Türk siyasal yaşamı üzerine 
				konuşurken, siyasal aktör olarak dikkate almamız gereken 
				unsurlar nelerdir?
				
				
				
				Siyasi partiler1
				Kuşkusuz ilk akla gelen siyasi partilerdir. 
				Sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını, toplum üzerinde 
				etki sahibi olan kimi aydınları, sınıfsal karakteri ortada olan 
				medyayı da yine bu çerçevede sayabiliriz. Ama ilk aşamada en 
				göze batan, en etkin aktörler siyasal partilerdir.Türkiyenin 
				bugünkü koşullarında siyasal partilerin, özellikle de 
				Meclisteki iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve MHPnin 
				tatmin edici bir seçenek olmadıkları ve etkili bir muhalefet 
				sergilemedikleri ortadadır. 
				
				MHP
				Örneğin, MHPnin özellikle 22 Temmuz 
				seçimleri sonrasında büyük bir hayal kırıklığı yarattığı inkâr 
				edilemez bir gerçektir. Seçimler öncesinde Apo asılsın diyerek 
				meydanlara ip atıp duygu sömürüsü yapan ve oy avcılığına soyunan, 
				ama seçim sonrasında PKK uzantısı DTPnin milletvekilleri ile el 
				sıkışan bir partinin inandırıcılığı kuşkuludur artık. Üstelik iş 
				bununla da bitmemektedir. Avrupa Birliğini savunan MHPdir, ABD 
				ile stratejik müttefik olmanın gereklerini en iyi kendisinin 
				yerine getireceğini iddia eden MHPdir, liberal ekonomi 
				taraftarı olan MHPdir, özelleştirmeler konusunda uslu siyaset 
				yapan MHPdir, türbana destek veren MHPdir. Bu liste uzar gider.
				CHP
				CHPye 
				gelince, onun da MHPden temelde hiçbir farkı yoktur aslında. Ne 
				ABD ile ilişkiler, ne AB, ne ekonomi, ne de diğer meselelerde
 
				Örneğin Cumhuriyeti kuran partinin bugünkü lideri, Atatürkün 
				ölümünden sonra karşıdevrim sürecini tetikleyen ikinci adam 
				İsmet İnönünün 1963′te açtığı yolda inançla yürüdüğünü 
				göstermek istercesine AB üyeliği konusunda şunları söylemekten 
				çekinmemektedir: Biz bu projeyi başından beri istiyoruz. 
				Türkiyenin tam üyeliği için ABde irade var mı, yok mu? Asıl 
				mesele bu. Tam üye olacaksak 20 yıl da 30 yıl da bekleriz, ama 
				tam üye yapılacağımızı bilirsek daha iyi motive oluruz. (Milliyet, 
				11.4.2008) 
				
				AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri
				Bu bağlamda AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri için 
				de aynı şeyler, şu ya da bu derecede geçerlidir. Sonuçta bütün 
				partilerin aynı kumaştan olduğunu iddia etmek bir abartma olmaz.
