğini söylemek pek yanlış olmaz. Bu çerçevede 1944'te, ABD'de, 
		Bretton Woods'ta toplanan bir konferans sonucunda dünya kapitalizminin 
		temel baskı ve yönlendirme organları oluşturulmuştur. Böylece IMF ve 
		Dünya Bankası uluslararası ekonomiyi büyük kapitalist ülkelerin 
		denetiminde yürütme işlevini yükümlenmişlerdir. Sistemin üçüncü ayağı 
		olan GATT, 1995'te Dünya Ticaret Örgütü adıyla kurumlaştırılacaktır. 
		 
		Kısacası 1945 sonrası dönemde uluslararası politikada, bu genel 
		özellikler çerçevesinde, Doğu-Batı Blokları arasındaki bir saflaşmanın 
		gerçekleştiği görülmektedir. Bu koşullarda Türkiye tercihini kayıtsız 
		koşulsuz Batı ittifakından yana yapmış ve Birleşmiş Milletlere ek olarak 
		NATO, IMF, Dünya Bankası gibi Batı ittifakının kurumlarında, kendi 
		egemenlik ve bağımsızlığı açısından ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçları 
		düşünmeden yer almıştır. Bu tercihte savaş sonrasının yarattığı 
		yalnızlık psikolojisinin yanı sıra, Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den 
		talepleri de (ya da bu yöndeki yanılsamalar da) önemli bir rol 
		oynamıştır. Bu bağlamda ekonomi ve siyasetteki sözde liberalleşmeye, bir
		"Mc Carthycilik" ve "dincileşme" eşlik edecektir. 1946'da 
		DP'nin kurulmasıyla Türkiye'de çok partili yaşamın başlaması ve bu 
		partinin 14 Mayıs 1950'de 27 yıllık CHP yönetimine son vererek iktidara 
		gelmesi önemi inkâr edilemeyecek gelişmeler olmakla birlikte, sürecin 
		siyasal niteliğini anlamak için tek başına yeterli değildir. Türkiye'nin 
		tek parti yönetiminden çıkıp sözde demokratikleşirken, ülkedeki her tür 
		ilerici düşünce, kurum ve kişinin hedef tahtasına konması, ortaçağ 
		düşüncesine taviz üstün taviz verilmesi ve gerek siyasi-askeri ve 
		gerekse de ekonomik anlamda dışa bağımlılığın ivme kazanması yaşanan 
		dönüşümün gerçek mahiyetini oluşturur. Türkiye'nin ABD Büyükelçisi Münir 
		Ertegün'ün cenazesini taşıyan ABD zırhlısı Missouri'nin Türkiye'ye 
		gelişi dolayısıyla Cumhurbaşkanı İnönü'nün "Amerikan gemileri bize ne 
		kadar yakın olursa, o kadar iyi olur" şeklindeki sözleri, aslında 
		Türkiye'nin rotasını hangi yöne döndürdüğünün de en somut ifadesidir. 
		 
		Bu dönemde Türk dış politikası geleneksel Batıcılık çizgisini izlemiş, 
		ama en az onun kadar geleneksel olan statükoculuk ve dengecilik 
		anlayışından kopmuştur. Ne Doğu-Batı arasındaki ne de Batı'nın kendi 
		içindeki dengeler dikkate alınmıştır. Her iki açıdan da ABD'ye 
		bağımlılık belirleyici olmuştur. 
		 
		Bu bakımdan iki gelişmenin, daha sonraki süreçte Türk dış politikasının 
		oluşmasında önemli bir rolü olduğu söylenebilir. 12 Mart 1947'de kabul 
		edilen Truman Doktrini ile 1948'den sonra yürürlüğe giren Marshall 
		Yardımı'nın Türkiye'nin ABD'ye bağımlılığının şekillenmesinde önemli bir 
		etken olduğu inkâr edilemez. ABD'nin, Doğu Bloku ve SSCB'yi askeri 
		olarak çevreleme politikasını benimsemesi ve bu amaç doğrultusunda 1949 
		yılında NATO'yu kurması ile Türkiye de bu ittifakın üyesi olmak için 
		başvuruda bulunmuştur. 
		 
