Patolojik
Vak’a Sarkozy’ninki mi? Yoksa Bizimki mi?
Fransa’nın,
“Türkiye-AB görüşmeler sürecine ilişkin metinden üyelik
perspektifini çıkarması” Türkiye’de tepkiyle karşılandı.
TÜSİAD
bu tutumu “patolojik bir vak’a” diye tanımlamış .”Patolojik
olayın” gerçekte ne olduğunu ortaya koymamız gerekiyor.
Tam üye
yapılmayacağımız “aklı başında ve namuslu olan” herkes
tarafından biliniyor. Ancak önce, “şu patolojik meseleye” bir
göz atalım: Türkiye’nin ileride de alınmayacağını bilerek , “Biz
sadece görüşüyoruz” denilmesi için talepte bulunan Fransa mı
“patolojik vak’a” nın konusu olur? Yoksa Türkiye’nin
alınmayacağını çok iyi bildikleri halde
“alınacakmış oyununu oynayanların yaptıkları aldatmacalar mı?”
Ortada patolojik
bir olay varsa bu kesinlikle ikincisidir. Bizim oligarşinin içinde
bulunduğu durumu en iyi Günter Verheugen kanıtlamıştı; “Biz
Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını akıllı insanların anlayacağı bir
biçimde söylüyoruz” demişti.
Günter
Verheugen’in yanında ikinci şahidim ise Abdullah Gül‘dür. 1994-1996
döneminde TBMM‘de yaptığı “bilgili ve dürüst” konuşmalarla,
AB’nin bizi içeri neden almayacağını, arka bahçeye bir kuma gibi
nasıl kapatacağını bilimsel bir biçimde ortaya koymuştu. (*)
Kanıt mı
istiyorsunuz?
Bugün olayı hâlâ görmek istemeyen “patolojik Vak’a mensuplarına”
aşağıdaki gerçekleri okurlarımdan özür dileyerek bir daha
tekrarlamak durumundayım;
1)
AB Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu
1989′da reddetti. Bunun üzerine içimizdeki oligarşi ve Washington,
“Türkiye’nin AB’nin arka bahçesi” yapılarak Batı
kapitalizminin himayesi altına sokulmasına karar verdiler.
2)
Devlet Planlama Teşkilatı’nın, konuyu bilen satılmamış
akademisyenlerin ve aklı başında yazarlarımızın şiddetle karşı
çıkmasına rağmen, “Türkiye AB’nin gümrük
birliği yükümlülükleri altına tek yanlı sokuldu.”
Bu işi içimizdeki
oligarşi ile Washington birlikte yürüttüler. Richard Holbrooke’un
bizim başbakana gönderdiği notu bile yayımlamıştım. (**)
3)
1997 Lüksemburg doruğunda Ankara’nın rest çekmesi üzerine Washington
ve Brüksel telaşa kapıldılar ve 1999′da “yapay ve sözde adaylığı”
, hem de Ege ve Kıbrıs koşullarıyla kabul ettirdiler. Ecevit’e
yalnız dışarıdakiler değil,
“içerdeki
oligarşi de dayatarak bu sindirilemeyecek şeyi zorla imzalattılar.”
4)
Esas kıyamet AKP‘den sonra koptu: “ABD ve AB’yi arkasına alan
yeni iktidar” tamamen ipotek altına girmişti.17 Aralık 2004 ve 5
Ekim 2005′te imzalanan çerçeve anlaşmaları, “Türkiye’yi , üyeliğe
değil, üyelik dışında özel statüye” götürüyordu. Üstelik
Türkiye’nin çözüştürülme yolları açılıyordu.
- AB, sadece
görüşeceğiz.. işin ucu açık diyordu.
- Türkiye diğer
aday ülkelerin tabi olduğu uygulamanın dışında olacak deniyordu;
bekleme odasına hapsediliyordu.
- İşgücü
dolaşamayacaktı.
- AB kurumlarının
“Türkiye’ye ilişkin aldığı kararlar” (yani dayatmalar)
görüşme sürecinin bir parçası oluyordu. Hani Büyükanıt’ın ve
Genelkurmay İkinci Başkanı Saygun’un söylediği gibi; AB Türkiye’yi
bölüyordu.
- Dahası..
Türkiye ağzıyla kuş tutsa sonunda referandum yapılacaktı. Fransa
kanun bile geçirtti.
Bunlar
Türkiye’nin alınmayacağının sadece bazı kanıtlarıdır . İmzalanan
belgeleri “aklı başında ve namuslu” insanlarımız okuduğu
zaman,Türkiye’nin alınmayacağını zaten görürler.
Gerçeklerin
söylenmesinden korkanlar kim?
Sarkozy’nin ve
Merkel’in Türkiye’nin alınmayacağını açık açık söylemelerinden ve
metinlere koymalarından korkanlar kim? Karartma uygulanarak
gerçeklerin gün ışığına çıkmasını kimler, neden engelliyor?
1)
ABD ve AB’nin Türkiye ve bölge için biçtiği elbiseyi baştan kabul
eden kimi sermaye çevreleri var. Onlar Türkiye’nin alınmayacağını;
arka bahçe yapılarak bölüneceğini halktan gizlemek istiyorlar. Bütün
sorunları, Batı ile karşı karşıya gelmemek; onların taşeronluğunu
yaparak ayakta kalmak.
2)
Dinciler “Cumhuriyete karşı, ABD ve AB’yi arkalarına aldıkları
için” , görüşmeler sürecinin (ve aldatmacanın) aksamadan
yürümesini istiyorlar. O sayede yeni anayasaların, tarikatların,
cemaatlerin yolu açılıyor.
3)
Bölücü odaklar “AB ve ABD’nin en
stratejik ortakları” ; Irak‘ın kuzeyinde Barzani ,Türkiye’de
bunlar…
Sarkozy ve
Merkel’e teşekkür ediyorum. İçimizdeki sahtekârların maskelerini
düşürdükleri için. Abdullah Gül‘ün 1994-96 döneminde söylediği gibi
halkımızı uyarıyorlar!..
Türkiye’de
korkunç bir karartma hüküm sürüyor. 6 Mart 1995′te ,”Türkiye’nin
askersiz işgalinin” ilk adımı atılırken sömürgeciler de oligarşi
de bayram yaptılar.
AB sürecinin
aksamadan devamını yalnız hükümet istemiyor; Atina, Kıbrıs Rumları,
Fener Patrikhanesi, Ermeni diyasporası, Barzani, Talabani.. kısacası
Türkiye’den bir şeyler kopartmak isteyen herkes de bunun peşinde…
Bu cephe
Sarkozy’lerin, Merkel’lerin boşboğazlık yaparak maskeleri
düşürmesine fena halde bozuluyorlar…
Erol MANİSALI
(*) Avrupa’yla
Derin Bağlar, sayfa 50-75,Truva, 2007
(**) Türkiye’nin
Askersiz İşgali, sayfa 13,Truva, 2007
|