				 
				 
				Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısırdöngü içinde 
				debelenmektedir
				İşte 
				bu nedenle Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısırdöngü içinde 
				debelenmektedir. İlkesizlik ve ikiyüzlülük artık kanıksanan 
				davranışlar olmuştur. Siyaset, program ve proje ekseninde değil 
				(çünkü bu düzlemde partiler arasında hiçbir fark yoktur!), lider 
				merkezli olarak yapılmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak 
				partiler, liderlerin kişisel mülkü haline gelmiştir. Parti içi 
				siyasette, en büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir partide ne 
				özgürlük ne demokrasi vardır. Siyasal yaşamda yıllardır egemen 
				olan, bir liderler oligarşisidir aslında. Örneğin bugün 
				merkez-sol CHPde siyaset yapan, ama geçmişte merkez-sağ bir 
				partide yetkili konumlarda bulunmuş ünlü bir siyasetçinin 
				partileri, genel başkanlar ve genel başkanın etrafındaki 
				heyetler yönetirler. Yoksa dışarıdan, ben de varım, benim de 
				hakkım var, benim de fikrimi alın, gibi yaklaşımlardan bir 
				hayır çıkmaz. şeklindeki sözleri hiçbir tepki görmemekte, 
				gerçeğin dile getirilmesi olarak kabullenilmektedir. Laik 
				şeyhlerin liderliğindeki laik tarikatlar haline gelen partilerde, 
				siyasal yaşam bir şeyh-mürit ilişkisini aratır çerçevede 
				şekillenmektedir. Bilindiği gibi, şeyh-mürit ilişkisinin 
				belirleyici özelliği dinsel niteliği değildir. İlişkiye şekil 
				veren nitelik itaattir, mutlak sadakattir. Müridin şeyhine 
				bağlılığı sorgusuz sualsiz, körü körüne benimsenen bir inanç 
				üzerinde yükselen, aklın süzgecinden geçirilmeden 
				içselleştirilen bir itaat ve sadakat duygusu temelinde boy verir. 
				Şeyh her zaman haklıdır, hikmet sahibidir, ne söylese doğrudur, 
				yerindedir. Eleştiriden bağışıktır. Hatta eleştirilebilir olduğu 
				düşünülemez bile
 Dokunulmazdır. Deyim yerindeyse bir tür küçük 
				Tanrıdır! Bu nedenle mürit bağımlı bir kişiliktir. Ne aklı, 
				ne vicdanı, ne de irfanı hürdür. Özgürlüğü ve bağımsızlığı bir 
				karakter özelliği haline getirememiş olduğundan, aklının değil 
				şeyhin kılavuzluğuna ihtiyaç duyar. Birey olduğunu sanır, ama 
				ağanın marabasından, padişahın dalkavuğundan farkı yoktur. Bunun 
				için de kendi eksikliğini, boyun eğdiği şeyhini yücelterek 
				gidermeye çalışır. Ve sonunda şeyh uçar! Ama o güzel deyimde 
				belirtildiği gibi, şeyhi uçuran mürittir aslında! Bu zihinsel 
				yapı çerçevesinde şekillenen kulluk ilişkisi, günümüz 
				Türkiyesinde sadece tarikatlarda ve cemaatlerde değil, siyasal 
				partilerde de egemendir.
				Ordu
				Bu bağlamda Türk siyasal 
				yaşamında bir başka aktör öne çıkmakta, en azından kitlelerin 
				gözünde bir umut haline gelmektedir: Türk Silahlı Kuvvetleri ya 
				da ordu
 Bu nedenle (belki biraz paradoksal görünebilir) ordunun 
				da en az siyasal partiler kadar eleştirel bir gözle 
				değerlendirilmesi, mercek altına alınması zorunludur. Öte yandan 
				eleştiri bir beklenti ile yapılır. Ne kadar sert olursa olsun, 
				özünde bir umudu, bir değişim beklentisini içerir. Ne olduğu ve 
				yıllardır aynı çizgide ısrarla devam etmeleri nedeniyle de artık 
				değişemeyecekleri ortaya çıkmış parti denilen laik 
				tarikatların eleştirilmesi zaman kaybından başka bir şey 
				değildir artık.
				 
				Asker ve Siyaset
				Ordu 
				bağlamında düşünmeye başlayınca ilk akla gelen soru, askerin 
				siyasal yaşamda bir etkisi, bir rolü, bir ağırlığı olup 
				olmadığıdır. Kısacası, asker siyasetin dışında mıdır Türkiyede? 
				Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir parantez açıp bir noktayı 
				açıklığa kavuşturmak yanlış anlaşılmamak için zorunludur. Bu 
				yazı çerçevesinde ordu derken işaret etmek istediğim, ordu 
				adına karar alıcı konumda olanların varlığıdır. Yaptığımız 
				konuşmalarda, yazılarımızda aslında bu karar alıcıları 
				eleştiriyor ya da destekliyoruz. Bu alınan kararlar neticesinde 
				şekillenen ordunun tavrı ve izlediği politikalar, Türk Silahlı 
				Kuvvetlerinin her üyesi (ya da üyelerinin çoğunluğu) tarafından 
				paylaşılmakta mıdır bilinmez, ama bizim ordumuzun en önemli 
				özelliklerinden biri disiplin anlayışıdır. Emir, demiri keser 
				biçiminde de ifade edilen bu özellik, en basit bir er-erbaş 
				ilişkisinde geçerli olduğu gibi, hiyerarşinin en üst basamakları 
				için de geçerlidir. Bu durumda herhangi bir konuda ordu içinde 
				bir oy ya da görüş birliği olmasa bile, son tahlilde en üst 
				makamlarda ve kilit konumlarda olanların demiri bile kesen 
				emirleri bağlayıcı olur. Onun için ordu soyutlaması, siyasal 
				ilişkiler düzleminde, aslında ordunun yönetiminde kilit konumda 
				olanları ve onların tutumlarını simgeler.
				Kuşkusuz 
				bütün siyasal sistemler, bir anlamda, belli bir askeri gücün 
				varlığına dayanır. Dolayısıyla askerin mutlak anlamda siyaset 
				dışı olduğunu iddia etmek zaten mümkün değildir. Ama Türkiyede 
				askerin siyasete ilgisinin birçok başka ülkeden daha farklı ve 
				yoğun olduğu da su götürmez bir gerçektir. Türkiyenin tarihsel, 
				kültürel, sosyal koşullarından ve dışa bağımlığından kaynaklanan 
				bu ilginin ve askerin siyasetle iç içeliğinin gerekli olup 
				olmadığı ayrı bir tartışma konusudur, ama bunun bir olgu olduğu 
				inkâr edilemez. Siyasetle bu derece iç içe olan bir kurum, ister 
				istemez onun yarattığı kirlenmeden ve yıpranmadan da etkilenir. 
				Hele ki Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bir ülkede, siyasal 
				yaşamın gelgitleri orduyu da vurur ya da ordu da aslında bu 
				gelgitler çerçevesinde bir rol sahibidir zaten.
				Ordunun 
				tavrı, izlediği politikalar ve tutumu
				O zaman orduyu, 
				siyasal-ideolojik ilişkiler düzleminde siyasi partilerle aynı 
				kategoride değerlendirmemek için ordunun partilerden farklı bir 
				siyasal duruş ve yöneliş içinde olması; üstelik bu duruş ve 
				yönelişin salt söylemle sınırlı kalmayıp, siyasal pratiği 
				belirleyecek bir eylemliliği, kısacası somut açılımları da 
				içermesi gerekmez mi ? Açık konuşmak gerekirse, örneğin yukarıda 
				siyasal partileri eleştirirken değindiğimiz konulardan 
				hangisinde ordunun tutumu bu partilerinkinden daha tutarlıdır ya 
				da farklıdır? TSKnin karşı olmadığını Genelkurmay Başkanının 
				defalarca açıkladığı ABye tam üyelik konusunda mı? Kaldı ki AB 
				üyelik sürecinin Türkiyeye getirdikleri ve Türkiyeyi getirdiği 
				nokta da artık gözlerden saklanamayacak şekilde ortadadır ve 
				Türkiyenin egemenliği ile ulusal bütünlüğünü tehdit eden bir 
				içeriktedir. Ya da ondan habersiz adım at(a)madığımız ABD ile 
				ilişkilerde mi? Veya sosyoekonomik düzen ve liberal ekonomik 
				politikalar bağlamında mı? Dünya Bankası ve IMF reçeteleri 
				hakkında mı? Özelleştirmeler konusunda mı? Türban meselesinde 
				mi?