		20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Türkiye'nin siyasi ve askeri 
		bağımsızlığını kısıtlayan, hatta yok eden; örneğin Türkiye'nin 1964 
		yılında "Johnson Mektubu" gibi diplomatik küstahlıklara maruz 
		kalmasına, 60'lı ve 70'li yıllarda Kıbrıs sorununda ulusal çıkarlar 
		yönünde bir politika izleyememesine, bu tür bir politika benimsediğinde 
		ve uyguladığında da ABD ambargosu türünden yaptırımlarla karşılaşmasına 
		yol açan unsur, NATO üyeliği bağlamında şekillenen ABD'ye bağımlılıktır. 
		Bu bağımlılık ilişkisine daha yakından bakıldığında Türkiye'nin 
		geleneksel dış politikasındaki sapmanın 1950 öncesinde başladığını, 
		hatta çok bilinenin aksine CHP'nin bu konuda DP'den farklı bir görüşte 
		olmadığı görülmektedir. 1950 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı 
		döneminde Kore'ye asker gönderilmesine rağmen, NATO'ya başvuran ilk 
		siyasi iktidar Menderes-Bayar liderliğindeki DP değil, CHP'dir. Türkiye 
		4 Nisan 1949 tarihinde kurulan NATO'ya, kuruluşundan 8 gün sonra bu 
		örgüte girmek istediğini bildirmiştir. Feridun Cemal Erkin'e göre 
		Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, ABD Dışişleri Bakanı Acheson'dan 
		Türkiye'nin NATO'ya katılmasının kabulünü talep etmiştir. (Bkz. Feridun 
		Cemal Erkin, Dışişlerinden 34 Yıl  Anılar, Yorumlar, C.2, TTK Yay., 
		Ankara, 1986, s. 65- 66) Türkiye'nin ittifaka ilk resmi başvurusu ise 11 
		Mayıs 1950'de, yani 14 Mayıs seçimlerinden üç gün önce gerçekleşmiştir. 
		(Bkz. Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri 1947-1966, AÜSBF Yay., 
		Ankara, 1979, s.70 -71) 
		 
		NATO üyeliği konusunda ilk girişimlerin CHP iktidarı yıllarında 
		yapılmasına ek olarak, üyelik konusunda İsmet İnönü ile Celal Bayar 
		arasında geçen bir konuşma da, CHP'nin bu konudaki tavrını göstermesi 
		bakımından ilginçtir. Metin Toker, bu konuşmayı şöyle aktarmaktadır: 
		 
		"Biliniyordu ki, NATO'ya üyelik hakkında CHP'nin görüşüyle DP'nin 
		görüşü arasında ayrılık yoktu. 14 Mayıs'ı takiben yeni Cumhurbaşkanı, 
		eski Cumhurbaşkanı'nı Pembe Köşk'te ziyarete geldiğinde dış ilişkiler 
		konuşulurken Bayar NATO'ya niçin girmediğini sorar. İsmet Paşa'nın 
		cevabı şudur: Aldılar da girmedik mi, gözüm" (Metin Toker, DP'nin 
		Altın Yılları 1950- 1954, Bilgi Yay., Ankara, 1991., s. 84- 85) 
		 
		Bu noktada 1950'de NATO üyeliğine kabul edilebilmek için Kore'ye asker 
		gönderilmesine CHP'nin karşı çıkmasının esasa ait olmadığı, sadece şeklî 
		olduğu ve İsmet İnönü liderliğindeki CHP'nin, bu kararın Meclis'in 
		onayına başvurulmadan alınması nedeniyle eleştirilerde bulunduğu 
		hatırlanmalıdır. 
		 
		Türkiye'nin NATO üyeliği, günümüze kadar olan süreçte ABD'ye 
		bağımlılığın ve gerek dış politikada gerekse iç siyasal ilişkilerde ABD 
		etkisinin en önemli araçlarından biri olarak rol oynayacaktır. 27 Mayıs 
		1960'daki askeri müdahale sonrasında, Milli Birlik Komitesi'nin dış 
		politika bağlamında verdiği garantilerden biri, Türkiye'nin NATO 
		çerçevesindeki yükümlülüklerinin devam edeceğidir. Ayrıca 12 Mart 1971 
		ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerindeki ABD'nin etkisine ek olarak, gerek 
		Kıbrıs sorununda gerekse 12 Mart döneminde Türkiye ile ABD arasında 
		ortaya çıkan afyon sorununda, ABD ile karşı karşıya gelen Türkiye'nin 
		kendi ulusal çıkarları ekseninde sonuna kadar gidememesinin önemli 
		nedenlerinden biri de NATO çevresinde ABD ile kurulan askeri ve siyasi 
		bağımlılık ilişkileridir. Örneğin Türkiye 1952'de NATO'ya üye olduktan 
		sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bu askeri örgütün yapılanması ile koşut 
		olarak yeniden yapılandırmıştır. Bu yüzden, üç tarafı denizle çevrili 
		bir ülke olmasına rağmen, 1960'lı yıllarda deniz aşırı bir askeri 
		harekât yapacak donanımdan yoksun olması nedeniyle, Kıbrıs sorununda 
		fiilen müdahale etme imkânına sahip olamamıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti'ni 
		kuran Londra ve Zürich Anlaşmaları'nın kendisine verdiği garantörlük 
		yetkisini kullanmak istediğinde de, ABD'nin engellemesi ile karşılaşacak, 
		Türkiye'ye yapılan askeri yardımın ancak NATO amaçları doğrultusunda 
		kullanılabileceği, diplomatik teamüllere aykırı ve kaba bir üslupla, 
		bizzat ABD Başkanı Johnson tarafından dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye 
		bildirilecektir. Türkiye, 1974'te Kıbrıs'a müdahale ettiğinde ABD'nin 
		askeri ambargosunu göğüslemek zorunda kalacaktır. 
		 
		1950 öncesinde, İnönü döneminde ABD ile imzalanan 12 Temmuz 1947 tarihli 
		Yardım Anlaşması da ABD'ye bağımlılaşma sürecinin önemli kilometre 
		taşlarından biridir. Savaş sonundan itibaren ABD, Türkiye'nin dış 
		ticaretinde en önemli pozisyonda olmuştur. Örneğin 1945- 1948 döneminde 
		ABD ve İngiltere, Türkiye'nin dış ticaretinden yüzde 40- 50 oranında pay 
		almışlardır. Daha sonra İngiltere'nin yerini Almanya alacaktır. Bu üç 
		ülke (İngiltere, ABD ve Almanya) 1950- 1960 döneminde Türkiye'nin dış 
		finansman bulmasında daima önde gelen rolü oynamışlardır. Bu ekonomik 
		bağımlılık ilişkisi, Türkiye'nin az gelişmiş kapitalizminin yapısal 
		sorunları nedeniyle 1960 sonrası dönemde de sürecek, 1947'de üye olunan 
		IMF ve Dünya Bankası'nın yapısal uyum programları kanalıyla Türkiye 
		dünya kapitalizmine eklemlenecektir. Türkiye'nin 1980'e kadar olan 
		süreçte yaşadığı ekonomik krizlerde bu ekonomik bağımlılığın önemli bir 
		rol oynadığı söylenebilir. Ama özellikle 1980'den sonra dışa açık bir 
		sanayileşme stratejisinin benimsemesi ile daha da belirleyici hale gelen 
		dışa bağımlı ekonomik ve siyasal yapı, Türkiye'nin kendi ulusal 
		çıkarları ekseninde bir dış politika izleyememesinin önemli 
		nedenlerinden biridir. 
		 