				Belki bir tek DTP-PKK konusu bu 
				çerçevede değerlendirilemez. Zira ben bugüne kadar bölücülerle 
				tokalaşan, Kürtçüleri Meclise taşıyan bir asker görmedim. 
				Bugünden sonra da böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ama kimi 
				çevrelerce Kürt sorunu diye adlandırılan sorunun ortaya 
				çıkmasında ve bugünkü duruma ulaşmasında emperyalist güçlerin 
				etkisi ve desteğinin varlığı da reddedilemez. Ne yazık ki Türk 
				Silahlı Kuvvetlerinin de bu eksende, yani emperyalizm 
				karşısında çok tutarlı bir çizgi içinde olduğunu söylemek pek 
				mümkün değildir. Bu konuyu güncel somut bir örnekle açalım.
				26 Nisan tarihli Cumhuriyet 
				gazetesinde yer alan bir haber MGKdan Kuzey Iraka Yeşil 
				Işık
 başlığını taşımaktaydı. Şubat ayında Irak Cumhurbaşkanı 
				Celal Talabaninin Ankara ziyaretine onay veren MGK, önceki gün 
				Ankaranın diyalog kurmadığı bölgesel Kürt yönetimi ile temas 
				için kapı araladı. Bu aşamada daha önce planlanmış dört aşamalı 
				süreç devreye sokulacak. Sürecin ilk aşamasını bölgesel Kürt 
				yönetiminin Başbakanı Neçirvan Barzani ile temas oluşturacak. 
				diyen haber, bölgesel Kürt yönetimi
 Türkiyenin PKK ile 
				mücadele konusundaki beklentilerini karşılarsa daha sonraki 
				aşamaların gerçekleşeceğini bildiriyordu. Buna göre Türk 
				yetkililerinin Kuzey Irakta Neçirvan Barzani ile görüşmesi ya 
				da Neçirvan Barzaninin Türkiyeye davet edilmesi söz konusu 
				olacaktır. Daha sonra da bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut 
				Barzani ile temas gündeme gelecek. Bunun da yine Barzaninin 
				Ankaraya davet edilmesi ile gerçekleştirilebileceği 
				belirtilmektedir.
				Bu haberin Cumhuriyette 
				yayınlandığı gün, aynı sayfada yer alan bir başka haber de bir 
				binbaşı, bir er şehit
 başlığını taşımaktaydı. Bir binbaşı, 
				bir er şehit
 başlıklı haber bölgesel Kürt yönetiminin 
				Türkiyenin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini, bir 
				bakıma nasıl karşıladığının da bir göstergesidir. Türkiye, 
				birkaç ay önce Kuzey Iraka bir sınır ötesi askeri harekât 
				gerçekleştirdiğinde, harekâtın ilk gününden itibaren Türk 
				askerinin Irak topraklarından çekilmesi ve harekâta son 
				vermesini sürekli dile getiren Bölgesel Kürt Yönetimi değil 
				miydi? Türkiyenin Genelkurmay Başkanı, daha birkaç ay önce 
				Barzaninin PKKya destek verdiğini, terörü koruyup kolladığını 
				söylemiyor muydu? Barzani-Talabani ikilisi kedimizi bile 
				vermeyiz diyerek PKKlı teröristlere kol kanat germiyor muydu? 
				Bölgesel Kürt Yönetimi lideri Barzani, PKKnın terörist 
				eylemleri karşısında Kürtleri kastederek Onlar kendi 
				kaderlerini kendileri belirleyecekler. Türkiyede bu Kürt sorunu 
				için hiçbir askeri çözüm yolu yoktur demiyor muydu? Ne çabuk 
				unutuldu bunlar? Ve şimdi MGK, Kuzey Iraka yeşil ışık yakıyor!