		Bu sonuçların ortaya çıkmasının temel nedeninin, İkinci Dünya Savaşı 
		sonrası dönemde ekonominin hesapsız bir şekilde dışa açılması ve 
		uluslararası işbölümünde Türkiye'ye biçilen rolün sorgusuz sualsiz 
		benimsenmesi olduğu açıktır. Örneğin Marshall Yardımı'nın amaçlarından 
		biri Türkiye'yi Batı Avrupa'nın gıda ve hammadde sağlayıcısı konumuna 
		sokmaktır. 1946'dan itibaren Türkiye'ye kalkınma stratejisi bağlamında 
		önerilen yol, bu eksende şekillenmiştir. Thornburg ve Barker 
		Raporları'nda devletçiliğin terk edilmesi, sanayiye öncelik tanınmaması, 
		kapsamlı bir planlamaya gidilmemesi, ağırlığın tarıma ve hammadde 
		üretimine verilmesi, kalkınma hızının düşük tutulması ve yabancı 
		sermayeye yerli sermaye ile eşit haklar tanınması gibi öneriler 
		bulunmaktadır ki, daha sonraki yıllarda Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı 
		da yapacak olan Süleyman Demirel'in de belirttiği gibi bu raporlar 
		"Türkiye'nin sanayileşmesinin Batı tarafından kabullenilemediği"nin 
		açık bir ifadesidir. 
		 
		İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde başlayan ve Doğu  Batı 
		saflaşmasının uluslararası ilişkilere damgasını vurduğu, 1980'lerin 
		sonuna kadar devam eden koşullarda, Türkiye'nin izlediği dış politikanın 
		bu bağımlılık ilişkisinin sınırları çerçevesinde olduğu gözlenmektedir. 
		Özellikle 1950'li yıllar bu "aşırı Batılılaşma" ve bağımlılaşma 
		açısından zirve yıllarıdır. Bu dönemde Türkiye'nin ya doğrudan Batı'nın 
		yanında yer aldığı ya da onun çıkarları koşutunda bir pozisyon 
		benimsediği görülmektedir. Örneğin daha önce Filistin sorununda 
		Arapların yanında yer alan Türkiye, bu durumunu daha sonra 
		değiştirecektir. 1948'de bir ABD vatandaşının Fener-Rum Patriği olmasına 
		ses çıkaramamıştır. 1949'da Asya Devletleri Kongresi'ne katılmamış, 
		1950'den itibaren Kıbrıs'ta İngiltere'yi desteklemiştir. 1954'ten 
		itibaren Cezayir sorununun BM gündemine alınmaması yönünde oy kullanmış, 
		1955'te Bağdat Paktı'nı kurarak bütün Ortadoğu ülkelerini karşısına 
		almıştır. 1955'te Bandung Konferans'ında ABD'nin çıkarlarını savunur bir 
		pozisyon benimsemek zorunda kalmış, 1956 Süveyş Bunalımı'nda İngiltere 
		ve Fransa'nın yanında yer almıştır. Türkiye, 1957 Suriye ve 1958 Lübnan 
		Bunalımları'nda da Batı'nın yanındadır. Üstelik ikincisinde ABD'ye NATO 
		üslerini de kullandırmıştır. 1960'ta, U- 2 olayında SSCB'nin tepkisini 
		çekmiş ve 1962'deki Küba füzeler krizinde bir nükleer savaşın hedefi 
		haline gelmiştir. 
		 
		Bu Batıcı dış politika özellikle 1960'lı yıllarda Kıbrıs sorununda 
		Türkiye'nin Üçüncü Dünya ülkelerinin desteğini alalamaması gibi olumsuz 
		bir sonuç yaratacaktır. Türkiye NATO'ya üyelikle askeri bağımsızlığını 
		yitirirken, IMF ve Dünya Bankası gibi dünya kapitalizminin ekonomik 
		kuruluşlarının önerdiği program ve politikalar dışa bağımlı bir ekonomik 
		yapının oluşmasına yol açmış, bu da dış politika karar alıcı ve 
		uygulayıcılarının ulusal bağımsızlık ve egemenliği gözeten, ulusal 
		çıkarlara hizmet eden politikaları yaşama geçirmelerini zorlaştırmıştır. 
		Askeri ve ekonomik ilişkilerdeki bu ipoteğe ek olarak, 1963'te Roma 
		Anlaşması'nın imzalanması ile başlayan AB'ye üyelik süreci, özellikle 
		1990'lardan sonra Türkiye'nin siyasal bağımsızlığı ve ulusal 
		egemenliğinin AB kontrolüne terk edilmesine yol açacaktır. Türkiye'nin 
		1963 yılında başlattığı AB yolculuğu, 2005 yılında imzalanan Müzakere 
		Çerçeve Belgesi ile yeni bir aşamaya ulaşmış ve belgenin 11. maddesinde 
		yer alan "Türkiye'nin bir üye devlet olmasının getirdiği tüm hak ve 
		yükümlülükler, Türkiye ve topluluklar arasındaki mevcut ikili 
		anlaşmaların ve Türkiye tarafından akdedilmiş üyelik yükümlülükleriyle 
		bağdaşmayan diğer tüm uluslar arası anlaşmaların sona erdirilmesini 
		gerektirir" (Bkz. Müzakere Çerçeve Belgesi, Müzakerelerin Esası 
		Bölümü, madde: 11, DPT Müsteşarlığı AB ile İlişkiler Genel Müdürlüğü 
		Tercümesi, Ekim 2005) hükmüyle Türkiye'yi tek taraflı olarak AB'ye 
		bağlamayı amaçlayan bir şekil almıştır. AB ile imzalanan Müzakere 
		Çerçeve Belgesi, tam üyeliği "önceden garanti edilmeyen ucu açık bir 
		süreç" olarak tanımlarken, "Türkiye'nin üyelik yükümlülüklerini 
		tam olarak üstlenecek durumda olmaması halinde Avrupa yapılarına mümkün 
		olan en güçlü bağlarla kenetlenmesi"nin (madde 2) sağlanmasını şart 
		koşmaktadır. 
		 
		Bu dönemde Türkiye'nin dış politikasının en açık bir şekilde askeri 
		müdahale dönemlerinde yönlendirildiği görülmektedir. ABD'ye bağımlılık 
		ilişkileri çerçevesinde bu ülke ile imzalana İkili Antlaşmalar gizli 
		olmaları nedeniyle kamuoyunun bilgisinden uzak kalmışlardır. 1980 
		sonrasında imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmaları (SEİA) 
		için de aynı şeyler söylenebilir. Bunlara ek olarak askeri darbe 
		dönmelerinde ABD'ye dış politikada önemli ödünler verildiği, ABD'nin 
		istekleri doğrultusunda dış politik açılımlar sergilendiği 
		bilinmektedir. Bu açıdan 12 Eylül özel bir yere sahiptir. 
		 
		Daha Haziran 1980 içinde Amerikan Silahlı Kuvvetler dergisinde 
		yayınlanan bir makalede "Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale edecek" 
		denilmekte ve 12 Eylül 1980 sabahı ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan 
		Carter'ı "Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti" 
		(Bkz. Mehmet Ali Birand, 12 Eylül 04:00, Karacan Yay, İstanbul, 1984, 
		s.33-35) şeklinde bilgilendirmekteydi. 
		 