				Milli Güvenlik Kurulu, 
				Cumhurbaşkanının başkanlığında hükümetin belli üyeleri, 
				Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarından oluşan anayasal 
				bir kurumdur. Barzani liderliğindeki Bölgesel Kürt Yönetimi 
				ise, ABD emperyalizminin emri ve desteği ile Kuzey Irakta 
				kurulan kukla devlettir. O kukla devlet, ABDnin Büyük Ortadoğu 
				Projesinin (BOP) temel taşlarındandır ve BOPun amaçlarından 
				biri de Türkiyeyi bölmektir.
				Türkiyenin milli güvenliğinden 
				sorumlu olanların bu kukla devleti tanıma yolunda adım atıp, 
				yeşil ışık yakmaları nasıl değerlendirilmelidir? Kendini BOP Eş 
				Başkanı ilan eden Başbakanın ve siyasal iktidarın bu tanıma 
				konusundaki hevesi anlaşılabilir! Peki, ya asker? Genelkurmay 
				Başkanı ve Kuvvet Komutanları? MGK üyesi olan komutanlarımız, 
				Barzaninin artık terör ve teröristle bir ilişkisinin olmadığını 
				mı düşünmektedirler? Türkiyenin milli güvenliği ile ilgili 
				kararlar alan bu kuruldan, askerlerin onay vermediği bir karar 
				çıkabilir mi?
				
				Sözde-özde Atatürkçülük?
				Öte yandan yakın geçmişte 
				yaşananlar bağlamında düşünürsek, siyasal partilerin 22 Temmuz 
				2007 sonrasında devleti teslim almak için atağa kalkan AKPye 
				karşı dirençli ve tutarlı bir muhalefet sergiledikleri pek iddia 
				edilemez. Ne var ki, ordunun da etkili muhalif bir tavır aldığı 
				söylenemez. Sözde-özde Atatürkçülük nutukları atanlar, 22 
				Temmuz sonrasında ne yazık ki tek kelime söylememiş, tek bir 
				tepki göstermemişlerdir. Düşündüğümüz zaten biliniyor diye 
				yaşananları geçiştirmişlerdir. Oysa merak edilen düşünülenler 
				değil, yapılacak olanlardı. Türkiye neler yapıldığını da 
				yaşayarak öğrenmiştir! 22 Temmuz seçimlerinden sonra ordu ile 
				hükümet arasında adı konulmamış bir uyumun varlığından bahsetmek 
				mümkündür. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakanın 
				Kasım 2007 başında gerçekleşen ABD gezisi öncesinde Dışişleri 
				Bakanlığı ile uyum içindeyiz. Başbakanın ABD ziyaretinin 
				sonuçlarını bekliyoruz. Artık oyalanmayacağız. Askerle hükümet 
				arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil. 
				Devlet bir bütündür demekte bir sakınca görmemiştir.
				Kuşkusuz asker ile siyasi 
				iktidarın uyum içinde hareket etmesi devlet ciddiyetinin 
				gerektirdiği bir davranıştır. Dolayısıyla Genelkurmay 
				Başkanının açıklaması da teorik olarak ve genelde doğrudur. Ne 
				var ki Türkiyenin bugünkü koşullarında riayet edilmesi gereken 
				bir duyarlılık mıdır bu? Mevcut yasal hükümetin ne olduğunu, 
				amacını, niyetlerini ve bugüne kadar yaptıklarını yaşayarak 
				görüyoruz. Birçok yurtseverin, Atatürkçünün kaygılandığı gibi 
				ulusun, vatanın ve devletin geleceği gerçekten tehlikedeyse ve o 
				tehlikeyi küçümsememek gerekiyorsa, bu tehlikenin ortaya 
				çıkmasında mevcut yasal hükümetin sorumluluğu ve rolü 
				mutlaktır. Onun için her ne nedenle olursa olsun, böyle bir 
				siyasi iktidarla uyumu korumak, bunun olması gerektiğini 
				söylemek, üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi lazım gelen ve 
				sorgulanmayı gerektiren bir davranıştır.