		6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye'ye gelen ABD Dışişleri 
		Bakanı Alexander Haig ise Org. Evren ile 14 Mayıs 1982'de yaptığı 
		görüşmede şunları söylemektedir:  
		
		"Türkiye'yi her zaman hür dünyanın stratejik bir değeri 
		olarak mütalaa etmişsizdir. Bu değerlendirme yalnız NATO çerçevesinde 
		değildir. Netice itibarıyla NATO'nun gerçekleştirmesi gereken durumlar 
		bellidir. Türkiye, NATO'nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, 
		Washington'da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi 
		kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim 
		de başarımız sayılır" 
		(Kenan Evren, Kenan Evren'in Anıları III, Milliyet Yay., 1991, s.28) 
		12 
		Eylül'ün bütün faşizan uygulamalara rağmen sadece iki faaliyet alanına 
		dokunulmamıştır. Bunlar dış politika ile Demirel hükümetinin 24 Ocak 
		1980'de yürürlüğe koyduğu ekonomik istikrar programıdır. 
		 
		12 Eylül yönetimi, bölgede İran Devrimi yüzünden zarar gören Batı'nın 
		çıkarlarına hizmet etmek için tasarlanan bir dış ve askeri politikayı da 
		benimsemiştir. Türkiye'deki insan hakları ihlalleri karşısında ABD'nin 
		İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Elliot Abrahams, 
		Türkiye'de üzerinde durulmaya değer insan hakları sorunları olduğunu 
		kabul ediyor, ama bunların El Salvador, Guatemala, Nikaragua, Vietnam, 
		Suriye, İran ve Afganistan gibi ülkelerin insan hakları sorularıyla 
		karşılaştırılamayacak düzeyde olduğunu belirterek 1981'de Türkiye'nin 
		Batı için önemini şu sözlerle vurguluyordu:  
		
		"Türkiye'yi düşündüğümüzde genellikle unuttuğumuz bu 
		ülkenin doğu sınırlarının Bağdat ve Aden'i kesen boylamdan geçtiği ve 
		Türkiye'nin Tel Aviv'in doğu ve batısında uzanan geniş bir alanı 
		tuttuğudur. Sovyetler Birliği'nin Körfez'e ulaşmak amacıyla İran'a 
		girmesi durumunda, Sovyet askerlerinin Türkiye'nin doğu sınırlarının 
		sadece 100 mil uzağından geçeceğini asla unutmamalıyız." 
		(Bkz. Erbil Tuşalp,"15 Yıl Sonra 12 Eylül", Siyah Beyaz, 
		12.9.1995) 
		12 
		Eylül Yönetiminin Amerikancılığının en somut örneği ise Avrupa'daki NATO 
		kuvvetleri komutanı General Bernard Rogers'ın ricası üzerine hükümetin, 
		Ekim ayı içinde, Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesine karşı 
		Türkiye'nin vetosunu kaldırmasıdır. ABD Başkanı Jimmy Carter 1985'in 
		Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir'in sorularını 
		yanıtlarken bu konuda şunları söylemektedir:  
		
		"Asıl zorlandığım konu, Yunanistan'ın NATO'nun askeri 
		kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha 
		kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın 
		dosttu. Sayın Evren'in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin iyi niyetli 
		yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler 
		yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 
		Harekatı olmasaydı, bu mümkün olmazdı" 
		(Bkz. Hasan Cemal, 12 Eylül Günlüğü - Tank Sesi İle Uyanmak, Bilgi Yay., 
		Ankara, 1986, s.105) 
		
		
		Sonuç
		
		
		
		
		Sonuç itibarıyla Atatürk sonrası dönemde Türk dış politikası genelde 
		Batı dünyasına, özelde de ABD'ye aşırı bir bağımlılaşma ekseninde 
		şekillenmiştir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan 
		Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organlarda bağımsız bir üye olarak 
		yer almasına rağmen, gerek NATO gibi askeri örgütler, gerekse IMF ve 
		Dünya Bankası gibi kapitalizmin baskı araçları nedeniyle ve dünya 
		kapitalizmine eklemlenmiş iktisadi yapısının geri kalmış ve bağımlı 
		niteliğinin de zorlamasıyla ulusal çıkarları doğrultusunda bir dış 
		politika izlemekten ziyade, bulunduğu bölgede daha çok Batı'nın 
		çıkarları çerçevesinde davranmak mecburiyetinde olmuştur. İşte 
		Türkiye'nin bu ekonomik, askeri ve siyasal bağımlılığı bugün de bağımsız 
		ve ulusal çıkarlar doğrultusunda bir dış politika izleyememesinin en 
		önemli nedenidir. 
		 