				Ordunun da izlediği çizgi günümüzün siyasal 
				partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur
				Bu çerçeveden bakıldığında 
				ordunun da izlediği çizgi bakımından günümüzün siyasal 
				partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur. 
				İşte bu nedenle, Türk siyasal yaşamında bir kör dövüşü yıllardır 
				sürüyor. Özal gidiyor, Çiller geliyor; Derviş gidiyor, Şimşek 
				geliyor; Yılmaz gidiyor, Erdoğan geliyor. Kimi zaman muhtıralar 
				veriliyor! Kimilerine göre ordu, kimilerine göre de iktidar 
				rejimin teminatıdır, ilericidir, çağdaştır vs
 Laiklik, herkesin 
				kafasına göre tanımladığı, bir anlamda her niyete yenen bir muz 
				haline getirilmiştir! Bütün bunlara rağmen ABDnin etkisi ve 
				baskısı hep Türkiyenin üzerindedir. Çünkü teminatı kim olursa 
				olsun, rejim ABDnin istediği rejimdir. Uygulanan program hep 
				aynı programdır. Kazananlar hep aynı, kaybedenler de hep işçi, 
				emekçi, köylü, memur, esnaf, kısacası halktır.
				
 
				Türk Silahlı Kuvvetleri 
				kimin yanındadır?
				Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri 
				kimin yanındadır? Somut konuşalım, IMF reçetesi ya da Dünya 
				Bankası programlarının uygulanmasını isteyenlerin mi, yoksa o 
				uygulama sonucu işsizlik ve sefalete mahkûm olanların mı? Eğer 
				ikincisinin yanındaysa, bu ülkede emperyalizmin ekonomik 
				programı son 30 yıldır neden aralıksız uygulanmaktadır? TÜPRAŞ 
				özelleştirilirken, TEKEL ve OYAK satılırken tepki gösteren tek 
				bir asker olmamıştır! Tıpkı susarak alkışlayan partilerimiz 
				gibiydi ordu da
 Oysa TÜPRAŞ, her şey bir yana, TSKnin ana 
				ikmal kaynağıdır. Bu durum askeri hiç mi rahatsız etmemiştir? 
				İncirlik kapatılsın diyen etkili konumdaki tek bir komutanımız 
				çıkmamıştır bugüne kadar. Üstelik Genelkurmay Başkanı, Türkiye 
				hakkındaki niyetlerini artık sağır sultanın bile duyduğu AByi 
				savunmakta, TSKnin ABye karşı olamayacağını ilan etmekte, 
				Genelkurmay İkinci Başkanı BOP takdire şayandır, makul bir 
				girişimi desteklemeye istekliyiz demektedir! ABD ile stratejik 
				müttefikliği sorgulayan ve karşı çıkan, AB hayali ile gözü 
				bağlanmamış askerleri bekleyen emekliliktir! Ama Türk askerinin 
				kafasına çuval geçiren sözde stratejik müttefik, PKK ile 
				masaya oturmamız gerektiğinden bile bahsedebilmekte; PKK, tüm AB 
				ülkelerinde yasal olarak faaliyet gösterebilmektedir artık!
				 
				 
				Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, 
				birinciliği beyaza verdiler
				Dost, acı söyler demişler. 
				İnsan sevdiğini eleştirir. Az ya da çok bir umut, bir beklenti 
				şekillendirir eleştiriyi. Orduyu eleştirmemizin nedeni de budur. 
				Peki, AB ve ABD hayranı olanların bu eleştirilere vermesi 
				gereken yanıt, hain edebiyatı ekseninde mi olmalıdır?
				Yaşananlara 
				baktığımızda, günümüz koşullarında ordu ile partilerimizin 
				savundukları politikalar arasında ne fark var? diye sormamak 
				elde mi? Belki bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, 
				birinciliği beyaza verdiler denebilir. Ne var ki, bu beyaz 
				üzerinde de düşünülmelidir artık.