		Türkiye bugün aslında bir yol ayrımındadır. Türk dış politikasının asıl 
		meselesi ne PKK sorunudur ne de Kuzey Irak'taki kukla devlet... Bütün 
		bunlar Türkiye'nin asıl sorununun görünen kısmıdır, Türkiye'ye karşı 
		kullanılan unsurlardır. Türkiye'nin asıl sorunu, Soğuk Savaş'ın 
		üzerinden yıllar geçmesine rağmen, hala dünyayı Soğuk Savaş yıllarının 
		kafası ile okumasıdır. Türk askeri ve politik seçkinleri, dünyadaki 
		değişimi anlayamamıştır, daha doğrusu anlamak istememektedir. Çünkü bu 
		anlayışı göstermek, dünyaya bakışlarını, uyguladıkları politikaları ve 
		en önemlisi varlık nedenlerini sorgulanır kılacaktır. 
		 
		Oysa ilginç değil midir, son yıllarda ne kadar emperyalizm işbirlikçisi, 
		ne kadar dünyadaki gelişmelere Batı gözlükleri ile bakan varsa, 
		yukarıdaki saptamaya benzer bir söylemi dillendiriyor. Yani değişimden 
		bahsediyor, dünyadaki değişime ayak uyduramamaktan söz ediyor. Ne var ki, 
		bu takımın değişimden anladığı, ulus devletin kalan son egemenlik 
		alanlarına da son verip emperyalizme kayıtsız şartsız teslimiyettir. 
		 
		Ne var ki gösterilmesi gereken asıl değişim, Soğuk Savaş yıllarında 
		dâhil olduğumuz Batı ittifakı üyeliğini artık sorgulamamız gerektiğidir. 
		1990 sonrasında emperyalizmin karşısında komünizm tehlikesi kalmayınca, 
		Türkiye gibi ülkelere ihtiyacı kalmadı. ABD ve AB ekseninde şekillenen 
		emperyalist Batı, Türkiye'ye ya parçalayıp yeniden şekillendirme ya da 
		kriz coğrafyasında kendi lehine taşeronluk yapma seçeneklerini sunuyor. 
		Onun için Türkiye'nin çözümü, artık kendisini ortak kabul etmeyen, 
		gözden çıkaran ya da basit bir "alet" gibi gören Batı ittifakı 
		üyeliğini sorgulamaktır. Bunu yapmak için ise, emperyalist Batı'nın 
		değişen dünya karşısında nasıl strateji değiştirdiğini doğru okumak 
		gerekiyor. Bu değişimi Batı'nın giydirdiği gözlüklerle okumaya 
		kalktığımızda, varacağımız sonuç ya parçalanma ya da maşalıktır. Oysa 
		Türkiye birilerinin kucağına oturarak kurulmadı; Cumhuriyet, Düvel-i 
		Muazzama'ya kafa tutarak, onların iradesine meydan okuyarak doğdu. Ama 
		60 yıllık "Küçük Amerika" süreci, Türkiye'de ne kendine özgüven 
		bırakmıştır, ne de omuzları üzerinde taşıyabileceği kendine ait bir kafa 
		ve beyin... 
		 
		Türkiye'de askeri ve politik önderlik Batı tornasından geçmeden yetkili 
		makamlara gelemez. Bu nedenle de Türkiye için en yaşamsal anlarda bile 
		gidip Washington'dan ya da Brüksel'den izin alınmasını bekler ya da bunu 
		onaylar. Türkiye'nin asıl sorunu işte budur. Soruna bu perspektiften 
		bakmadığımız sürece, ABD "otur" der, otururuz, "kalk" der 
		kalkarız. Sonra da utanıp sıkılmadan, 29 Ekim'lerde, 10 Kasım'larda 
		gidip Anıtkabir'de bağımsızlıktan, egemenlikten bahsederiz. 
		 
		Şu son bir aydır terör sorunu bile bu şekilde tartışılmaktadır. Yani her 
		olasılığı değerlendirmek serbesttir! Ama Batı ittifakına, ABD ve AB ile 
		olan ilişkilere zarar vermemek kaydıyla... Diğer bir ifadeyle 
		denkleminin sabiti, ABD ve AB'dir. Tüm değişkenler değişir, ama sabit 
		aynı kalmalıdır! Onların varlığı sorgulanmaz, sorgulanamaz... Halkın 
		"ABD kalleştir" demesi bile medyada sansürlenir, duymazdan gelinir. 
		 
		Bu kafa yapısının Türkiye'ye götüreceği yer ise, bugün getirdiği yerden 
		farklı olmayacaktır. 
		 
		Bu bağımlılık ilişkileri çerçevesinde, Türkiye'ye borç veren ve İMKB'nin 
		üçte ikisini kontrol eden kesimleri ve onların ardındaki büyük güçleri 
		kızdıracak bir iç ya da dış politika izlemenin sonuçları ağır 
		olabilecektir. Ama bağımsızlığın maliyeti de işte o sonuçları göze alma 
		azmini göstermekle ilgilidir. Bu bağımlılık ilişkilerinin devamından 
		çıkar sağlayan, refahını bu bağımlılık ilişkisinin sürmesinde gören 
		belli bir kesimin, bu maliyete katlanamayacağı ve Türkiye'nin ulusal 
		çıkarlarını umursamayacağı açıktır. Onlar için önemli olan "ineğin" 
		düzenli süt vermesidir. Türkiye'ye yönelik ilgileri bununla sınırlıdır. 
		 
		Türkiye'nin ulusal çıkarını savunan kesimler ise Türkiye'nin yarattığı 
		değerlerin bu ülkede kalmasını, Türk halkının refah ve mutluluğu için 
		kullanılmasını, dış politikada ulusal çıkarların da ancak bu sayede 
		yaşama geçirilebileceğini savunmaktadırlar. Bu ise ancak iç siyasal, 
		ekonomik ve toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, kısacası hakça 
		ve toplum yararına yeni bir düzenin kurulması ile mümkün olur. 
		 
		Mustafa Kemal, Nutuk'ta "temel ilke Türk ulusunun onurlu ve şerefli 
		bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla 
		sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan 
		yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan 
		öteye gidemez." diyor ve ekliyordu: "Böyle bir ulus tutsak 
		yaşamaktansa, yol olsun daha iyidir. Öyleyse, ya istiklal ya ölüm! İşte 
		gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır" 
		 
		Mustafa Kemal'in bu sözlerinden 80 yıl sonra da Türk milletinin yüz yüze 
		olduğu tercih yine aynıdır: "Tutsaklık" ile "bağımsızlık";
		"onurlu ve şerefli bir ulus" olmakla "uşaklık" arasında 
		bir seçim yapmak
 Önümüzdeki süreç içinde herkes, istese de istemese de 
		bu seçimi yapacak ve sonuçlarına da katlanacaktır. Bugün Türkiye'nin en 
		çok ihtiyacı olan şey, emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda 
		hareket etmek değil, ulusal çıkarlar yönünde bağımsız bir dış politika 
		izleyebilmek için Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın devrimci ruhunu yeniden 
		canlandırmak ve dalgalandırmaktır.   
		  
		
		S. Ant 
		
		
		
		
						
		
		
		
		
			  
		  
		   |